Saturday, November 18, 2017
İslam Alemi ve İngiliz Misyonerler
“Siz Türkler Avrupa’yı yeni görmeye ve tanımaya başladınız. Avrupa’nın iki penceresi vardır: Birincisi ve pek büyük olanı, sefahet, sefalet ve israf penceresidir. Sakın Avrupa’ya bu pencereden bakmayın. Pişman ve perişan olursunuz. Diğer pencere ise, ilim, ticaret, ziraat ve sanayi penceresidir. Ancak, bu pencere çok küçüktür. Onu bulmak için iyice aramak gerekir. Bu pencereyi bulmaya ve Avrupa’ya buradan bakmaya çalışınız. Avrupa zihniyetini iyi tanırsanız mutlu olursunuz. Avrupa’nın huylarını ve âdetlerini incelemeden, tetkik etmeden kabul ederseniz yanarsınız. Çünkü sizi ahlaksızlaştırır. Ahlakı bozulmuş bir milletin ise geleceği yoktur. Avrupa adetlerinin iyi taraflarını, size faydalı kısımlarını; adetlerinizi ve ırkınızın yapısını bozmaması şartıyla kopya ediniz ki Avrupalılarla uyuşasınız. İç işlerinizin idaresi ve hareket tarzınıza gelince: İftihar ettiğiniz, övündüğünüz tarihiniz sizin ne şekilde yolsuz hareketlere kalkıştığınızı, karanlık yollara saptığınızı gösteriyor.
1734 senesinden bu yana bütün gerileme belirtileri görülmeye başladı. Asıl Türkler pek namuslu bir millettirler. Bilhassa zanaatla, sanatsal mesleklerle meşgul olanlar, pek olgun ve haysiyet sahibi insanlardır. İmrenilecek bir bağlılık ile itaat, samimiyet ve yararlıklar göstererek diğer unsurlardan ayrılırlar. Fakat sizler yani Kayı Hanı ve Selçuk Türklerinin arta kalanlarıyla Rumdan dönme yeniçerilerin birleşmesinden meydana gelen muhtelif Türkler, Türklüğe has her türlü ahlakî faziletleri tabiaten terke –suçu kimseye atmayınız- ve kendi kendinizin sonunu getirmeye, niyet etmişsiniz gibi geliyor. Daima “Hâkimiyet Galip Olanındır!” düsturuna uyuyorsunuz. Hakkı aramazsınız. Bilhassa her şeye esas olan lisanınızı bile bir türlü düzeltemediniz. Doğru dürüst imlanız yoktur. Daha doğrusu yazılan kelimatı sesli okutacak bir alfabeniz yoktur (Sokra) yazarsınız (sonra) okursunuz; (üstübec) dersiniz (istifindac) yazarsınız; (Baka) yazarsınız, (bana) okursunuz; Bu nasıl şeydir? Gerçi bizim lisanımızda da bu gibi bazı uygunsuzluklar vardır. Fakat sizinkine nisbetle azdır. Aydınlarınızın yazdıkları eserler anlaşılır değildir ve belirsizlik taşımaktadır. Arapça, Farsça bilmeyenler yazılmış kitaplarınızdan hiçbirini anlayamazlar. Osmanlı Türkçesi’nin en belagatlısı İstanbul lisanıdır diyorlar; İstanbul’da okuma yazma bildiği ve kendi dili olan Türkçe’yi pek güzel konuştuğu halde yine yazılan eserleri doğru dürüst okuyamayanlar ve manasını anlayamayanlar pek çoktur. Köylüleriniz ise kara cahillerdir. Diğer ırklardan olan halkınıza Türkçeyi bir türlü öğretemiyorsunuz; hâlbuki milletin çoğunluğunu köylüler teşkil ediyorlar. İlkokul eğitimine hiç önem vermiyorsunuz; iyi biliniz ki ilk temel bilgiler, ilkokuldan alınır. Yüksekokulların önemi ise ikinci derecede kalır. İşte bu sebepten dolayı Türkiye’de ilerleme olamıyor. Türkiye gelişime doğru bir adım atamıyor. Hatta Doğu Türkleri: “Osmanlı Türkleri Türkçe bilmezler” diyorlar.
