Tuesday, May 1, 2018

Sıffin Vakası



“Cemel, Sıffîn ve Kerbelâ vak’aları, Müslümanların içine kendi elleriyle parçalayıcı bir kama hâlinde sokulmuş ve İslâm toplumunda derin izler bırakmış çok müessif hâdiselerdendir. Beni içten yaralayan bu türlü hâdiselere, diğer insanların da içini yakmasın düşüncesiyle pek temas etmek istemiyorum. Karşı karşıya gelen iki Müslüman grup hakkında insanlar kanaatlerine göre hiç olmazsa biri için kötü düşünebilir ve olumsuz hüküm verebilirler. Eskiden olmuş, başkalarının ellerini kirleten bir yarayı yeniden kanatmak manasına geleceğinden bu tür fena şeyleri anlatmak bana çok doğru gelmiyor.”

**
“Cemel vak’ası, muhterem Âişe Validemizin, Hazreti Talha ve Hazreti Zübeyr’le beraber Hazreti Ali’nin karşısına çıktığı; Sıffîn ise Hazreti Ali ile Hazreti Muaviye’nin karşı karşıya geldikleri vak’alardır. Kerbelâ’ya gelince o, çok daha değişik çizgide cereyan eden meş’um bir hâdisedir. Bu vak’aya, kırk kadar aile efradı ile beraber Kûfe’ye doğru yola çıkan peygamber hanesinin en büyük semerelerinden, ehl-i Cennet’in seyyidi ve şühedanın efendilerinden Seyyidina Hazreti Hüseyin’in, yeğenleri, evlatları ve kızkardeşlerinin başına gelen o ciğersûz vak’anın cereyan ettiği yere izafeten “Kerbelâ vak’ası” denilmiştir. Eğer “Kerbelâ” kelimesinin aslı “cihar belâ” ise bu ifade, dört bir taraftan gelen asimetrik belâ anlamına gelmektedir.

Bu kısa girişten sonra Sıffîn’den başlayarak izah edelim: Hazreti Ali ile Hazreti Muaviye ve taraftarları arasında meydana gelen Sıffîn hâdisesinde İslâm adına büyük kayıpların olduğunda kimsenin şüphesi yoktur. Ancak, ben “Hazreti Ali mi haklıydı, Hazreti Muaviye mi?” yaklaşımından daha ziyade dikkatlerinizi bir noktaya çekmek istiyorum. Bizans’ın bu hareketleri görür görmez kıpırdanışına karşı Hazreti Muaviye, meselenin hassasiyetini derinden derine hissetmiş, Bizans hükümdarına karşı şöyle bir mektup yazmıştır: “Ali ile ittifak edip karşınıza çıktığımız zaman kendi durumunu iyi hesap etmelisin!” Bu ifadelere, –zayıf kaynaklarda dahi olsa– ben itimat ediyorum. Zira biri, Hazreti Muaviye’nin huzurunda Hazreti Ali’yi anlatıp, onu derinden derine sorgulayınca Hazreti Muaviye gözyaşlarını tutamamış ve hıçkıra hıçkıra ağlamıştı. Şunun altını çizerek ifade edeyim ki, Hazreti Muaviye ile Hazreti Ali arasındaki vak’anın, onların beşerî his ve duygularına dayanarak meydana geldiğine kat’iyen ihtimal verilemez. Vâkıa, hâdiseler çok karışık bir şekilde cereyan etmişti ki, günümüzde de buna benzer pek çok hâdise meydana gelebilmektedir. Nitekim bugün de birilerini küfürle itham edip haklarına tecavüz eden bir kısım kimselerin uygunsuz davranışları, bizlere insanlar arasında bu türlü şeylerin her zaman olabileceği fikrini vermektedir.

“Bunun ötesinde bir de Allah, velinin veli olduğunu bir başka veliye bildirmezse, veli onun bu durumunu bilemez. Evet, her ikisi de Allah’ın veli kuludur ama Allah bildirmezse bunu bilemezler. Binaenaleyh bir veli, kendi yolunu ayan-beyan görür ve o yolda yürür. Diğeri de kendi yolunu öyle görür ve o yolda yürür ama her ikisi de veli olmalarına rağmen biri diğerinin yanlış yolda olduğunu düşünebilir ve birbirlerini yıpratabilirler. Ashab-ı kiram arasında bu tür hâdiselerin cereyan etmesi buna bir delildir.

