Thursday, February 28, 2019

Experimental Results



Scientists want true positives. They are known as “discoveries” and can win you things like Nobel Prizes, smooches from your romantic partner, and continued funding.

True negatives are less fun. They’re like thinking you’d tidied the house and done the laundry, only to realize that, nope, that was just in your head. You’d rather know the truth, but you wish it were otherwise.

By contrast, false negatives are haunting. They’re like looking for your lost keys in the right place but somehow not seeing them. You’ll never know how close you were.
Last is the scariest category of all: false positives. They are, in a word, “flukes,” falsehoods that, on a good hair day, pass for truths. They wreak havoc on science, sitting undetected in the research literature for years and spawning waste-of-time follow-ups. In science’s never-ending quest for truth, it’s impossible to avoid false positives altogether—but it’s crucial to keep them to a minimum.

That’s where the p-value comes in. Its whole purpose is to filter out flukes.

Statistics


A statistic is an imperfect witness. It tells the truth, but never the whole truth.


Restrictions Birth Creativity



Human laws are flexible, subject to repeal and renegotiation. The drinking age is 21 in the US, 18 in Britain, 16 in Cuba, “never” in Afghanistan, and “step right up” in Cambodia. Any country can stiffen or relax its drinking laws at a whim (and of course, the stiffer your drink and the laxer your laws, the more whim-prone you become). Geometry’s laws are not like that. There’s no wiggle room: no president to issue pardons, no jury to acquit, no officer to let you off with a warning. Math’s rules are self-enforcing, unbreakable by their nature.

Yet as we’ve seen, and shall see many times again, that’s not a bad thing. Restrictions birth creativity. The laws on what shapes can’t do come packaged with case studies illuminating what they can. In design projects ranging from sturdy buildings to useful paper to planet-destroying space stations, geometry inspires even as it constrains.


Hardy



Hardy was forever judging, weighing, comparing. He rated mathematicians, the work they did, the books and papers they wrote. He held firm opinions on everything, and expressed them. When a Cambridge club to which he’d belonged moved to change its official colors, Hardy took six pages to attack the plan. He faulted a sacrosanct academic tradition of almost two centuries’ standing, and condemned it, unrelentingly, for more than twenty years. All his enthusiasms, peeves, and idiosyncrasies were like that—sharp, unwavering, vehement. He hated war, politicians as a class, and the English climate. He loved the sun. He loved cats, hated dogs. He hated watches and fountain pens, loved The Times of London crossword puzzles

Lack of Paper



“Once, the story goes, a friend found him around the docks during working hours, prowling for packing paper on which to work calculations. Another time, Sir Francis called Narayana Iyer into his office. How, he demanded to know, sternly regarding his aide, had these pages of mathematical results gotten mixed into this important file? Was he, perhaps, using office time to dabble in mathematics? Narayana Iyer pleaded innocent, claimed the math wasn’t in his handwriting at all, that perhaps it was Ramanujan’s work. Sir Francis laughed. Of course it was Ramanujan’s work. He’d known as much all along.”

Saturday, February 23, 2019

Ramanujan


A thousand years before the British came, Indians were doing mathematics. Before the seventh century, while the West was still mired in awkward Roman numerals, India had introduced the numerals we use today. The zero, a symbol expressing nothingness, represented a particular triumph; it may go back to as early as the second century B.C. but definitely appeared in a book in the third century and on the wall of a temple near Gwalior, in central India, in the ninth (where it helped specify a flower garden as 270 units long).

Many of India’s contributions to mathematics were spurred by the need to know, based on astronomical factors, the correct times for Vedic ceremonies. Algebra, geometry, and trigonometry were all thereby enriched. Figures like Aryabhata, born in A.D. 476, who established one of the earliest and best values for π, and Brahmagupta, 150 years later, left theorems even now associated with their names.

It was a rich tradition, but one quite different from that of Greece, the cradle of Western mathematics. Whereas the Greeks, especially Euclid, emphasized formal proof, as in the step-by-step process high school students first encounter in geometry, Indian mathematics stressed the results themselves, however obtained. And without that winnowing out of mathematical dross that formal proof achieved, Indian mathematics was wildly uneven; some of it was just plain wrong. One Muslim writer noted in a book about India that Hindu mathematics was “a mixture of pearl shells and sour dates . . . of costly crystal and common pebbles.”

