Tuesday, October 11, 2016

Saatleri Ayarlama Enstitüsü

Çirkin diyorsunuz, binaenaleyh bugünün telakkilerine göre sempatik demektir. Sesi kötü, diyorsunuz, şu halde dokunaklı ve bazı havalara elverişli demektir. Kabiliyetsiz diyorsunuz, o halde muhakkak orjinaldir. Yarın baldızınızla meşgul olurum...Yarından itibaren baldızınız sahnededir, meşhurdur, gazetelerde ismi sık sık geçer...

**
Saatçiyan Efendi gözlerini ayakkabılarımdan ayırdı; daha doğrusu bu ayakkabıların tek başına oraya gelmediklerini, bir sahipleri bulunması lazım geldiğini, o biçarenin de bir başı ve bu başta da bir çehrenin mevcut olabileceğini düşündü.

**
Dinlemesini biliyorsun, ki bu mühim bir meziyettir. Hiçbir işe yaramasa bile insanın boşluğunu örter, karşısındakiyle aynı seviyeye çıkarır!

**
Bu daima böyledir. Hadiseler kendiliğinden unutulmaz. Onları unutturan, tesirlerini hafifleten, varsa kabahatlilerini affettiren daima öbür hadiselerdir.

**
İşler bizden sonra dünyaya gelmişlerdir. İşleri onları görecek adamlar icat eder.

**
İş insanı temizliyor, güzelleştiriyor, kendisi yapıyor, etrafıyla arasında bir yığın münasebet kuruyordu. Fakat iş aynı zamanda insanı zaptediyordu. Ne kadar abes ve mânasız olursa olsun bir işin mesuliyetini alan ve benimseyen adam, ister istemez onun dairesinden çıkmıyor, onun mahpusu oluyordu. İnsan kaderinin ve tarihin büyük sırrı burada idi.

**
Hayatta her şey sınıf sınıf. Kadınlar da öyle değil mi? Selma Hanımefendi, Nevzat Hanım, Pakize, sonra Pakize'nin kardeşi olduğu halde mesela büyük baldızım... Hepsi ayrı cinsten. Daha niceleri var. Kâinat lâhana gibi, yaprak yaprak, kat kat...

**

Saatleri Ayarlama Enstitüsü

Çirkin diyorsunuz, binaenaleyh bugünün telakkilerine göre sempatik demektir. Sesi kötü, diyorsunuz, şu halde dokunaklı ve bazı havalara elverişli demektir. Kabiliyetsiz diyorsunuz, o halde muhakkak orjinaldir. Yarın baldızınızla meşgul olurum...Yarından itibaren baldızınız sahnededir, meşhurdur, gazetelerde ismi sık sık geçer...

**
Saatçiyan Efendi gözlerini ayakkabılarımdan ayırdı; daha doğrusu bu ayakkabıların tek başına oraya gelmediklerini, bir sahipleri bulunması lazım geldiğini, o biçarenin de bir başı ve bu başta da bir çehrenin mevcut olabileceğini düşündü.

**
Dinlemesini biliyorsun, ki bu mühim bir meziyettir. Hiçbir işe yaramasa bile insanın boşluğunu örter, karşısındakiyle aynı seviyeye çıkarır!

**
Bu daima böyledir. Hadiseler kendiliğinden unutulmaz. Onları unutturan, tesirlerini hafifleten, varsa kabahatlilerini affettiren daima öbür hadiselerdir.

**
İşler bizden sonra dünyaya gelmişlerdir. İşleri onları görecek adamlar icat eder.

**
İş insanı temizliyor, güzelleştiriyor, kendisi yapıyor, etrafıyla arasında bir yığın münasebet kuruyordu. Fakat iş aynı zamanda insanı zaptediyordu. Ne kadar abes ve mânasız olursa olsun bir işin mesuliyetini alan ve benimseyen adam, ister istemez onun dairesinden çıkmıyor, onun mahpusu oluyordu. İnsan kaderinin ve tarihin büyük sırrı burada idi.

**
Hayatta her şey sınıf sınıf. Kadınlar da öyle değil mi? Selma Hanımefendi, Nevzat Hanım, Pakize, sonra Pakize'nin kardeşi olduğu halde mesela büyük baldızım... Hepsi ayrı cinsten. Daha niceleri var. Kâinat lâhana gibi, yaprak yaprak, kat kat...

