Mevdudî,
on beş yaşından yetmiş küsur yaşına kadar hayatı kütüphanelerde geçmiş bir
insandır. Yazdığı kitaplar üst üste yığılınca kendi boyunu aşar. Yaşadığı
dönemde bir kısım içtimaî oluşumların mimarı olmuştur ve İslâm adına bir
aksiyon insanı olarak zihinlere kazınmıştır. Bazıları onu bazı düşüncelerinde
eleştirseler bile hasenatı o kadar çoktur ki, seyyiat denen şey onun yanında
görünmez olur. Kaldı ki temel anlayışımıza göre biz kendi günahlarımıza
bakıyor, başkalarının günahlarının deryada damla olduğunu düşünüyor ve kimseyi
ayıplama yoluna gitmiyoruz. Muhyiddin İbn Arabî
Hazretleri de bu ahlâkı ders vermiş, kendi seyyiatını gözünün önüne koyduğun
zaman neredeyse şeytanın günahlarını bile görmemek lâzım geldiğini ifade
etmiştir. Bu duygunun kaynağı Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve
sellem) bir hadisinde ifadesini şu şekilde bulmaktadır: “Senin en can alıcı hasmın, şahsî çerçeven ve
mahiyetin içindeki nefsindir.” Binaenaleyh insan, içindeki bu düşmana
bakmalı, başka şeylerle meşgul olmamalıdır. Zannediyorum böyle yapmakla o iki
önemli hasleti haiz olur: Kendi kusurlarını görme ve başkalarının kusurlarına
göz yumma. Zira kendi kusurlarını görmeyen hep başkalarının kusurlarıyla meşgul
olur. En büyük fazilet, kusur dendiği zaman insanın kendisini hatırlaması,
Cehennem dendiği zaman ellerini dizine vurup “Ah! Ben oraya girersem ne olur
hâlim!” demesi, eğer yeryüzünde şeytanlık birinin başına konacaksa, bunun kendi
başı olabileceği endişesini taşımasıdır.
Dünyanın
değişik yerlerinde İslâmî canlanmalara hareket veren insanlar her dönemde var olmuştur. Bu
insanlar hakkında menfi söz söylemek kesinlikle uygun değildir. Hele vefatlarından
sonra bunlar hakkında konuşmak büyük vebaldir. Sadece kendi fikir önderine
takılıp başkalarını yok saymak bir mü’minin yapacağı iş değildir ve olmamalıdır
da.
Tecdit
hareketi dünyada devamlı olacak ve her yüz senede bir müceddit gelecektir. Selef
arasında bile bir-iki tanesinin dışında hiçbir mücedditte ittifak edilmemiştir.
Aslında herkesin, bağlandığı zatı büyük görmesi, onun feyzinden istifade
edebilmesi adına önemlidir. Aksine onda bir kısım kusurlar gördüğü müddetçe
füyûzâtından istifade edemez. Ne var ki birini büyük görmek, başkalarını
kusurlu ve sapkın görmeye sebebiyet vermemelidir. Bu konuda yapılacak şey, onun
bazı noktalarda başkalarından üstün olduğu mülâhazasıyla ona bağlı bulunduğunu
ifade etmek ve daha faziletli ve üstün biri bulunduğunda ona gidebilmeye kapıyı
açık bırakmaktır.
**
“Allah
Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) devrinde, en birinci mesele olarak, nesle
eğilme ve milletin maarifine müteveccih olma, hayatın ders verici bir mektep
hâline getirilip objektif olması, her hâdiseden dersler çıkarılması gibi
hususlar ele alınıyordu. Gün geldi büyük çoğunluğu itibarıyla buna sırt dönüldü.
Fakat daha sonra bazı kimseler yavaş yavaş bu büyük ve ince meseleyi kavrayıp
tekrar ona yöneldiler. Gün geçtikçe bunların sayıları arttı ve bu anlayışla
dine hizmete teveccühler olmaya başladı. “Acaba bu anlayışta olan kimseler
meseleyi büyük dirayet ve zekâlarıyla mı kavramışlardı?” sorusuna verilecek
cevap olumlu olmayacaktır. Zira bu, bir itaat ve teslimiyet mevzuudur ve böyle
kabul edilmelidir. İnsanlar bazılarını dinlemiş, onlara bağlanmış ve onların
prensipleri altında hareket etmişler ve isabet ettiklerini gördükçe kanaat ve
yakinleri biraz daha artmıştır; mesele bundan ibarettir. Bu açıdan da kimsenin
kimseye karşı gurura girmeye hakkı yoktur. Kıtmir, mürşid meselesini böyle
anlamada fayda mülâhaza ediyorum.”