“By the twentieth century, the pearl shells and crystal had long lain buried in the dust of time. For centuries, India had stood its mathematical ground against the rest of the world. But now, that was ancient history; of late it had added little to the world’s mathematical treasure. Only a line of brilliant mathematicians in Kerala, on the subcontinent’s southwest tip, broke the gloom that otherwise extended back to the great Bhaskara of the twelfth century. The birth of the Mathematical Society could not ensure a rebirth. But its founders—hungry to connect with the West, proud of their country’s heritage yet soberly aware that reverence for the past was no substitute for present achievement—surely hoped it did.

It was into this nascent new world that Ramanujan “came out,” as it were, as a mathematician in 1911.”

Biz


“Gözümde denkleme kazara süzülüvermiş ve çarpanlarına ayrılamayan irrasyonel bir terim kadar huzur bozucuydu bu kadın.”

**
“İnsanların özgür, yani örgütlenmemiş vahşilik içinde yaşadığı dönemlere dair bir sürü inanılmaz şey okudum ve dinledim. Ama onca şey arasında bana inanılması en zor geleni, henüz embriyo aşamasında bulunsa bile o dönemlerin hükmi gücünün insanların bizim Çizelge'ye azıcık benzeyen bir şeyden, zorunlu yürüyüşlerden, kesinkes belirlenmiş yemek saatlerinden yoksun, canları ne zaman çekerse o zaman yatıp kalkarak yaşamalarına izin vermesidir. O zamanlarda sokaklarda ışıkların gece boyu yandığını, insanların geceleri dışarı çıkıp dolaştığını iddia eden tarihçiler bile var.

İşte bunu hiç aklım almıyor. Akılları ne denli kıt olursa olsun, böyle yaşamanın, günden güne ve yavaşça işlenmesi hariç, tümüyle cinayet anlamına geldiğini kavramaları gerekirdi. Hükümet (veya insanlık) idam cezasına izin vermiyor ama milyonlarca kişinin her gün yavaş yavaş öldürülmesine göz yumuyor. Bir insanı öldürmek − yani yaşamından 50 yıl almak − suç ama tüm insanların yaşamlarından 50.000.000 yılı çekip almak suç değil! Hayır, cidden, komik değil mi bu? Bugün 10 yaşındaki bir Sayı'nın yarım dakikada çözeceği bu ahlâki denklem sorununu çözememişler. Onca Kant'tan hiçbiri çözememiş (çünkü o kadar Kant'tan biri bile tutup bir bilimsel ahlâk kuralları sistemi, yani toplama, çıkarma, çarpma ve bölmeye dayalı bir sistem bile akıl edememiş).

**
“Yani işte ben orada, herkesle bir adım ama hepsinden ayrıydım. Bahsettiğim heyecanlı olayın etkisiyle, eski trenlerin üzerinden geçtiği demir köprüler misali hâlâ titriyorum. Kendimi duyumsuyorum. Ama sadece içine kirpik kaçan göz, şişmiş parmak veya çürük diş kendini duyumsar, bireysel varlığının bilincine varır. Sağlıklı göz veya parmak ya da diş varlarmış gibi görünmezler. Yani gayet açık, değil mi? Kendi kendinin bilincine varmak, hastalıktır.”


**
“Ne kadar önceydi? Okul yıllarımda... √ — 1 ilk o zaman başıma gelmişti. Öylesine açık; kafama kazınmış gibi. Parlak, küresel dinleme salonunu, yüzlerce yuvarlak oğlan başını ve matematik öğretmenimiz Pliapa'yı hatırlıyorum. Pliapa lakabını biz takmıştık. Çoktan eskimişti, dökülüyordu ve görevli ne zaman fişini taksa hoparlörden önce "Pliapliapliatşşşşş" gibi bir ses çıkıyor ve dersi ancak bundan sonra dinleyebiliyorduk. Bir gün Pliapa bize irrasyonel sayıları anlattı: nasıl ağladığımı, sıramı yumruklayıp, "√ — 1'i istemiyorum! Alın benden √ — 1'i!" diye bağırdığımı hatırlıyorum. O irrasyonel kök yabancı, tuhaf ve ürkütücü bir şey gibi gelmişti: içimi kemiriyordu; etkisizleştiremiyor veya anlamlandıramıyordunuz çünkü tümüyle oran dışıydı.”


**
“DDS sınırının üzerinde çalışan bir makine gibiyim: Rulmanlar aşırı ısınıyor; bir dakika daha devam ederse metal erimeye ve damlatmaya başlayacak ve her şey sona erecek. Çabucak üzerime soğuk su − mantık − dökülmeli. Kovalarla döküyorum ama mantık sıcak rulmanlar üzerinde tıslayarak buharlaşıyor.

