“Cemel,
Sıffîn ve Kerbelâ vak’aları, Müslümanların içine kendi elleriyle parçalayıcı
bir kama hâlinde sokulmuş ve İslâm toplumunda derin izler bırakmış çok müessif
hâdiselerdendir. Beni içten yaralayan bu türlü hâdiselere, diğer insanların da
içini yakmasın düşüncesiyle pek temas etmek istemiyorum. Karşı karşıya gelen
iki Müslüman grup hakkında insanlar kanaatlerine göre hiç olmazsa biri için
kötü düşünebilir ve olumsuz hüküm verebilirler. Eskiden olmuş, başkalarının
ellerini kirleten bir yarayı yeniden kanatmak manasına geleceğinden bu tür fena
şeyleri anlatmak bana çok doğru gelmiyor.”
**
“Cemel
vak’ası, muhterem Âişe Validemizin, Hazreti Talha ve Hazreti Zübeyr’le beraber
Hazreti Ali’nin karşısına çıktığı; Sıffîn ise Hazreti Ali ile Hazreti
Muaviye’nin karşı karşıya geldikleri vak’alardır. Kerbelâ’ya gelince o, çok
daha değişik çizgide cereyan eden meş’um bir hâdisedir. Bu vak’aya, kırk kadar
aile efradı ile beraber Kûfe’ye doğru yola çıkan peygamber hanesinin en büyük
semerelerinden, ehl-i Cennet’in seyyidi ve şühedanın efendilerinden Seyyidina
Hazreti Hüseyin’in, yeğenleri, evlatları ve kızkardeşlerinin başına gelen o
ciğersûz vak’anın cereyan ettiği yere izafeten “Kerbelâ vak’ası” denilmiştir.
Eğer “Kerbelâ” kelimesinin aslı “cihar belâ” ise bu ifade, dört bir taraftan
gelen asimetrik belâ anlamına gelmektedir.
Bu
kısa girişten sonra Sıffîn’den başlayarak izah edelim: Hazreti Ali ile Hazreti
Muaviye ve taraftarları arasında meydana gelen Sıffîn hâdisesinde İslâm adına
büyük kayıpların olduğunda kimsenin şüphesi yoktur. Ancak, ben “Hazreti Ali mi
haklıydı, Hazreti Muaviye mi?” yaklaşımından daha ziyade dikkatlerinizi bir
noktaya çekmek istiyorum. Bizans’ın bu hareketleri görür görmez kıpırdanışına
karşı Hazreti Muaviye, meselenin hassasiyetini derinden derine hissetmiş,
Bizans hükümdarına karşı şöyle bir mektup yazmıştır: “Ali ile ittifak edip
karşınıza çıktığımız zaman kendi durumunu iyi hesap etmelisin!” Bu ifadelere,
–zayıf kaynaklarda dahi olsa– ben itimat ediyorum. Zira biri, Hazreti
Muaviye’nin huzurunda Hazreti Ali’yi anlatıp, onu derinden derine sorgulayınca
Hazreti Muaviye gözyaşlarını tutamamış ve hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Şunun
altını çizerek ifade edeyim ki, Hazreti Muaviye ile Hazreti Ali arasındaki
vak’anın, onların beşerî his ve duygularına dayanarak meydana geldiğine
kat’iyen ihtimal verilemez. Vâkıa, hâdiseler çok karışık bir şekilde cereyan
etmişti ki, günümüzde de buna benzer pek çok hâdise meydana gelebilmektedir.
Nitekim bugün de birilerini küfürle itham edip haklarına tecavüz eden bir kısım
kimselerin uygunsuz davranışları, bizlere insanlar arasında bu türlü şeylerin
her zaman olabileceği fikrini vermektedir.
“Bunun
ötesinde bir de Allah, velinin veli olduğunu bir başka veliye bildirmezse, veli
onun bu durumunu bilemez. Evet, her ikisi de Allah’ın veli kuludur ama Allah
bildirmezse bunu bilemezler. Binaenaleyh bir veli, kendi yolunu ayan-beyan
görür ve o yolda yürür. Diğeri de kendi yolunu öyle görür ve o yolda yürür ama
her ikisi de veli olmalarına rağmen biri diğerinin yanlış yolda olduğunu
düşünebilir ve birbirlerini yıpratabilirler. Ashab-ı kiram arasında bu tür
hâdiselerin cereyan etmesi buna bir delildir.