**

Hürriyet


Benim çocukluğumun belli başlı imtiyazı hürriyetti.

Bu kelimeyi bugün sadece siyasî mânasında kullanıyoruz. Ne yazık! Onu politikaya mahsus bir şey addedenler korkarım ki, hiçbir zaman mânasını anlamayacaklardır. Politikadaki hürriyet, bir yığın hürriyetsizliğin anahtarı veya ardına kadar açık duran kapısıdır. Meğer ki dünyanın en kıt nimeti olsun; ve bir tek insan onunla şöyle iyice karnını doyurmak istedi mi etrafındakiler mutlak surette aç kalsınlar. Ben bu kadar kendi zıddı ile beraber gelen ve zıtlarının altında kaybolan nesne görmedim. Kısa ömrümde yedi sekiz defa memleketimize geldiğini işittim. Evet, bir kere bile kimse bana gittiğini söylemediği hâlde, yedi sekiz defa geldi; ve o geldi diye biz sevincimizden, davul zurna, sokaklara fırladık.

Nereden gelir? Nasıl birdenbire gider? Veren mi tekrar elimizden alır? Yoksa biz mi birdenbire bıkar, “Buyurunuz efendim, bendeniz artık hevesimi aldım. Sizin olsun, belki bir işinize yarar!” diye hediye mi ederiz? Yoksa masallarda, duvar diplerinde birdenbire parlayan fakat yanına yaklaşıp avuçlayınca gene birdenbire kömür veya toprak yığını hâline giren o büyülü hâzinelere mi benzer? Bir türlü anlayamadım.

Nihayet şu kanaata vardım ki, ona hiç kimsenin ihtiyacı yoktur.

Sunday, October 9, 2016

Çocuklarda Kardeş Kıskançlığının Sebebi Nedir?



Kıskançlığın temel özellikleri şunlardır:
1-) Kıskançlığın kökeni “kaybetme korkusu”dur. Kişi, sahiplendiği bir “değeri” kaybedeceği hissine kapıldığında davranışları anormalleşir. Kimi zaman ortamı terörize edip bağırır çağırır, kendine ya da başkalarına zarar verir. Kimi zaman da tam tersi içe kapanır, küser, çekilir bir kenara sessizleşir. Ortaya konulan anormal davranışların amacı, kaybı önlemektir.
2-) Kıskançlık “aklın” değil, “duygunun” ürünüdür. Çözüm “mantıkta” değil, “duyguda” gizlidir. Akıl ikna edildikçe değil, kişi kendini güvende hissettikçe kıskançlık azalır.
3-) Kıskançlık her insanda var olan “pasif duygudur”, uyarıldığında aktifleşir.
http://ademgunes.com/kose-yazilari/19/209/kardes-catismalari-ve-birkac-cozum-onerisi-2

Through fantasy, children face their fears and become braver


Fantasy stories take us back to the times when humans were a more helpless part of the natural world, troubled by the big questions. Where do we come from? Where do we go? Children want to ask those questions and so they easily embrace the conventions of fantasy, used since the very beginnings of storytelling, to confront what frightens and enchants them.

The question of where we come from and where we’re going can be addressed by introducing children to ghosts and ghouls, for example. The uniquely human experience of being separated from all other forms of life on this planet can be bridged by imagining their human skin turning into fur or feathers.

Fantasy is not mere childish escapism. There is a political aspect to it – we won’t try to change this world unless we are able to imagine another reality. One could say all change starts with fantasy.

--

Reading the stories of other cultures helps children to understand their fears, their hopes, their religious beliefs and the landscapes that formed their culture. Only imagination can let us wear the skin of the others and question our perceptions of the world.

What does it feel like to be blind? To be clumsy, sick or poor? How is the world different if you are beautiful or famous? How does it feel if you’re afraid of your own father? If school makes you feel stupid? Getting children to imagine something and write it down, paint it or turn it into music will help them and others to see the world differently.

--
Fantasy can teach children to notice things and deepen their interpretation of what they see. Ask children to consider: why do we wear red one day and blue another? Does sadness have a colour? Does joy? What colour does our best friend have if we close our eyes? What animal would they be? What animal am I? And which one would I like to be? Who would be a predator in your classroom? Who would be a bird?

