Dün Gee'ye sormak üzere olduğum, ama cesaret edemediğim bir sorum var," dedi Roger. "Dilekçeyi Conrad imzaladı mı? Onun adını ne avukatım andı ne de Gee."
Alice olumsuz anlamda başını salladı.
"Ben kendim ona yazarak imzasını istedim," diye ekledi, hoşnutsuz bir ifadeyle. "Gösterdiği gerekçeler belirsizdi. Zaten siyasi konularda hep kaypak olmuştur. Belki de asimile olmuş bir İngiliz vatandaşı olarak kendini çok da güvende hissetmiyordun öte yandan bir Polonyalı olarak, Almanya'dan Rusya'dan nefret ettiği kadar nefret ediyor, çünkü onlar ülkesini yüzyıllar boyunca haritadan silmişlerdi. Her neyse, bilemiyorum. Biz senin dostların olarak hepimiz buna çok üzülüyoruz. İnsan büyük bir yazar, ama siyasi konularda pısırığın teki olabiliyor. Sen bunu herkesten iyi bilirsin, Roger."
Casement başını salladı. Soruyu sorduğuna pişman olmuştu. Bilmeseydi daha iyiydi. O imzanın yokluğu, ceza indirimi dilekçesini Edmund D. Morel'in de imzalamak istemediğini avukatı Gavan Duffy'den öğrendiği zamanki kadar içini kemirecekti artık. Dostu, kardeşi Bulldog! Kongo yerlileri uğruna girdikleri savaştaki bu can yoldaşı da, savaş zamanında vatanseverce sadakat gerekçesini ileri sürerek dilekçeyi imzalamayı kabul etmemişti.
"Conrad'in dilekçeyi imzalamamış olması işleri çok fazla değiştirmez," dedi tarihçi. "Onun Asquith hükümeti üzerinde siyasi nüfuzu sıfırdır."
"Hayır, elbette değiştirmez," diye kabullendi Roger.
Belki dilekçenin başarısı ya da başarısızlığı açısından bir önemi yoktu, ama kendisi için, yüreğinin derinliklerinde önemliydi. Hücresinde umutsuzluğa kapıldığı zamanlarda, kendisi de dahil olmak üzere onca insanın hayran olduğu, onun gibi prestij sahibi bir kişinin bu kritik zamanda kendisini desteklediğini, o imza aracılığıyla ona bir anlayış ve dostluk mesajı yolladığını hatırlamak, ona iyi gelebilirdi.
"Onu çok uzun zaman önce tanımıştın, öyle değil mi?" diye sordu Alice, sanki düşüncelerini okumuş gibi.
"Tam olarak yirmi altı yıl önce. 1890 Haziranı'nda Kongo'da tanımıştım," diye belirtti Roger. "Henüz yazar değildi. Ama yanlış hatırlamıyorsam bir roman yazmaya başladığını söylemişti. İlk yayımladığı Almayer'in Buda-lalığı'ydı hiç kuşkusuz. Adıma imzalanmış olarak bana yollamıştı. Bir yerlerde saklamışımdır. O zamanlar daha hiçbir şey bastırmamıştı. Denizciydi. O kuvvetli Polonya şivesi yüzünden İngilizcesi zar zor anlaşılıyordu."
"Hâlâ anlaşılmıyor," diye gülümsedi Alice. "Hâlâ o korkunç aksanıyla konuşuyor İngilizceyi. Sanki 'ağzında çakıl taşlan çiğnermiş gibi' der Bernard Shaw. Ama hoşumuza gitse de gitmese de harika yazıyor."