Hazreti
Ali, muhakkak ki haklıydı. O, Hazreti Osman’ın son devirlerinde çevre
vilayetlerde baş gösteren, Müslümanlığın ruhuna aykırı bir kısım davranışlara
karşı, açılan gedikleri tamir etmek ve tıkamak istiyordu. Bu itibarla da durumu
çok zordu. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) dâr-ı
bekâya irtihalinin ardından yirmi seneden fazla bir zaman geçmiş ve bu yirmi
senelik zaman içinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) devrindeki saffet
az dahi olsa bozulmuştu. Müslümanlığın çilesini çekmeyen yeni bazı kimseler
İslama girmiş ve toplumun kaderine hükmetmeye başlamıştı. Dahası, bunlardan pek
çoğu, o günkü siyasi hava içinde hakkı daha evvelkilerin gördüğü gibi göremeyen
kimselerdi… Bu gibi sebeplerle olan olmuştu.
**
“Hazreti
Ali, Resûl-i Ekrem devrini, o devirdeki duruluğu tekrardan ihya etmek
istiyordu. Ancak o dönemde Müslümanların içine değişik fikrî cereyanlar ve
fitneler girmişti ve bu meselede muvaffak olmak çok zordu. Yine de bir nebze
muvaffak olundu çok zordu. Yine de bir nebze muvaffak olundu ise bu, Haydar-ı
Kerrâr ve Şâh-ı Merdân’ın gücü, onun dirayet ve zekâsı sayesinde olmuştu.
O
devirde Şam’da, Bizans’ın mirası üzerine konan bir kısım insanlar vardı. Bunlar
zengin evlerde neş’et etmişlerdi ve başlarındaki insanları da öyle görmek
istiyorlardı. Onlar İslâm’ın, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) devrine
ait saffetini görememişlerdi ve her şeyi Emeviler’de görüyorlardı. Birdenbire
bunlara “Fıtratınızı değiştirin!” demek ve onların değişmesini beklemek çok
zordu. Bunun için Hazreti Muaviye ehven-i şer ile amel ediyordu. Hazreti Ali
ise asla buna yanaşmıyor ve âdeta “Hayır, ille de Ebubekir ve Ömer
devirlerindeki saffet!” diyordu. Bunun karşısında Hazreti Muaviye ise, “O devir
bozulmuştur. Sen bilemiyorsun ya Ali! Bu devirde öyle idare edilmez. Sen bu işi
yapamazsın.” diyordu. İşte meselenin temelinde bu farklı mülâhazalar vardı.
Mesele,
nihayetinde İslâmî bir hükme dayanıyordu: Bir İslâm memleketinde iki tane imam
olursa, bunlardan bir tanesinin çekilmesi lâzımdı. Hazreti Osman
(radıyallâhu anh) şehit edilince, -muhalif kalan bir kısım insanlar olsa da-
sahabenin çoğu Hazreti Ali’ye (radıyallâhu anh) biat etmiş ve onu imam
seçmişlerdi. Bu durumda Hazreti Ali imamsa, Hazreti Muaviye’nin kendisine biat
etmesi gerekirdi. Ancak Hazreti Muaviye, “Seni zorla aldılar, getirdiler ve
biat ettiler. Ben sana biat etmem.” diyordu. Meselenin siyasileşmesi ve askeri
plânda ele alınması Sıffîn gibi vak’alara sebebiyet vermişti. Benim bu mesele
hakkında âcizane mülâhazam şudur: Kâtil ve maktül, her ikisi de Cennet’te
olduktan sonra, ellerini kendi kanlarına boyayan kimselerin kanı ile dilimizi kirletmeyelim.
Zira Hazreti Ali de Hazreti Muaviye de Cennet’e gidecek fakat haklarında söz
söyleyip onları tenkit edenler Cennet’e gidemeyebilirler.