Cornelia Funke
Source:The Guardian

WHY EVERY AMERICAN SHOULD READ THE RELUCTANT FUNDAMENTALIST

This year I find myself thinking of the opening lines of a novel published in 2007. “Excuse me, sir, but may I be of assistance? Ah, I see I have alarmed you. Do not be frightened by my beard: I am a lover of America.” So begins Mohsin Hamid’s Man Booker-shortlisted The Reluctant Fundamentalist, a novel which follows the transnational journey of Changez, a young man from Pakistan, as he leaves Lahore and becomes a successful businessman in New York City. Later, Changez, who has begun to feel welcome in New York due to the city’s ethnic diversity, witnesses 9/11 on television while on a business trip in Manila, and his life abruptly changes. Changez is not a practicing Muslim—Hamid goes as far as to suggest, in an article in The Guardian, that Changez may be an atheist—yet everyone perceives him as Muslim due to his ethnicity and place of birth, which results in Changez having to take a series of major, unexpected steps. All of this he tells to an unnamed American—the “you” of the opening, though it is also, of course, perhaps aimed at “assisting” American readers more broadly.
The Reluctant Fundamentalist, to me, is a novel we should read, or reread, in 2016 as much as in 2007. While hardly the only novel to address 9/11, terrorism, and religious tensions, it is certainly one of the most accessible books to do so. Here is a novel that resists a single, moralistic interpretation; instead, how one reads the ending largely depends on what one assumes about Pakistan and America. We can shape events, and, perhaps more importantly, events can reshape us, can recreate us, like impulsive gods, in their own image.
There were few Muslims in Dominica, the island I grew up in, but there was one well-known Muslim family, well-known largely because they had opened a famous store for electronics in our capital city simply called “The Muslim Store.” I went to the shop every so often as a child with my mother, and, aside from the name of the store and the fact that the male employees wore gray or black thobes and that once in a while I saw women near the store in hijabs or niqabs, I never saw the store-owners as anything particularly different from anyone else; the family there just seemed like so many other families in Dominica, a part of the eclectic mix that made up the island. The idea that I should fear or despise someone for following Islam was utterly foreign to me until 9/11, which I watched on television at home in Dominica. Muslims were never “the Other” until the American media and my own ignorance, briefly, convinced me that they should be.
Years later, I thought of this Dominican family again. Now, I, who had been raised Roman Catholic and briefly become a Wiccan, was an atheist, and had learnt on my own more about how Islam, like all religions, came in varieties: Ahmadiyya, Sunni, Shia, Islamism, and so on. I had learnt about the Islamic Golden Age, which not only produced important intellectual contributions in astronomy, mathematics, and more, but without which the European Renaissance may never have occurred. The memory of the simple shop surprised me. It was a reminder of something obvious, yet all too easy to forget: hate is something we learn, something colored, like romanticizing, by our memories. Hatred, as William Hazlitt reminds us in his perversely delightful essay from 1826, “On the Pleasure of Hating,” is complex; “hatred alone is immortal,” he writes, and it may well be impossible to live without some degree of hostility towards something in us. But in so many cases, hatred is also a failure, not of love, but of nuance, of complexity. It is easy to hate when we make the world small and simple; it is harder to hate large groups when we are able to understand the variety that lives in said groups.
Of course, love is too simple an answer. The opposite of hating, after all, is not loving; it is understanding.
The simple revolutionary idea—which I, like many others, find myself needing to relearn sometimes—is that even radical difference, sometimes, can be benign.
* * * *
I’ve always opened my undergraduate course, Intro to Global Literature, with Hamid’s novel, a book I myself first read after my best friend recommended it. Many of the American students confess to me they came into the class with a negative image of Muslims. Yet the novel showed them something new. Instead of “the West” talking about “the East,” which is most often the kind of narrative they know, The Reluctant Fundamentalist flips the script by having a Pakistani man narrate the entire tale, denying “the American” a direct voice. A few of my American students say that this feels uncomfortable; some even initially accuse Changez, whose name Hamid chose to echo Genghis Khan, of being “anti-American.” This, of course, is the point—to show how it feels to be in a one-sided narrative. Changez’s occasional political asides to “the American” intrigued and unnerved some students, like his idea that “terrorism…was defined [by the American government] to refer only to the organized and politically motivated killing of civilians by killers not wearing the uniforms of soldiers.” And what makes the book rise above simple moralism is its lack of certainty: Changez is an unreliable narrator, who openly admits he cannot remember the specifics of certain memories, and he is both likeable and questionable. He is what we sadly often don’t get in so many fraught discussions about religion, race, and violence: a believable human figure.