E, limitini hesaba katmadan bir fonksiyon kurulamayacağı açık tabii. Ve dün hissettiğimin, şu salak "evrenin içinde çözülmenin" limitine götürüldüğünde ölüme çıkacağı da açık. Çünkü ölüm tam budur: kendimin evren içinde mümkün tam çözülmesi. Haliyle, aşk için A, ölüm için Ö kullanırsak, A = f(Ö), yani aşk ve ölüm...”


Bir Öğretmenin Öğrenciler Üzerindeki Uzun Vadeli Etkilerini Anlamak


Öğretmenler sadece içerik değil, aynı zamanda öğrencilerin başarılı yetişkinler haline gelmek için ihtiyaç duydukları çeşitli becerileri de öğretirler. Yeni bir araştırma bu becerileri geliştirmenin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor: Öğrencilerinin öz-düzenleme gibi bilişsel olmayan becerileri geliştirmelerine yardımcı olan öğretmenler, yalnızca standart test sonuçlarını iyileştirmeye odaklanan öğretmenlerle kıyaslandığında öğrencilerinin notlarının yükselmesine ve mezun olma ihtimallerinin artmasına daha çok katkıda bulunuyor.
Araştırmacı ekipten ekonomi profesörü C. Kirabo Jackson, “İyi öğretmenler, öğrencilerinin test sonuçları başarısından çok daha fazlasını etkiler,” diyor.
Kuzey Carolina’da 570.000’den fazla öğrenciye ait veriyi inceleyen çalışmada Jackson, öğrencilerinin bilişsel olmayan becerilerini – motivasyon ve yeni durumlara uyum sağlama becerisinin yanı sıra öz-düzenleme becerisi de dahil olmak üzere – geliştirmeye yardımcı olan dokuzuncu sınıf öğretmenlerinin öğrenciler üzerinde çok büyük etkilere sahip olduğunu buldu. Bu öğrencilerin derslere daha çok katılım gösterdiği, notlarının daha iyi olduğu ve akranlarına oranla mezun olma olasılıklarının daha yüksek olduğu keşfedildi. Ayrıca, uzaklaştırma alma veya sınıf tekrarı yapma ihtimalleri de daha düşük çıktı. Bu faydalar öğrencilerin lise hayatları boyunca devam etti.
Jackson’a göre problem, gelecek başarısı için değerli olan becerilerin genellikle testlerle ölçülememesi. Öğretmenler test sonuçlarını yükselttikleri için takdir edilse de, Jackson’ın analizi, derse katılım gibi öğrenci davranışını iyileştiren öğretmenlerin bu öğrenciler için daha iyi uzun vadeli sonuçlara yol açtığını gösteriyor. Jackson, öğrencilerin bilişsel olmayan becerilerindeki iyileşmenin liseden mezun olma olasılıklarını yüzde 1.47 oranında artırdığını, test sonuçlarındaki gelişmenin ise bu ihtimali yalnızca yüzde 0.12 oranında etkilediğini buldu.
Çalışmanın ortaya koyduğu diğer uzun vadeli sonuçlarla birleştiğinde bu bulgular, gelişmekte olan öğrencilerde bilişsel olmayan becerilerin ne kadar önemli olduğunu kanıtlar nitelikte.

