Saturday, November 25, 2017
Diglossia: Türkçe ve Farsça
Yaygın varsayımın aksine, insanoğlunun doğal hali tek-dillilik değildir. Dünyadaki insanların sayısal çoğunluğu, işlev ve statü açısından ayrışmış iki veya daha fazla dilin bir arada kullanıldığı toplumlarda yaşarlar. Bireyler küçük yaştan itibaren bu dilleri öğrenerek büyürler; dillerden herhangi birini ‘yabancı dil’ olarak algılamazlar.
Bir dil genellikle evde ve tarlada konuşulan ‘aşağı’ dildir; kadınlarla, çocuklarla ve ailenin – hizmetkâr, evlatlık, besleme, dul kadın gibi – bağımlılarıyla iletişim ortamıdır. Diğeri kamusal alanda, okulda, dini toplantılarda ve toplu oyunlarda kullanılan ‘yüksek’ dildir. Erkekler çoğu zaman aralarında bu dili konuşmayı tercih ederler; onu iyi bilmeyi bir prestij meselesi olarak görürler. Yabancıların bulunduğu ortamlarda aşağı dilin telaffuz edilmesi ‘ayıp’ ya da ‘tuhaf’ sayılır; çoğu zaman utanma ve gülme duygusu uyandırır. Aşağı dili yüksek dilden kelime ve deyimlerle beslemek olağandır; buna karşılık yüksek dile aşağı dilden alıntılar karıştırmak ‘cahillik’ hatta ‘saygısızlık’ sayılır. Yazı faaliyeti doğal olarak yüksek dilde sürdürülür. Aşağı dilde yazı yazmak, iç çamaşırıyla sokağa çıkmak gibi, usul ve erkâna aykırı bir davranıştır; insanlar böyle bir şey yapsalar dahi sözünü etmekten hoşlanmazlar. Aşağı dilin edebiyatı sözlüdür; türkülerde ve masallarda kendini gösterir. Ender olarak, belki ‘ayıp’ fıkralar ya da köylülere has gülünç deyişleri aktarmak, ya da yabancıları ilgilendirmeyen yerel konuları tartışmak için yazıya baş vurulur.
Günümüzde Sahra-altı Afrika ile Güney ve Güneydoğu Asya halklarının ezici çoğunluğu, iki ya da daha çok dilli sistemlerde yaşamaktadır. Çin halkının yarıdan fazlası ulusal dille karşılıklı anlaşmaya izin vermeyen yerel diller konuşur. Yüzlerce yerel dilin konuşulduğu Endonezya’da, ulusal dil küçük bir başkent eliti dışında herkesin ikinci dilidir. Dünyanın en çarpıcı linguistik haritalarından birine sahip olan Dağıstan’da halk 24 civarındaki yerel dile ilaveten, çarşı dili olarak üç bölgesel dilden birini (Avarca, Darğınca ve Lezgice), üst düzey iletişim dili olarak Rusçayı, ve ayrıca bazen Kumık Türkçesini bilir. İsviçre’nin Romanş halkı eğitim ve edebiyat dili olarak Orta çağlardan beri İsviçre Almancasını kullanırlar.
İran halkının yirmi milyona yakın bölümü özel hayatta Azeri Türkçesi konuşurken, kamusal ve ticari hayatta Farsça kullanırlar, Farsça yazarlar ve Fars dilinde zengin bir edebi yaşam sürdürürler. Tebriz ve Urmiye gibi Batı İran kentlerinde Türkçe bilmeyen hemen hiç kimse olmadığı halde, yazılı Türkçenin izine tesadüf edilmez. Bu durum sadece yasal kısıtlamalarla açıklanamaz. Türkçe konuşan halk Farsçayı da kendi anadili olarak algılamakta ve yazılı iletişimi, okullarda talim edilen bu anadili üzerinden sürdürmeyi doğal saymaktadır.
1070 ile 1300 yılları arasında Anadolu’da Türkçe yazılı üretimin olmayışı böyle bir diglossia vakasının yansıması mıdır? Yani mutfaklarında ve hizmetçi odalarında Türkçe konuşan bir toplum, kültürel üretimini Farsça (ve akademik ve dini konularda Arapça) yapmayı mı tercih etmiştir?
Yoksa daha radikal bir ihtimali değerlendirmeliyiz? Anadolu’da Malazgirt’ten sonraki iki yüz yılda gerçekte hangi dilin konuşulduğunu bilmediğimizi itiraf mı etmeliyiz?
Cevabı tahmin ve hissiyatla verilebilecek sorular değildir bunlar. Edebi ve epigrafik kaynaklardaki ipuçlarını didik didik etmek gerekir; yer ve kişi adlarının derinlemesine incelenmesi gerekir; muhtemelen arkeoloji ve genetikten de yardım istemek gerekir. Burada yapabileceğimiz şey sadece doğru soruları sormaktan ibaret.
Sevan Nişanyan