In many ways, The Reluctant Fundamentalist depicts the opposite of Orientalism, which refers to a set of beliefs, stereotypes about, and depictions of “the East,” broadly, from Westerners, a sort of language or template for describing a vast range of countries and people. The term was made famous by the Palestinian-American critic Edward Said’s 1978 book, Orientalism. Orientalism is the source of many stereotypes about “the East” in Western texts from the 18th century up to even the present; crucially, it is virtually always Westerners writing about the East within the system of Orientalism, with some Orientalists never having even set foot within the countries they claimed to be experts on. Orientalist rhetoric influenced how many Westerners imagined the Middle- and Far-East, creating a system whereby people can be reduced to what Chimamanda Ngozi Adichie calls “the single story.” It’s a bit like looking at the moon with poor eyesight and seeing a perfectly smooth orb, which was a dominant view of what the moon was in the Western world for centuries, whereas, as Galileo pointed out, the moon’s surface is actually hilly and pockmarked, a lunar carpet no less beautiful for its pattern looking different through a better lens. The bad lens of Orientalism is where the over-the-top language of texts like Sax Rohmer’s Fu Manchu series comes from. Hamid’s novel, by reversing who gets to talk and who is reduced to stereotypes, attempts to fix this problem by shifting its weight.
* * * *
And something needs to be fixed in America. Anti-Muslim bigotry has become, unfortunately, the kind of thing I now expect to see in the news each day—the kind of bigotry whereby a man in Virginia is applauded in 2015 for yelling out “every Muslim is a terrorist. Period,” the kind of bigotry where Ben Carson can say a Muslim is not fit to be President of the United States, the kind of bigotry where Donald Trump can in fascistic fashion call for a ban on all Muslims entering America, the kind of bigotry where Katrina Pierson, Trump’s spokeswoman, can go on CNN and support Trump’s ban by, incredibly, saying, “So what? They’re Muslim,” the kind where Milo Yiannopoulis, darling of the alt-right, claims that he feels safer as a gay man under a Trump presidency because he assumes that all Muslims are homophobic fanatics. Merely transcribing Trump’s speeches produces something resembling the crudest form of Gonzo journalism, even as I doubt Trump has read Hunter S. Thompson, and even as Thompson’s Gonzo, at least, is art. Such bigotry is a masterpiece of Othering from a man who, by his own admission, knows little about politics in the world—Trump recently did not know the difference between Hezbollah and Hamas—and the same appears to be true for many of his supporters. Of course, Trump supporters have many individual motivations, but it’s disquieting when polls suggest nearly 90 percent of such voters support Trump’s proposed Muslim ban.
To be sure, anti-Muslim sentiment far predates 9/11. The idea that Islam represents the “Other” to Christianity and to “the West” was a large part of the Crusades’ ideological foundation. It constitutes much of Orientalism. It appears frequently in Western literature: in the famous Chanson de Roland from the 11th or 12th century that depicts Charlemagne fighting “barbaric” Muslims; in Ludovico Ariosto’s 1582 mock-epicOrlando Furioso; in the original (later edited) version of the song that Disney’s Aladdinopens up with, “Arabian Nights,” which calls the fictional Arab world of Agrabah—and, implicitly, the Arab world broadly—a “barbaric” place where “they cut off your ear / If they don’t like your face.” A very similar image of barbarism appears in Shirley Jackson’s famous story, “The Lottery,” only it is applied to a New England town rather than to “the East”—yet to too many Western readers, Jackson’s story seems shocking, while vast generalizations about Muslims slip under the radar.
But isn’t contempt easier, when it’s already the story we so often have in the back of our minds?
Even the title “Muslim” is not as simple as “follower of Islam.” Even fundamentalism, as a concept, has a history, has shades of meaning. We can accept this without supporting the actions of fanatics—actions that many Muslims would not support, either. Many religions, like most things in life, contain multitudes; there is even a group of Christians, the theothanatologists, which briefly became famous in 1966 when Time ran a feature on them, who literally believe that God has died, yet still use the label “Christian.”
Contemporary anti-Muslim bigotry is not about criticizing violence or intolerance, things I support speaking out against. And it is not about freedom of speech, either, since I believe in protecting that right, even if it means that speech can be used against me. I believe in teaching people why it is overly simplistic or simply wrong to say certain things rather than simply banning people from saying said things, since the latter usually causes more problems than it solves. Othering, at its most extreme, is a step towards accepting a kind of loose solipsism, a step towards making you believe that everyone else is somehow not really as human as you. That is a path to enabling, if not at worst endorsing, fascism. And make no mistake—Trump’s comments both enable and endorse fascism. “Political correctness” cannot be a cover for ignorant prejudice.
Fear is the mind-killer, as the Bene Gesserit recite in the Dune series. So, too, is hatred.
* * * *
“For me,” Hamid wrote in The Guardian in 2011, “writing a novel is like solving a puzzle. But I don’t intend my novels as puzzles. I intend them as introductions to dance.”
Perhaps life is like Hamid’s novels: puzzling, but with a hand out for a dance. And, should we take its hand without assuming the dance we will be led into, everything may seem lovelier: music, steps, synergy. Of course, this is a romanticization. Some of us do not really get to choose who we dance with, or if we can dance at all. But perhaps the key to the puzzle is realizing that many of us who can dance might do it better, if we only loosened up and let go, for a bit. For me, literature is about learning the contours of the self, about putting yourself in someone else’s shoes, be they ballet flats, snowboard boots, espadrilles, shoes that bind your feet, or no shoes at all. Literature is about learning to accept all human experience as human, whether or not it ties with our codes of morality or beliefs about the universe. “Human” doesn’t mean good, of course—but it is frightening how easily some of us can forget that “human” means just that—“human,” and not “monster.”
Novels may not solve problems, per se, but I think we need Hamid’s novel now, all the same, and others like it. And, perhaps, with it, we may find ourselves in a better, more well-lit place, a place many of us know of but which we all often struggle to find the door to: understanding.
Gabrielle Bellot
source:lithub.com