Öğretmenlerin önemi
Araştırmalara göre eğitimin diğer yönleriyle karşılaştırıldığında, öğrenci başarısı üzerindeki en büyük etkiye sahip olan şey öğretmenler. İyi eğitimli bir öğretmenin üniversiteye daha fazla öğrenci gönderme ve öğrencilerinin iyi bir kazanç sağlayacağı işlere girmesine yardımcı olma ihtimali daha yüksek.
Jackson, test sonuçlarındaki başarının öğretmenlerin yapabileceklerinin yalnızca bir kısmı olduğunu ve hemen gözlemlenebilir olmasa da, öğretmenlerin öğrencilerinin genel refahında çok önemli bir rol oynadığını belirtiyor. 2015 yılına ait bir araştırma, öğrencilerin sosyal ve duygusal sağlığını teşvik etmenin uzun vadeli ekonomik kazanımlara yol açtığını gösteriyor. Bunun sebebi, bu öğrencilerin sağlıklarının, eğitimlerinin ve işlerinin daha iyi; çocuk veya yetişkin suçu işleme olasılıklarının ise daha düşük olması.
“Yetişkinlikte ihtiyaç duyulan becerilerdeki yetkinlik, test sonuçlarındaki performanslara bakılarak ölçülemiyor,” diyor Jackson. Eğer bir öğretmenin değerini test sonuçlarını ne kadar yükselttiğine bakarak ölçmeye kalkarsak, büyük resmi kaçırırız.
Öğrenme bilimi
Sinirbilim ve psikoloji alanlarındaki yeni araştırmalar, bilişsel olmayan becerilerin neden uzun vadeli yararları olduğunu açıklıyor.
“Bilim bize diyor ki; beyin işlerken ve büyürken güvende olmaya, sıcaklığa ve hatta kucaklanmaya ihtiyaç duyar,” diye açıklıyor Stanford Üniversitesi profesörü Linda Darling-Gammond. “Olumsuz bir duygu haliyle karşılaştırıldığında, olumlu bir duygu hali içindeyken çok daha etkili bir şekilde öğreniriz. Okuldaki yaklaşımımızı da bu bilgi ışığında şekillendirmemiz gerekiyor.”    
2017 yılında okurlarımıza, öğrenci hayatını değiştirecek potansiyele sahip bir öğretmenin hangi özelliklere sahip olması gerektiğini sorduk. Aldığımız cevaplardan çok azı sınav sonuçları ya da akademik başarıyla ilgiliydi. Cevapların büyük çoğunluğu harika öğretmenlerin öğrencilerine güven verdiğini, onlara sevildiklerini hissettirdiğini, inandığını, sabırlı olmayı öğrettiğini ve potansiyellerini gerçekleştirmelerine yardım ettiğini belirtiyordu. Ve bu özellikler testlerle ölçülemez.
Öğrencinin uzun vadeli başarısı, akademik bilgiden çok davranışla ilgili. Bir araştırma, öğrencilerin liseyi bırakmasının sebebi olarak disiplin problemlerini ya da ekonomik veya ailesel sıkıntıları işaret ediyor. Öğrenciler okulu akademik sorunlar nedeniyle bıraksa bile bunun nedeni genelde katılım eksikliği. Bu yüzden, öğrencileri okulda tutmanın en iyi yolu sınav sonuçlarını yükseltmelerine yardımcı olmak değil; onlara okula ait olduklarını ve bir şeylere etki edebileceklerini hissettirmek.
Ana fikir: Öğretmenin değerini “ölçmek” için, sınav sonuçlarına olan etkisinden daha öteye bakmak gerekiyor. Öğrencilerinin bilişsel olmayan becerilerini geliştiren öğretmenler, liseden mezun olma ihtimali gibi öğrencilere uzun vadede etki edecek sonuçları da iyileştirmeyi başarıyor.

Saturday, February 9, 2019

Why Babies Need Blankies?



Although the cutting edge of parenting advice evolves minute by minute, some principles never change: cuddles are good; head trauma is bad; and swaddling your little one is a must. We’ve been wrapping our young since the Paleolithic, and thousands of years from now, I’m sure that the survivors of the zombie apocalypse will still be swaddling their traumatized infants.

Babies need blankets because—please forgive the technical jargon—babies are small.

Once again, ignore the details: the tiny toothless mouth, the eensy wiggling toes, the small bald head that smells so amazing. Think of a baby the way you’d think of any organism: as a homogenous bundle of chemical reactions. Every activity of the body is built on such reactions; in some sense, the reactions are the creature. That’s why animals are so temperature-sensitive: Too cold, and the reactions slow to a halt; too hot, and some chemicals deform, making key reactions impossible. You’ve got to keep a close eye on the thermostat.

Heat is created by reactions in each cell (i.e., in the interior). And heat is lost through the skin (i.e., at the surface). This creates a familiar tug-of-war: interior vs. surface.



Bigger animals, being more interior-heavy, will have an easy time keeping warm. Smaller ones, being surface-heavy, will struggle. That’s why you’re most vulnerable to cold in your surface-heavy extremities: fingers, toes, and ears. This also explains why cold climates support only big mammals: polar bears, seals, yaks, moose, mooses, meeses, and (depending on your zoology professor) the Sasquatch. A surface-heavy mouse wouldn’t stand a chance in the Arctic. Even at moderate latitudes, mice cope with heat loss by eating a quarter of their body weight in food each day.

A baby isn’t a mouse, but it’s definitely not a yak. Its tiny body expends heat like governments spend money. And to stifle that heat loss, there’s no cuddlier option than a blankie.

Creativity vs Rules... and Math


You can make the case that all creative endeavors are about pushing against constraints. In the words of physicist Richard Feynman, “Creativity is imagination in a straitjacket.” Take the sonnet, whose tight formal restrictions—Follow this rhythm! Adhere to this length! Make sure these words rhyme! Okay… now express your love, lil’ Shakespeare!—don’t undercut the artistry but heighten it. Or look at sports. Humans strain to achieve goals (kick the ball in the net) while obeying rigid limitations (don’t use your hands). In the process, they create bicycle kicks and diving headers. If you ditch the rulebook, you lose the grace. Even the wacky, avant-garde, convention-defying arts—experimental film, expressionist painting, professional wrestling—draw their power from playing against the limitations of the chosen medium.

