Wednesday, July 18, 2018

Hendek Savaşı


“Hazreti Huzeyfe’nin (radıyallahu anh) yeğeni Abdülazîz anlatıyor: Amcam Huzeyfe (radıyallahu anh) Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ile katıldığı savaşlardan bahsederken mecliste bulunanlar: “Vallahi biz o savaşlarda bulunsaydık, kesinlikle şöyle şöyle yapardık!” dediler. Hazreti Huzeyfe: “Böyle düşünmeyiniz! Vallahi Hendek Harbi’nin olduğu günün gecesindeki durumumuzu çok iyi hatırlıyorum: Saflar hâlinde oturmuştuk. Düşmanlarımız Ebû Süfyân ve beraberindekiler üst tarafımızda, Kureyza Yahudileri de alt tarafımızda yerlerini almışlardı. Aile efradımıza baskın yapacaklarından endişe ediyorduk. O güne kadar öyle bir zifiri karanlık ve fırtınalı bir gece yaşamamıştık. Fırtına, gök gürültüsü gibi uğultulu ses çıkarıyordu. O müthiş karanlıkta kendi parmaklarımızı dahi göremez haldeydik. Böyle bir ortamda münâfıklar Peygamberimizden “Evlerimiz açıktadır.” diyerek izin istemeye başladılar. Hâlbuki evleri açıkta falan değildi, aksine kaçmak için yalan uyduruyorlardı. Allah Resûlü izin talep eden münafıklara izin veriyor, onlar da peyderpey evlerine gidiyorlardı. Sayımız üç yüz dolaylarında idi. Derken Allah Resûlü, bizleri tek tek kontrol etmeye başladı. Eşimin bana verdiği ve dizlerimi geçmeyen yün giysiden başka, düşmana ve soğuğa karşı kendimi koruyacağım bir şeyim yoktu. Allah Resûlü yanıma geldiğinde, üşüdüğüm için dizüstü duruyordum. “Kimsin? Adın ne senin?” diye sordu. “Huzeyfe.” dedim. “Huzeyfe!” dedi. Ben elbisem kısa olduğu ve üşüdüğüm için yere çömelmiştim. “Buyurun Yâ Resûlallah!” dedim ve istemeyerek de olsa kalktım. Allah Resûlü: “Düşman hakkında çeşitli haberler geliyor, bana onlardan doğru bir haber getir!” buyurdu.

Askerler arasında en fazla korkan ve en çok üşüyen ben idim. Yola çıktım. Nebîler Nebîsi de benim için, “Allah’ım! Onu önünden, ardından, sağından, solundan, üstünden, altından koru!” diyerek dua buyurdu. Vallahi onun bu duası üzerine, Rabbim içimde ne korku ne de soğuk bıraktı. Önceden hissettiklerim de kayboldu gitti. Artık ne korkuyor, ne de üşüyordum. Dönüp giderken Peygamber Efendimiz beni: “Huzeyfe! Dönüp Benim yanıma gelinceye kadar düşman içinde bir olay çıkarma!” diye uyardı.

Gittim, gizlice düşman karargâhına yaklaştım. Yanmakta olan ateşlerin aydınlığında, onları takip ettim. Baktım; esmer, iri yarı bir adam, ellerini ateşte ısıtıp böğrüne sürüyor ve “Geri dönelim, geri dönelim.” diyordu. Daha önce Ebû Süfyân’ı hiç görmemiştim. Yanan ateşin aydınlığında, o adama atmak için sadağımdan beyaz uçlu bir ok çıkardım ve yayıma yerleştirdim. Sonra Peygamberimizin “Dönüp yanıma gelmedikçe düşman içinde bir olay çıkarmayasın!” şeklindeki emrini hatırladım ve okumu tekrar sadağıma yerleştirdim. Sonra bana bir cesaret geldi, ordunun içine kadar girdim. En yakınımda Amiroğulları vardı. Birbirlerine: “Ey Amiroğulları, geri dönün, geri dönün, artık burada kalınmaz!” diyorlardı. Şiddetli rüzgâr onların ordularının bulunduğu alanda esiyor, bir karış bile onların sınırını geçmiyordu. Vallahi rüzgârın onların göçleri ve yatakları arasında savurduğu taşların seslerini duyuyordum. Sonra Allah Resûlüne gitmek üzere oradan ayrıldım. Yaklaşık olarak yolun yarısına geldiğimde, baktım; başları sarıklı, yirmi kadar süvari: “Arkadaşına haber ver, Allah ona yeterli yardımı gönderdi.” dedi. Peygamberimizin yanına vardığımda, Peygamber Efendimiz bir örtüye bürünmüş namaz kılıyordu. Allah’a kasem ederim ki, döner dönmez yine korkmaya, titremeye başladım. Allah Resûlü namazda iken eliyle bana işaret etti. Yaklaştım, örtüsünü üzerime örttü. Peygamberimizin âdeti idi: Mühim ve zorlu bir hadise ile karşılaştığında namaz kılardı. Kendisine düşman hakkında bilgi sundum, “Ben gelirken geri dönüyorlardı.” dedim.

Huzeyfe (radıyallahu anh) der ki: “Bu hadise ile ilgili olarak Cenâb-ı Hak şu mealdeki âyetleri indirdi:

“Ey iman edenler! Allah’ın üzerinizdeki nimetini hatırlayın. Hani birleşik ordular üzerinize saldırmıştı da, Biz onlara karşı, bir rüzgar ve sizin göremediğiniz ordular göndermiştik. Allah yaptığınız her şeyi görüyordu. O vakit onlar hem üstünüzden hem alt tarafınızdan gelmişlerdi. Gözleriniz şaşkınlıktan ötürü kaymış, yüreğiniz ağzınıza gelmişti. Siz de Allah hakkında türlü türlü zanlar beslemeye başlamıştınız. İşte orada müminler çetin bir imtihana tâbi tutulmuş, şiddetle silkelenmiş ve kuvvetli bir şekilde sarsılmışlardı. Hani münâfıklar ve kalplerinde şüphe hastalığı olanlar: “Allah ve Resûlünün bize zafer vadetmesi, meğer bizi aldatmak içinmiş!” diyorlardı. Bir kısmı: “Ey Yesribliler! Burada düşmana karşı koyamazsınız, mevzilerinizi bırakıp evlerinize dönünüz!” diyordu. Onlardan bir başka bölük: “Evlerimiz açıkta ve korumasız durumda!” diyerek Peygamberden izin istiyorlardı. Hâlbuki gerçekte evleri tehlikeye maruz değildi, onlar sadece savaştan kaçmak istiyorlardı.” (Ahzâb, 33/9-13)”