Roger'ın belleği, İngiliz ticaret filosunun o genç kaptanının, henüz başlamakta olan yaz mevsiminin o nemli sıcağı altında şakır şakır terleyerek, oraların yabancısı olan cildine karşı amansızca saldırıya geçen sivrisineklerin sokmalarından son derece rahatsız bir halde Matadi'ye geldiği 1890 Haziranı'ndaki o günün anısını getirmişti aklına. Saçları dökülüp alnı açılmış, kapkara sakallı, dik duruşlu, gözleri çukura kaçmış otuz yaşlarındaki bu adamın adı Konrad Korzeniowski'ydi ve Polonyalıydı, birkaç yıl önce İngiliz vatandaşlığını almıştı. Belçika Yukarı Kongo'yla Ticaret Anonim Şirketi'nin adamı olarak, Leopoldville-Kinshasa ile Kisangani'deki Stanley Şelaleleri arasında mal ve tüccarları getirip götüren o küçük vapurlardan birinin kaptanı olarak gelmişti. Burası vapur kaptanı olarak onun ilk görev yeriydi, bu da kafasını hayaller ve tasarılarla doldurmuştu. II. Leopold'ün, Afrika'yı uygarlaştırıp Kongoluları kölelikten, putperestlikten ve daha başka barbarlıklardan kurtarmaya azmetmiş büyük hümanist hükümdar olarak kendine bir imaj oluşturmakta kullandığı bütün o fanteziler ve mitlerle kafası dolu olarak gelmişti Kongo'ya. Asya ve Amerika denizlerinde uzun yıllar yolculuk etmiş biri olarak deneyimine, yabancı dillere yatkınlığına ve okumuşluğuna rağmen, bu Polonyalının Roger Casement'ı hemen cezbeden masum ve çocukça bir yanı vardı. Birbirlerine yakınlık duymuşlardı, o kadar ki, tanıştıkları o aynı günden, Korzeniowski'nin Le Roi des Belges adlı gemisinin dümenine geçmesi gerektiği için Leopoldville-Kinshasa'ya giden kervan yolundan yanında otuz taşıyıcıyla birlikte yola çıktığı üç hafta sonrasına kadar sabah, öğle, akşam görüşmüşlerdi.
Matadi'nin çevresinde gezintiye çıkıyorlar, sömürgenin artık var olmayan, yıkıntıları bile kalmamış ilk ve geçici başkenti Vivi'ye ve, efsaneye göre Livingstone Şelalesi'nin ilk çağlayan ve çavlanlarıyla Şeytan Kazanı'nın, Portekizli Diego Cao'yu dört yüzyıl önce durdurduğu Mpozo îrmağı'nın denize açıldığı yere kadar gidiyorlar. Lufundi düzlüğüne gittiklerinde, Roger Casement bu genç Polonyalıya, kâşif Henry Morton Stanley'in kendine yaptığı, yıllar sonra bir yangında yok olan ilk konutunun yerini göstermişti. Ama her şeyin ötesinde, pek çok şey hakkında, özellikle de Konrad'ın daha yeni ayak bastığı, Roger'ınsa artık altı yıldır bulunduğu bu çiçeği burnunda Bağımsız Kongo Devleti'nde olup bitenler üzerine uzun uzun konuşmuşlardı. Dostluk kurmalarından birkaç gün sonra, bu Polonyalı denizci, çalışmaya geldiği bu yerle ilgili olarak kafasında getirdiğinden çok farklı bir fikir edinmişti. 28 Haziran 1890 Cumartesi sabahı, Kristal Dağlarına doğru erkenden yola çıkmadan önce, Roger'la vedalaşırken dediği gibi "ırzına geçilmiş olarak" ayrılıyordu oradan. Çakıl taşlarını hatırlatan o belirgin şivesiyle aynen böyle söylemişti: "Siz benim ırzıma geçtiniz, Casement. II. Leopold hakkında, Kongo Bağımsız Devleti hakkında bildiklerimin ırzına geçtiniz. Hatta hayat hakkındaki düşüncelerimin." Sonra da dramatik bir ifadeyle yinelemişti:
"Irzıma geçtiniz."
Roger'ın Londra'ya yaptığı yolculuklar sırasında birkaç kez yeniden görüşmüşler, ara sıra birbirlerine mektuplar yazmışlardı. O ilk buluşmadan on üç yıl sonra, 1903'ün Haziran ayında ingiltere'de bulunan Casement, Joseph Conrad'dan (artık adı böyleydi ve saygın bir yazar olmuştu), Kent'teki Hythe'da bulunan küçük kır evi Pent Çiftliği'nde bir hafta sonu geçirmek üzere davet almıştı. Romancı, karısı ve oğluyla birlikte orada sade ve münzevi bir hayat sürüyordu. Roger'ın yazarın yanında geçirdiği o iki günle ilgili çok sıcak anıları vardı. Artık saçlarının arasında gümüşi teller görünüyordu, gür bir sakalı vardı, şişmanlamış, kendini ifade ediş biçimine belli bir entelektüel azamet yerleşmişti. Ama Roger'a karşı son derece coşkulu davrandı. Roger, daha yeni okuduğu ve Kongo'da yaşanan o korkunç şeylerin olağanüstü bir betimlemesi olarak kendisini yürekten duygulandırdığını ona da söylediği, Kongo'da geçen romanı Karanlığın Yüreği için onu kutladığında, Conrad iki eliyle onu tutarak sözünü kesti.