Creativity is what happens when a mind encounters an obstacle. It’s the human process of finding a way through, over, around, or beneath. No obstacle, no creativity.


But mathematics takes this concept one step further. In math, we don’t just follow rules. We invent them. We tweak them. We propose a possible constraint, play out its logical consequences, and then, if that way leads to oblivion—or worse, to boredom—we seek a new and more fruitful path.

How To Think Like A Mathematician




To be honest, mathematicians don’t do much. They drink coffee, frown at chalkboards. Drink tea, frown at students’ exams. Drink beer, frown at proofs they wrote last year and can’t for the life of them understand anymore.

It’s a life of drinking, frowning, and, most of all, thinking.
Rather, the verbs of the mathematician all boil down to actions of thought. When we calculate, we turn one abstraction into another. When we give proofs, we build logical bridges between related ideas. When we write algorithms or computer programs, we enlist an electronic brain to think the thoughts that our meat brains are too slow or too busy to think for themselves.

Every year that I spend in the company of mathematics, I learn new styles of thought, new ways to use that nifty all-purpose tool inside the skull: How to master a game by fussing with its rules. How to save thoughts for later, by recording them in loopy Greek symbols. How to learn from my errors as if they were trusted professors. And how to stay resilient when the dragon of confusion comes nibbling at my toes.

In all these ways, mathematics is an action of the mind.

Math With Bad Drawings



One day that September, I found myself leading an awkward impromptu discussion of why we study geometry. Did grown-ups write two-column proofs? Did engineers work in “no calculator” environments? Did personal finance demand heavy use of the rhombus? None of the standard justifications rang true. In the end, my 9th graders settled on “We study math to prove to colleges and employers that we are smart and hardworking.” In this formulation, the math itself didn’t matter. Doing math was a weightlifting stunt, a pointless show of intellectual strength, a protracted exercise in résumé building. This depressed me, but it satisfied them, which depressed me even more.
The students weren’t wrong. Education has a competitive zero-sum aspect, in which math functions as a sorting mechanism. What they were missing—what I was failing to show them—was math’s deeper function.

Why does mathematics underlie everything in life? How does it manage to link disconnected realms—coins and genes, dice and stocks, books and baseball? The reason is that mathematics is a system of thinking, and every problem in the world benefits from thinking.

