“Ucub,
hastalıklı bir ruh hâletidir ve insanı baş aşağı götüren, amellerini yiyip
tüketen bir virüstür. İnsan böyle bir hastalığa düçar olur ise, yaptığı güzel
şeylerde kendisine düşen bir şey olmadığını düşünmelidir. Mesela ben şöyle
düşünmeliyim: Nice akıllı kimseler görüyorum ki, Eflatun kadar zeki, Sokrates
kadar sistemci, Bergson kadar iç aydınlığına sahip, Paskal kadar aşk ve vecd
insanı.. benim ne liyakatim vardı ki Cenâb-ı Hak onu değil de beni Müslüman
kıldı? Evvelde Allah’a ne takdim etmiştim ki karşılığında Cenâb-ı Hak bana iman
nimetini verdi? Hiçbir liyakat izhar etmediğim halde Cenâb-ı Hak beni halka bir
şey anlatma mevkiine yükseltti. Dereden tepeden söz ederken, halk dinledi ve
sonra da bir şeyler oluyor ümidine kapıldılar?!
Bu
meseleyi büyük müceddidin şu yaklaşımıyla noktalayalım: Sen kendini bir kuru üzüm çubuğu bilmelisin. Nasıl
ki o şerbet tulumbacıkları üzümler, kuru bir üzüm çubuğundan beslenirler ve
üzüm çubuğu o üzümlere bakıp da gururlanmaz, bunları ben taktım diyemez. Çünkü
kuru bir üzüm çubuğu bu üzüm salkımına medar olamaz. Öyle de hiç ender hiç olan
nefsin, kendisine takılan meziyetlerle fahirlenmeye ve kendisini beğenmeye hakkı
yoktur. Liyakatim vardı da benimle gösterildi demeye de hakkı yoktur. Belki
şöyle demelidir: Çok fazla liyâkatliler vardı. Benim de sadece ihtiyacım vardı.
Aczim ve fakrım bir dua halinde Rabbime yükseldi. O, bu dua ve ilticayı aczimin
ve fakrımın ifadesi olarak kabul buyurdu da emsâlim içinde liyâkatım olmadığı
halde beni de ehl-i secde kıldı, deyip nefsini hor görmeli, gururunu kırmalı ve
ucbe düşmemek için elinden geleni yapmalıdır. Evet, her mü’min kendisini böyle
bilmelidir.”