Thursday, April 27, 2017

İnsanlığın Yıldızının Parladığı Anlar


“Bir ülkenin bir başka ülkeye savaş ilan etmesi ânında halk yığınlarının sokaklara ve meydanlara dökülüp sevinç gösterilerinde bulundukları her zaman görülmüştür, bu tür gösterilerde sokakları dolduran halk yığınları arasından başka seslerin, daha yavaş, daha gerilerde kalmış seslerin de yükseldiği, yine bilinen bir gerçektir. Bir savaş ilanı ânında korku da, kaygı da kuşkusuz kendini gösterir; ancak bunlar açığa vurulmazlar, odalarda fısıltı biçiminde dolaşırlar ya da kül gibi olmuş dudaklardan bir türlü dışarı çıkamazlar. Kendi kendilerine, düşman askerleri çocuklarımızı öldürecek mi, diye soran anneler, malı, tarlası, evi, hayvanları ve ürünü için kaygılanan köylüler her zaman ve her ülkede bulunur. Acımasız düşman askerleri tarafından ekinleri çiğnenip evleri yağma edilmeyecek mi? Çalıştıkları tarlalar kanla sulanıp gübrelenmiş olmayacak mı?”
**
“İnsan adı verilen şu tuhaf yaratığın yeryüzüne ayak basışından bu yana geçen binlerce, belki de yüz binlerce yıl boyunca, insanoğlunun ilerleyişinin en büyük göstergesi olarak atın koşması, tekerleğin dönmesi, geminin kürekle ya da yelkenle hareket etmesi gösterilmişti. İnsanlık tarihi dediğimiz ve bilgi ile aydınlanmış o daracık alana sığdırılan bütün teknik gelişmeler, hiç de öyle dikkat çekici bir hızla gerçekleşmedi. Wallenstein'in orduları, Sezar'ın lejyonlarından çok daha hızlı ilerlemedi, Napoléon'un orduları Cengiz Han'ın akıncılarından daha çabuk yol almadı, Nelson'un gemileri Wikinglerin korsan kayıklarından ve Finikelilerin ticaret gemilerinden daha hızlı değildi. ChildeHarold yolculuğuna çıkan bir Lord Byron, bir günde, Pontus sürgününe giden Ovidius' tan daha fazla yol alamıyordu. On sekizinci yüzyılın büyük şairi Goethe, bin yıl önce yaşamış bir Havari Paulus'tan daha rahat ve daha hızlı yolculuk yapamıyordu. Ülkeleri birbirlerinden ayıran zaman ve mekân olgusu hiç değişmiyor, Roma İmparatorluğu zamanında nasılsa, Napoléon zamanında da öyle kalıyor. Kısacası, madde, insanoğlunun isteklerine karşı üstünlüğünü korumayı sürdürüyor.”
**

O âna kadar kendi içine kapalı bir yaşam biçimine sahip insanoğlunu, dünya ile bütünleştirecek olan bu büyük ve tarihsel olaya, telgrafın bulunduğu 1837 yılına, ne yazık ki okul kitaplarımızda çok az yer veriliyor: çünkü bu kitapları hazırlayanlar, ulusların ve ordu komutanlarının kazandıkları savaş ve utkularını, insanlığın gerçek utkusundan daha üstün tutuyorlar. Ama buna karşın, daha sonraki çağlarda gerçekleşecek hiçbir tarihsel olay, zaman ölçüsündeki bu köklü değişikliğin yol açtığı psikolojik etkisiyle kıyaslanamaz. Artık dünya değişmiştir. İnsanoğlu, Amsterdam, Moskova, Napoli ve Lizbon'da olup bitenleri aynı anda Paris'te de öğrenme olanağına kavuşmuş bulunuyor. Yalnızca bir adım daha atmak gerekiyor, o zaman dünyanın öteki yerleri de insanlığın ortak bilinci ve sıkı işbirliğiyle bir araya gelmiş olacak.
**
Bir mucizenin gerçekleşebilmesi ya da olağanüstü bir şeyin tamamlanabilmesi için bireyin, her şeyden önce bu mucizeye inanması gerekir. Bazen bilgisi kıt birinin çılgınlığı, bilginlerin yapmakta duraksadıkları yaratıcı hamleyi yapma olanağını verir.
**



“Hiç kimsenin dikkatini çekmeyen bu ufak tefek ve tıknaz adam, gözlerden uzak, sessiz bir yaşam sürüyor. Kalabalık içinde görünmekten kaçınıyor, çekik kara gözlerindeki o keskin bakışlarını, pek fark eden yok. Ziyaretine gelenlerin sayısı da çok az. Ama her gün düzenli olarak sabah saat dokuzda kütüphaneye gidiyor ve orada, öğle tatiline, saat on ikiye kadar oturuyor. On ikiyi tam on geçe evinde oluyor ve herkesten önce kütüphanede bulunmak için, bire on kala yeniden evinden çıkıyor ve akşamın altısına kadar orada oturuyor. Fakat haberalma servislerinde çalışan ajanlar, yalnızca çok konuşan adamlara dikkat ettikleri ve çok okuyup çok öğrenen yalnız insanların, dünyamızda gerçekleştirilen devrimlerde oynadıkları rolün ne kadar büyük olduğunu bilmediklerinden, kundura tamircisinin evinde oturan bu sessiz ve önemsiz adam hakkında hiç bilgi toplamıyorlar. Sosyalist çevrelerin bu adamla ilgili bütün bildikleri, Londra'daki Rus mültecilerin çıkardığı küçük ve radikal bir derginin yazıişleri sorumlusu olduğu ve Petersburg'da, adı o zamanlar dile alınmayan bir partinin başkanlığını yaptığıdır. Sosyalist partinin en saygın üyeleri bile, yöntemlerini yanlış bulup haklarında sert eleştiriler yapan ve küçümseyici sözler söyleyen bu adamla uzlaşmanın asla mümkün olamayacağını bildikleri için, onunla pek fazla ilgilenmezler.''