Çöle Direnmek

Can Bahadır Yüce - Kronos


Modern edebiyatın başyapıtlarından Tatar Çölü, kavurucu bir yalnızlığın kadere dönüşmesinin romanıdır. Dino Buzzati taşlı çölün ortasındaki bir kaleye atanan Teğmen Drogo’nun hikâyesini anlatır. Kıtaya yeni çıkmış genç subay, kaleyi görür görmez geri dönmeye niyetlenecek ama ömrü o çölde geçecektir. İlk günlerde komutanına sorar: “İnsanın kalede canı sıkılmıyor mu yüzbaşım?” Aldığı cevap, kitabın anahtar cümlesidir: “İnsan alışıyor.”
Ufkumuz iyice çölleştiğinden beri arada bu romanı ve çöle alışan kahramanını düşünürüm. Çünkü kitabın görkemli alegorisi bizim gerçekliğimizi tarif ediyor: Çorak bir yaşantıya her geçen gün alışıyoruz.
Çoraklık değer erozyonuyla başlar, kültürün yitip gitmesiyle de çöle dönüşür. Mario Vargas Llosa’nın kültürün ölümü hakkındaki kitabına bir yerde değinmiştim: Çürüyen toplumlarda kültürün öldüğü bilinir, diyordu Perulu romancı, ama bu ölüm ilan edilmez.
Kültür yalnızca birtakım eylemlerin toplamı değil, aynı zamanda bir yaşam biçimidir. Bu yüzden kültürün ölümü temelde yaşama üslubunun kaybı anlamına gelir. Kültürün “uzun süren ölümü” demek belki daha doğru: T. S. Eliot konuyu irdelediği kitabını 1948’de yazmıştı. Yetmiş yıl sonra, karşımızda “Çorak Ülke” şairinin çizdiğinden daha kötü bir tablo var.
Çölleşmeye yol açan şeylerin listesini verirken entelektüellerin yerini palyaçoların almasından, kültür ile turizmi aynı zanneden sığ zihniyetten yakınıyordu Llosa. (Örnek vermiyordu ama iktidarına başlarken ilk iş olarak kültür ve turizm bakanlıklarını birleştiren bir hükümetten daha iyisini bulamazdı.) Bir “teşhir medeniyeti”nde (dinin gösteriye indirgendiği, mesela rabia işareti yapmanın önemli, rüşvet yemenin önemsiz olduğu bir toplumda) kültürün nefes almayacağını söylüyordu. Yazar yanılmıyordu—her şey gözümüzün önünde oldu.
Füsun Akatlı “kültürsüzlüğümüzün kışı” demişti, ben “çöl”ü yeğliyorum. Çöl zorlama bir teşbih değil, düpedüz kabile yasalarının geçerli olduğu bir sahra var önümüzde. İroni şu: Çölün mimarları, kültür ve medeniyet kelimelerini hâlâ dilinden düşürmüyor. Oysa bedeviler medeniyet kuramaz—olsa olsa medineyi bozarlar.
Peki, insan çölde yaşamayı kendisi seçebilir mi? Tatar Çölü‘nün asıl sarsıcı tarafı, bu sorunun cevabını yüzümüze çarpması. Çöle alışan, bir süre sonra çölü ister. Buzzati o kadar ustaca anlatır ki bunu, her şey sıradan görünür, bir yerde teğmenin mutsuzluğundan kuşkuya düşeriz. Bu çelişki, çölde yaşamak zorunda bırakılmış toplumların aldırışsızlığını da açıklar.
Bir askerin yalnızlığını değil, bir insanlık durumunu anlattığı için etkileyicidir Buzzati’nin romanı. Bir noktadan sonra çölde bekleyiş kadere dönüşür. O eşiği geçmemek, çöl taşlarına benzememek için umudu sürdürmek yetmez, eylem de gerekir. (“Ömrüm belki kendi hatam yüzünden bir çölde geçti,” diyen Tanpınar ola ki bunu anlatıyordu.) Geriye yavaşça solup giden bir gülüşün, elden kayıp gitmiş bir ömrün hikâyesi kalır.
Asıl felaket çöle hapsedilmek değil, insanın çölü içinde taşımasıdır. Çöle direnmenin yolu: Bedevileşmemek, içimizin çoraklaşmasına izin vermemek, serap gördüğümüzü söyleyenlere aldırmamak… Roman kahramanlarından öğreneceğimiz şeyler var. Teğmen Drogo ıssız çölün ortasında yıldızları görmek için gökyüzüne bakmayı unutmaz: “Sonra, karanlıkta, hiç kimsenin kendisini göremeyeceğini bilmesine rağmen, gülümser.”