Hazreti Ali, muhakkak ki haklıydı. O, Hazreti Osman’ın son devirlerinde çevre vilayetlerde baş gösteren, Müslümanlığın ruhuna aykırı bir kısım davranışlara karşı, açılan gedikleri tamir etmek ve tıkamak istiyordu. Bu itibarla da durumu çok zordu. İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) dâr-ı bekâya irtihalinin ardından yirmi seneden fazla bir zaman geçmiş ve bu yirmi senelik zaman içinde Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) devrindeki saffet az dahi olsa bozulmuştu. Müslümanlığın çilesini çekmeyen yeni bazı kimseler İslama girmiş ve toplumun kaderine hükmetmeye başlamıştı. Dahası, bunlardan pek çoğu, o günkü siyasi hava içinde hakkı daha evvelkilerin gördüğü gibi göremeyen kimselerdi… Bu gibi sebeplerle olan olmuştu.

**

Hazreti Ali, Resûl-i Ekrem devrini, o devirdeki duruluğu tekrardan ihya etmek istiyordu. Ancak o dönemde Müslümanların içine değişik fikrî cereyanlar ve fitneler girmişti ve bu meselede muvaffak olmak çok zordu. Yine de bir nebze muvaffak olundu çok zordu. Yine de bir nebze muvaffak olundu ise bu, Haydar-ı Kerrâr ve Şâh-ı Merdân’ın gücü, onun dirayet ve zekâsı sayesinde olmuştu.
O devirde Şam’da, Bizans’ın mirası üzerine konan bir kısım insanlar vardı. Bunlar zengin evlerde neş’et etmişlerdi ve başlarındaki insanları da öyle görmek istiyorlardı. Onlar İslâm’ın, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) devrine ait saffetini görememişlerdi ve her şeyi Emeviler’de görüyorlardı. Birdenbire bunlara “Fıtratınızı değiştirin!” demek ve onların değişmesini beklemek çok zordu. Bunun için Hazreti Muaviye ehven-i şer ile amel ediyordu. Hazreti Ali ise asla buna yanaşmıyor ve âdeta “Hayır, ille de Ebubekir ve Ömer devirlerindeki saffet!” diyordu. Bunun karşısında Hazreti Muaviye ise, “O devir bozulmuştur. Sen bilemiyorsun ya Ali! Bu devirde öyle idare edilmez. Sen bu işi yapamazsın.” diyordu. İşte meselenin temelinde bu farklı mülâhazalar vardı.

Mesele, nihayetinde İslâmî bir hükme dayanıyordu: Bir İslâm memleketinde iki tane imam olursa, bunlardan bir tanesinin çekilmesi lâzımdı. Hazreti Osman (radıyallâhu anh) şehit edilince, -muhalif kalan bir kısım insanlar olsa da- sahabenin çoğu Hazreti Ali’ye (radıyallâhu anh) biat etmiş ve onu imam seçmişlerdi. Bu durumda Hazreti Ali imamsa, Hazreti Muaviye’nin kendisine biat etmesi gerekirdi. Ancak Hazreti Muaviye, “Seni zorla aldılar, getirdiler ve biat ettiler. Ben sana biat etmem.” diyordu. Meselenin siyasileşmesi ve askeri plânda ele alınması Sıffîn gibi vak’alara sebebiyet vermişti. Benim bu mesele hakkında âcizane mülâhazam şudur: Kâtil ve maktül, her ikisi de Cennet’te olduktan sonra, ellerini kendi kanlarına boyayan kimselerin kanı ile dilimizi kirletmeyelim. Zira Hazreti Ali de Hazreti Muaviye de Cennet’e gidecek fakat haklarında söz söyleyip onları tenkit edenler Cennet’e gidemeyebilirler.