"O kitabın ortak yazarı olarak siz görünmelisiniz, Casement," dedi, omuzlarına hafif hafif vurarak. "Sizin yardımınız olmasaydı onu dünyada yazamazdım. Gözümdeki perdeyi kaldırdınız. Afrika'yla ve Bağımsız Kongo Devleti'yle ilgili olarak. Ayrıca insan denilen o vahşi hayvan konusunda."
Yemek üstüne baş başa oturduklarında -son derece mütevazı bir aileden gelen ölçülü bir kadın olan Bayan Conrad'la çocuğu dinlenmeye çekilmişlerdi-, küçük bir ikinci kadeh Porto şarabından sonra, Roger'a, Kongolu yerlilerin iyiliği için bütün o yaptıklarından dolayı "İngilizlerin Bartolomé de las Casas'ı" diye anılmaya layık olduğunu söyledi. Roger böyle bir övgü karşısında kulaklarına kadar
kıpkırmızı kesilmişti. Kendisi hakkında bu kadar iyi düşünceler besleyen, hem ona hem de Edmund D. Morel'e II. Leopold'e karşı açtıkları kampanyada o kadar yardım eden bir kişi, nasıl olur da yalnızca ölüm cezasının indirilmesini isteyen bir dilekçeyi imzalamaya yanaşmazdı? Bu imza onu hükümet karşısında ne gibi bir taahhüde sokabilirdi ki?
Londra'ya gittiği zamanlarda Conrad'la arada bir gerçekleşen daha başka karşılaşmalarını da hatırlıyordu. Bir keresinde Grosvenor Meydanı'ndaki kendi kulübü Wellington Club'da, Dışişleri'nden meslektaşlarıyla buluştuğunda da karşılaşmışlardı. Yazar, yanındakilerden ayrıldıktan sonra kendisiyle birlikte bir kadeh konyak içmek üzere kalmasında ısrar etmişti. Matadi'ye uğramasından altı ay sonra, Polonyalı denizci oralarda yeniden göründüğünde içinde bulunduğu feci durumu hatırlamışlardı. Roger Casement, ambarlar ve taşımacılıktan sorumlu olarak aynı yerde çalışmayı sürdürüyordu. Konrad Korzeniowski, Roger'ın daha altı ay önce tanımış olduğu, umutlarla dolu, coşkulu genç adamın gölgesi bile olamazdı. Sırtına yıllar binmişti sanki, sinirleri altüst olmuştu, parazitler yüzünden mide sorunları çekiyordu. Sürekli ishal olmaktan çok kilo kaybetmişti. Keyfi kaçmış ve kötümserleşmiş olarak, kendini gerçek hekimlerin ellerine emanet edebilmek için bir an Önce Londra'ya dönmekten başka bir şeyin hayalini kurmuyordu.
“Görüyorum ki cangıllar size merhametli davranmamış, Konrad. Telaşlanmayın. Malarya böyledir, ateş düşse bile geçmesi uzun sürer."
Roger'ın hem evi hem de ofisi olan o küçük evin terasında yemek üstüne sohbet ediyorlardı. Matadi'de o gece ne ay vardı ne de yıldızlar; ama yağmur yağmıyor, sigara içerek ellerindeki kadehlerden küçük yudumlar alırlarken böceklerin vızıltısı onlara ninni gibi geliyordu.
"En kötü olanı ne cangıldı ne bu sağlıksız iklim ne de yaklaşık iki hafta boyunca beni yarı baygın bırakan hastalık ateşi," diye yakındı Polonyalı. "Beş gün üst üste kanlı sıçmama neden olan o korkunç dizanteri de değildi. En kötüsü, Casement, en kötüsü, bu lanet ülkede her gün yaşanan o korkunç şeylere tanık olmaktı. İnsan gözlerini nereye çevirse, o kara şeytanların da beyaz şeytanların da yaptıkları bütün o şeylerdi."