Diktatör Edebiyatı

Can Bahadır Yüce - Kronos

Modern çağın diktatörleri milyonlarca insanı mezara gönderirken sayısız ağacın da katili oldular: Yazdıkları yavan, sıkıcı, tuğla gibi kitaplar yıllar boyu baskı üstüne baskı yaptı.
Lenin’in 55 ciltlik toplu yapıtlarından Mao’nun “İncil’den sonra en çok basılan kitap” diye bilinen Küçük Kırmızı Kitap’ına, diktatörlerin elinden çıkmış metinler “diktatör edebiyatı” (dic-lit) başlığı altında değerlendiriliyor.
“Diktatör edebiyatı” yetersiz ve zorlama bir terim gibi görünse de adlandırmayı ikna edici bulan, üzerine kafa yoranlar var. Bunun son örneği, Daniel Kalder yeni kitabında* şu soruya yanıt arıyor: Diktatörler niçin kitap yazar?
Kalder için kıvılcımı diktatör edebiyatının en kof kitaplarından biri çakmış: Türkmenbaşı Saparmurat Niyazov’un ölümünden sonra dev bir Ruhname her gece farklı bir sayfası açık kalacak biçimde sergilenince, yazar tiranların kaleme aldığı metinleri incelemeye karar vermiş. (Ruhname o kadar kötü yazılmış ki Kalder’ın kitabı bitirmesi üç yıl sürmüş.)
Diktatörlerin kitap takıntısının ardında gerçekten ne var? ‘İcraat’larının kalıcılığından hep kuşku duyduklarını düşünürsek, her şeye rağmen kalıcı bir eser bırakma arzusu olabilir. Belli ki toplumları denetim altına almak diktatörlere yetmemiş, insan ruhunu da (Stalin yazarları “insan ruhunun mühendisleri” diye tanımlamıştı) kontrol etmek istemişler.
Diktatörlerin yazma merakı bize aslında yazının güçle ilişkisi hakkında çok şey söyleyebilir (Kalder konuya pek girmiyor). Belli ki despotlar yaşamdaki iktidarlarını yazıya da taşımaya hevesliydiler. 1960’larda Kızıl Muhafızlar “en çok Başkan Mao’nun kitaplarını severim” flamaları taşımak zorundaydı.
Yirminci yüzyıl diktatörleri “tumturaklı, savruk, içi boş, muğlak, aptalca, hatta rezil” kitaplarını yazarken kupkuru bir dil kullandılar, çünkü o dil gerçeği eğip bükmeye daha elverişliydi. (Bürokratik resmi dilin otoriterliğe zemin hazırladığına ilk dikkati çeken galiba Orwell’dir.)
Okudukları kitaplar diktatörleri, diktatörler dünyayı (kitapları değilse de yaptıklarıyla) şekillendirdi. Örneğin Ne Yapmalı, Lenin’in yaşamını değiştirmişti—Çernişevski’nin didaktik romanını okuduktan sonra Lenin yazılı metnin de bir “savaş alanı” olduğuna inandı. Stalin ise henüz liderinin yapıtıyla tanışmadan önce Hugo’nun devrim romanı Doksan Üç’ün tutkunuydu.
Evet, kitaplar tehlikelidir. Bazen de kitaplar hiçbir şeyi değiştirmiyor—öldüğünde 16 bin kitabı olan Hitler 35 yaşında temel yazım kurallarını bile öğrenememişti. Belki yazının ironisi: Tutarsız bir laf salatası olsa da Kavgam bugün hâlâ okunan tek diktatör kitabı. Oysa yazdıkları kimi zaman “okunabilir” olan diktatör Mussolini’ymiş—ola ki gazetecilik tezgâhından geçtiği için hiç değilse etkili cümle kurmayı öğrenmiştir.
Kalder’e göre ana beşlinin (Lenin, Stalin, Mussolini, Hitler, Mao) yazdıkları “diktatör kanonu”nu, gerçek cehennem kütüphanesini oluşturuyor. Ötekilerin, yazarın deyişiyle “küçük şeytanlar”ın yazdıkları ise önemsiz kitaplar. Franco’nun fantezilerinden Çavuşesku’nun Temmuz Kuramı’na, Saddam’ın gülünç tarihi romanlarından Kaddafi’nin o berbat Yeşil Kitap’ına kadar diktatörlerin yazdıkları kendileriyle birlikte tarihinin çöplüğüne gitti. Tozlanmış raflardaki diktatör sözleri bugün yalnızca ibret ve ürperti uyandırıyor.
Elbette kitapların hepsi ‘kuram’ metni değil ama Kalder sanki şunu demeye de getiriyor: Modern zamanlarda diktatör olmanın bir koşulu kitap yazmaktır. (Kafamızı daha önce de kurcalamış bir soru: Cahil diktatör olur mu?)
Daniel Kalder’ın kitabı beklentiyi karşılamasa da ilginç ve ürkütücü bir dünyaya kapı aralıyor. Bizim yerimize diktatörlerin kitaplarını okuduğu için yazara teşekkür etmeliyiz. Çünkü diktatörlerin ve diktatör bozuntularının yeterince tatsızlaştırdığı hayatlarımız bir de onların kitaplarını okumak için çok kısa.

Saturday, February 2, 2019

İslamda İktidarın Temelleri

Kerim Balcı-tr724.com

Ali Abderrâzık, Ezher ulemasından, dini yaşantısıyla çevresine örnek olmuş bir insan. Modernist, reformist veya liberal bir fikir adamı değil. Şu temel soruyla uğraşıyor kitabında: Hazreti Peygamber’in halifesi olan zat, O’nun hangi vasıflarının halifesidir? O’nun yokluğunda O’nun hangi yetki ve sorumlulukları halifesine, yani vekiline geçer?

Bu soru öncelikle, “Hazreti Peygamber’in vekaleten devr alınabilecek ne gibi vasıfları, veya bugünün ifadesiyle “ofis”leri vardı?” sorusunun cevaplanmasını gerektiriyor. Hazreti Muhammed peygamberdi ve peygamberliğin kendisinden sonra vekaleten de olsa icra edilemeyeceği açık. Elbette bir eş, bir baba, bir arkadaş, bir tüccar idi aynı zamanda. Ama bunların hiçbiri vekaleten devr alınabilecek vasıflar değil.