Osmanlı Devleti’nin resmî dini İslam ve resmî dili Türkçe olduğu hiç bir vakit gözden uzak tutulmamalıydı ve aşamalı olarak okullarda doğal örgütlenme yoluyla İslam şeriatı gibi öğretilmeliydi. Ancak bunu yapmadınız ve hala da yapamıyorsunuz. Camilerle mescitler ve Hac ibadeti vesilesiyle Mekke ve Medine’de bir araya gelme güzel bir vasıtadır ama değerini bilmiyorsunuz. Peygamberinizin gayet zeki bir diplomat olduğu size bildirildiği emirlerle sabittir, üzülerek belirteyim ki anlamıyorsunuz. Giyim tarzınızı da bir türlü düzenleyemediniz. Türkiye büyük birkaç inkılâp görmelidir. İnkılâplar öncelikle eğitsel sonra ahlakî ve dinî en sonra da idarî olmalıdır. Bu sıra bozulursa düzen ve ilerleme sağlanamaz. Karga sürüsü gibi düzensiz gidiş yakanızı bırakmaz. Rahat olamazsınız, merhum Sultan Mahmud bunca arzularına rağmen gölgelikli şapkayı kabul ettiremedi. Bu bir cahilane bir tutuculuktur. Bütün vücudunuzu Avrupalı şeklinde örtüyorsunuz da şapkanızı benzetmekten çekiniyorsunuz. Gölgelikli şapkaları Avrupalılar Araplardan aldılar ki başa ve göze pek faydalıdır. Avrupa elbisesi ise zararlıdır. Sizin şalvarlarınız bizim pantolonlardan daha çok sağlıklıdır. Sağlığa zararlı olanları kabulde tereddüt etmiyorsunuz; sağlığa faydalı olanları reddediyorsunuz. Bu ne haldir? Ülkeniz bir harabeye dönmüştür; arazisi bomboştur. Ziraat yok, ticaret yok, hiçbir şey yoktur. Doğu illerinizde halk köstebek gibi yeraltında yaşıyor. Onları bile yeryüzüne çıkarıp bir insan gibi yaşatamadınız. Gidip de oralarda insanların hayvanlarla yeraltında ve bir ahırda beraberce nasıl yaşadıklarını görmek gerekir. Her şeyden mahrum çaresiz adamlara merhamet etmediniz. Anayasanızda bir kanun var ki o da “Millette kabiliyet olmazsa hükümet o milletin önüne düşer ve ona ne yapacağını öğretir” der. Bunu ne vakit yaptınız? Selçuklu Türkleri sizden daha medeniydiler. Onların bıraktıkları medeniyet eserlerini kökten yıktınız. Amasya, Sivas ve Konya’da görülen Selçukî medeniyeti harabeleri insanları derinden etkiliyor. Siz Sebatay’ı, Cengiz, Hülagu ve Timurlenk’i taklit ediyorsunuz. Bu haliniz ne zamana kadar devam edecektir? Hâlbuki halis Türk milleti buna mânidir.”
**
“... misyonerler bu anlattığım şekilde yetiştiriliyor. Hindistan’da, Çin’de, Belucistan’da, hatta o çetin Afganistan’da, Afrika, Amerika, Avustralya’da ve bu ülkelerin en ücra köşelerinde, adalarda kısacası dünyanın her yerinde, bizim gibi yetiştirilmiş, oraların inançlarını, örf ve adetlerini, kurallarını görüp, öğrenmiş hatta uzmanlaşmış şahıslar var. Bunların bir araya gelmesiyle Misyon Cemiyeti oluşuyor. Misyon Cemiyeti’nin görevi dışarıdan, Protestanlığı yaymakmış gibi görünür. Ancak, asıl gizli görevi, İngiliz siyasetini ve çıkarlarını korumak için araştırmalarda bulunmak ve İngiliz propagandası yapmaktır.
Mustafa Efendi, şunu çok iyi bilmelisin ki, ne bir insan ne de bir iktidar, durumunu, gücünü bilmediği bir bölgede; ahlakını, adet ve geleneklerini bilmediği bir kavim veya kabile arasında uzun süre kalamaz. Körü körüne istila edilen yerde fazla kalınamadığına dair, tarihte pek çok örnek vardır. İngiltere, hâkimiyeti altındaki bölgeleri çok iyi bildiği gibi, istila etmeyi düşündüğü bölgeler hakkında da önceden epeyce bilgi toplar, daha sonra, siyasî vasıtalarla alt yapıyı hazırlar. Sonra, bir gün aniden o bölgeyi istila eder. İstila ettiği bölgeye girdiği zaman, yabancı bir ülkenin toprağına değil de, sanki kendi ülkesinin arazisine giriyormuş gibi girer. Sizin, Hazreti Muhammed’in de, kendi dönemindeki civar kabile ve iktidarlar hakkında enine boyuna bilgi edinmekten geri kalmadığını çok iyi bilmeniz gerekir. Hatırlarsanız, Hudeybiye Barışı’nın devam ettiği on günlük dönemde Mekke’ye; Bedir Savaşı öncesinde de Şam’a, Huza’a Kabilesine mensup kâşifler göndermişti. Bu şekilde hareket etmek Müslümanlar için çok faydalı sonuçlar getiriyordu, fakat her nedense daha sonraki dönemlerde bu hassasiyet gösterilmedi.
Ancak, İngilizler faydalı şeyleri hiçbir zaman ihmal etmezler ve ayrım gözetmeksizin, gelmiş geçmiş bütün büyük adamların vasiyetlerini de yerine getirirler. İngilizler soğukkanlı bir millettir. Kendilerinden başkasını beğenmezler. Her işlerini, daha önceden uzun uzadıya planlanmış bir program çerçevesinde yaparlar, başarılı olurlar ya da olamazlar, bu konuda bir şey söyleyemem. Ama şundan emin ol ki, yüz yıl sonra yapılması planlanan bir işin hazırlıkları bugünden tamamlanmıştır.”
**
“Her sınıfın dereceleri vardır. Bu dereceleri aşamayanlar bir üst sınıfa geçemezler. Misyonerlikte kıdemle beraber hizmetin en iyisi, fedakârlık ve görevde başarılı olmak göz önünde bulundurularak terfiler gerçekleştirilir ve sınıflar da buna göre ayrılır. Misyonerlerin her sınıfının maaşları ve ayrıca da özel ödenekleri vardır. Bankalarda her misyonerin kendi adına havale edilen paraları mevcuttur. İstedikleri kadar alabilirler. Fakat bu parayı amaçları doğrultusunda sarf ederler. Şimdiye kadar bir misyonerin bu paralarla kötü bir işe bulaştığı işitilmemiştir. Vazife uğrunda hayatını kaybeden misyonerlerin ailelerini İngiltere hükümeti ölünceye kadar mesut ve bahtiyar olarak yaşatmaya ve çocuklarını okutup iş ve güç sahibi etmeye mecburdur. Bir misyonerin kendisine verilen görevde amacına ulaşmaktan başka hiçbir düşüncesi yoktur. Misyonerlerin bir kısmı farmasondurlar.”