Konrad, şirkete ait olan ve kumanda etmesi gereken o küçük Le Roi des Belges gemisiyle Leopoldville- Kinshasa'dan Stanley Şelaleleri'ne kadar gidiş-dönüş bir yolculuk yapmıştı. Kisangani'ye doğru yaptığı bu yolculukta her şey kötü gitmişti. Kinshasa yakınlarındayken, deneyimsiz kürekçiler bir girdaba kapıldıklarından kanoları alabora olunca boğulmasına ramak kalmıştı. Malarya yüzünden, yerinden kalkacak hali olmadan, ateşler içinde yanarak küçük kamarasında yatağa serilip kalmıştı. Le Roi des Belges'in bir önceki kaptanının, köylerden birinin yerlileriyle girdiği bir tartışmada oklarla öldürüldüğünü de oradayken öğrenmişti. Belçika Yukarı Kongo'yla Ticaret Anonim Şirketi'nin, ücra bir yerleşim yerinde fildişi ve kauçuk toplamakta olan bir başka çalışanını gidip oradan aldığında, adam yolculuk sırasında bilinmedik bir hastalıktan ölmüştü. Ama Polonyalıyı çileden çıkaran şey, bu fiziksel talihsizlikler değildi.
"Ahlaki çöküntü, bu ülkedeki her şeyi istila eden o ruh çöküntüsü," diye tekrarladı, boğuk, kasvetli bir sesle, sanki ansızın uğursuz bir hayal görmüş gibi.
"Tanıştığımızda ben sizi hazırlamaya çalışmıştım," diye hatırlattı ona Casement. "Orada Yukarı Kongo'da karşılaşacağınız şeyler konusunda daha açıklayıcı olmadığım için üzgünüm."
Neydi onu bu kadar etkileyen? Yamyamlık gibi son derece ilkel âdetlerin bazı topluluklarda hâlâ geçerli olduğunu keşfetmek mi? Kabilelerde ve ticaret noktalarında birkaç frank karşılığında sahip değiştiren kölelerin hâlâ ortalıkta dolaşıyor olması mı? Sözde kurtarıcıların Kongoluları baskı ve köleliğin çok daha zalim biçimlerine maruz bıraktıkları mı? Yerlilerin kamçı darbeleriyle yarılmış sırtlarının görüntüsü mü kahretmişti onu? Ömründe ilk kez bir beyazın bir zenciyi, bütün bedenini yaralardan bir çapraz bulmacaya çevirene kadar kırbaçladığını görmek mi? Roger ondan ayrıntıları istememişti, ama hiç kuşku yok ki Le Roi des Belges'in kaptanı, bir an önce ingiltere'ye dönmek amacıyla üç yıllık sözleşmesini iptal ederek istifa ettiğinde, korkunç şeylere tanık olmuş biriydi. Dahası, Stanley Şelaleleri'nden dönüşünde Leopoldville-Kinshasa'dayken, Belçika Yukarı Kongo'yla Ticaret Anonim Şirketinin "yelekli ve şapkalı barbar" dediği müdürüyle şiddetli bir tartışmaya- giriştiğini de anlatmıştı Roger'a. Kendisi İçin uygarlık anlamına gelen İngiltere'ye dönmek istiyordu artık.
"Karanlığın Yüreği'ni okudun mu?" diye sordu Roger, Alice'e. "İnsanoğlunun oradaki görüntüsü sence doğru mu?
"Herhalde değil," diye karşılık verdi tarihçi. "Kitap yeni çıktığında bir salı akşamı bunu çok tartıştık. O roman, Afrika'nın oraya giden uygar Avrupalıları birer barbara çevirdiğini anlatan ibretlik bir öykü. Senin Kongo Raporu'nsa daha çok bunun tersini göstermişti. En kötü barbarlıkları oraya götürenlerin biz Avrupalılar olduğunu. Üstelik sen bir vahşiye dönüşmeden Afrika'da yirmi yıl yaşadın. Dahası, sömürgeciliğin ve İmparatorluğun erdemlerine inanarak gittiğinden daha uygarlaşmış olarak geri döndün."
"Conrad, Kongo'da insanoğlunun ahlaki çöküntüsünün su yüzüne çıktığını söylerdi. Yani hem beyazların, hem zencilerinkinin. Karanlığın Yüreği pek çok kez uykularımı kaçırmıştır. Bence o kitap ne Kongo'yu ne gerçekleri ne de tarihi değil, cehennemi anlatıyor. Kongo, bazı Katoliklerin salt kötülük dedikleri o korkunç görüşü anlatmak için kullanmış bir bahane."