Peki bu vasıfların dışında başka ne gibi vazifeleri, otoriteleri vardı? Ve acaba bunlar “halifelik” makamına geçebilecek vazifeler miydi? Bir kral mıydı mesela? Devlet adamı mıydı? Emirü’l-Mü’minin miydi? Ordu komutanı mıydı?

Ali Abderrâzık, “hepsiydi ve hiç biriydi” cevaplarını birlikte veriyor. Hepsiydi, çünkü O varken bunların hiçbirini O’ndan başka birinin yapması düşünülemezdi. Ama hiç biriydi, çünkü bunların herhangi birini sistemleştirmiş, vekaleten yapılacak bir hale getirmiş olarak yürümedi Ruhunun ufkuna. Oysa dinini kemale erdirmiş, peygamberlik vazifesini tamamlamıştı. Eğer kral veya devlet reisi olsaydı, bir devlet yönetimi sistematiği kurmuş, onu da kemale erdirmiş olurdu. Oysa bazı bölgelere geçici görevlerde gönderdiği hakemler ve zekat memurları dışında valiler tayin etmemiş, bir bütçe yapmamış, bırakınız modern devletin bürokrasisiyle kıyaslamayı, Hazreti Ömer döneminde tesis edilecek devlet yönetimini andıracak ölçekte bir yönetim sistemi bile kurgulamamıştı.
“Bugün dininizi kemale erdirdim,” ayetinin siyaset için bir karşılığının olmadığı ortada. Peygamber Aleyhisselam bize henüz kemale ulaşmamış, embriyonik aşamadaki bir yönetim sistemini bıraktıysa, bunun kemal derecesinin bir şahsın halifeliği olduğunu kim, neye dayanarak iddia edebilir?
Hazreti Peygamber’in inananların birlikteliğinin başı olduğu tezini elbette kabul ediyor Ali Abderrâzık, ama bu vasfın halifelik müessesesine geçmiş olduğunu reddediyor. Halifeliğin daha ilk halifeden itibaren ümmet arasında bölünmelere yol açtığının ve daha ilk halifeden itibaren baskı ve zor kullanılarak tesis edilmiş olduğunun altını çiziyor yazar, elbette, ilk dört halife için bu ifadeleri kullanırken ne kadar zorlandığını da vurgulayarak. Ancak bunu bir sorun ve bir eksiklik olarak görmüyor Abderrâzık: Krallık, padişahlık, liderlik veya her ne isim verilirse verilsin, siyasi hüküm şiddet veya şiddet tehdidi ile tesis edilir zira…
Özetle, halifelik müessesesinin, veya siyasal iradenin gerekliliğini tartışmıyor Ali Abderrâzık; halifelerin Hazreti Peygamber’in, ve bazı Batınî mezheplerin iddia ettikleri üzere Hazreti Allah’ın halifesi oldukları iddiasına karşı çıkıyor.
Şu sorunun da cevaplarını arıyor kitabında: Eğer dini bir müessese olmuş olsaydı Kur’an’da ve hadiste halifeliğe neredeyse hiç yer verilmemiş olur muydu? Peygamberini “Leste aleyhim bi-musaytır — Sen onlar üzerine zorlayıcı değilsin,” diye tanımlayan bir dinin inananları, zorla tesis ve idame edilen halifelik makamına nasıl oldu da kutsallık yüklediler?
Yöneticilerle alakalı bazı ayetleri ve hadisleri yorumlarken de özetle şöyle diyor Ali Abderrâzık: “Bunlar bir halife olması gerektiğini değil, bir kralın, bir siyasi idarenin kaçınılmaz olarak olacağını söylerler. Yöneticilere itaati emreden ibarelerden yola çıkarak halifelik müessesesinin kutsallığına ulaşan, ilgasını küfürle eşit gören mantıkla, dilencilere iyi davranılmasını emreden hadisten dilencilerin kutsal varlıklar olduğu ve her şehrin bir dilencisi olması gerektiği sonucuna da ulaşılmış olmaz mı?”
Kitabın beni düşünceye asıl sevk eden bölümü şu sorunun cevabının arandığı bölüm: İslam alimleri Yunan medeniyetinin kitaplarının Arapçaya çevrildiği dönemde mantık, felsefe, tıp, müzik, anatomi, gök bilimi ve daha ne kadar antik Yunan bilimi varsa hepsini içselleştirdi ve geliştirdiler. Ama Eski Yunan’ın en ziyade meşgul olduğu siyaset bilimi konusunda Farabi’nin Medinet’ül-Fadıla’sı ve Kelile ve Dimne gibi birkaç pedagojik eser dışında elle tutulur hiçbir çalışma yapılmadı. Neden?