Saturday, February 23, 2019
Biz
“Gözümde denkleme kazara süzülüvermiş ve çarpanlarına ayrılamayan irrasyonel bir terim kadar huzur bozucuydu bu kadın.”
**
“İnsanların özgür, yani örgütlenmemiş vahşilik içinde yaşadığı dönemlere dair bir sürü inanılmaz şey okudum ve dinledim. Ama onca şey arasında bana inanılması en zor geleni, henüz embriyo aşamasında bulunsa bile o dönemlerin hükmi gücünün insanların bizim Çizelge'ye azıcık benzeyen bir şeyden, zorunlu yürüyüşlerden, kesinkes belirlenmiş yemek saatlerinden yoksun, canları ne zaman çekerse o zaman yatıp kalkarak yaşamalarına izin vermesidir. O zamanlarda sokaklarda ışıkların gece boyu yandığını, insanların geceleri dışarı çıkıp dolaştığını iddia eden tarihçiler bile var.
İşte bunu hiç aklım almıyor. Akılları ne denli kıt olursa olsun, böyle yaşamanın, günden güne ve yavaşça işlenmesi hariç, tümüyle cinayet anlamına geldiğini kavramaları gerekirdi. Hükümet (veya insanlık) idam cezasına izin vermiyor ama milyonlarca kişinin her gün yavaş yavaş öldürülmesine göz yumuyor. Bir insanı öldürmek − yani yaşamından 50 yıl almak − suç ama tüm insanların yaşamlarından 50.000.000 yılı çekip almak suç değil! Hayır, cidden, komik değil mi bu? Bugün 10 yaşındaki bir Sayı'nın yarım dakikada çözeceği bu ahlâki denklem sorununu çözememişler. Onca Kant'tan hiçbiri çözememiş (çünkü o kadar Kant'tan biri bile tutup bir bilimsel ahlâk kuralları sistemi, yani toplama, çıkarma, çarpma ve bölmeye dayalı bir sistem bile akıl edememiş).
**
“Yani işte ben orada, herkesle bir adım ama hepsinden ayrıydım. Bahsettiğim heyecanlı olayın etkisiyle, eski trenlerin üzerinden geçtiği demir köprüler misali hâlâ titriyorum. Kendimi duyumsuyorum. Ama sadece içine kirpik kaçan göz, şişmiş parmak veya çürük diş kendini duyumsar, bireysel varlığının bilincine varır. Sağlıklı göz veya parmak ya da diş varlarmış gibi görünmezler. Yani gayet açık, değil mi? Kendi kendinin bilincine varmak, hastalıktır.”
**
“Ne kadar önceydi? Okul yıllarımda... √ — 1 ilk o zaman başıma gelmişti. Öylesine açık; kafama kazınmış gibi. Parlak, küresel dinleme salonunu, yüzlerce yuvarlak oğlan başını ve matematik öğretmenimiz Pliapa'yı hatırlıyorum. Pliapa lakabını biz takmıştık. Çoktan eskimişti, dökülüyordu ve görevli ne zaman fişini taksa hoparlörden önce "Pliapliapliatşşşşş" gibi bir ses çıkıyor ve dersi ancak bundan sonra dinleyebiliyorduk. Bir gün Pliapa bize irrasyonel sayıları anlattı: nasıl ağladığımı, sıramı yumruklayıp, "√ — 1'i istemiyorum! Alın benden √ — 1'i!" diye bağırdığımı hatırlıyorum. O irrasyonel kök yabancı, tuhaf ve ürkütücü bir şey gibi gelmişti: içimi kemiriyordu; etkisizleştiremiyor veya anlamlandıramıyordunuz çünkü tümüyle oran dışıydı.”
**
“DDS sınırının üzerinde çalışan bir makine gibiyim: Rulmanlar aşırı ısınıyor; bir dakika daha devam ederse metal erimeye ve damlatmaya başlayacak ve her şey sona erecek. Çabucak üzerime soğuk su − mantık − dökülmeli. Kovalarla döküyorum ama mantık sıcak rulmanlar üzerinde tıslayarak buharlaşıyor.
E, limitini hesaba katmadan bir fonksiyon kurulamayacağı açık tabii. Ve dün hissettiğimin, şu salak "evrenin içinde çözülmenin" limitine götürüldüğünde ölüme çıkacağı da açık. Çünkü ölüm tam budur: kendimin evren içinde mümkün tam çözülmesi. Haliyle, aşk için A, ölüm için Ö kullanırsak, A = f(Ö), yani aşk ve ölüm...”