Monday, October 3, 2016

It's People, Not Programs

Outstanding educators know that if a school has great teachers, it is a great school. Teachers are a school’s keystone of greatness. More importantly, all of their audiences take the same view. If my third-grade daughter has a great teacher, I think highly of her school. Otherwise, I see her school as less-than-stellar no matter how many awards she wins, no matter how many students earn top test scores, and no matter how many plaques adorn the main office. Students share this perspective. If a high school sophomore has four great teachers (out of four!) each day, then believe me, that sophomore will think the school is great. As the quality of teachers drops, so does a student’s opinion of the school. All the way from kindergarten through college, the quality of the teachers determines our perceptions of the quality of the school.

**
School improvement is actually a very simple concept. However, like many simple concepts, it is not easy to accomplish. There are really two ways to improve a school significantly: get better teachers, and improve the current teachers.

We can spend a great deal of time and energy looking for programs that will solve our problems, but too often, these programs do not bring the improvement or growth we seek. Instead, we must focus on what really matters. It is never about programs; it is always about people. This does not mean that no program can encourage or support improvement of people within our school. Each of us can think of many innovations that were touted as the answer in education. Too often, we expect them to solve all our woes. When they do not, we see them as the problem. However, no program inherently leads to that improvement. Believe me, if there were such a program, it would already be in place in our schools. It is people, not programs, that determine the quality of a school.
**
It’s Not What You Do, It’s How You Do It
All teachers are aware that the students in their schools have individual needs. Educators must be equally aware that faculty members also vary in their individual abilities and approaches. Whether the arena is classroom management or instructional techniques, effective educators focus on the people, not on the programs. They see programs as solutions only when the programs bring out the best in their teachers.
**
Banning lectures from our classrooms won’t improve our schools. The person, not the practice, needs to change. And, as we mentioned in Chapter 1, the first step may be the hardest: The teacher must recognize the need to improve.

**
Great teachers never forget that it is people, not programs, that determine the quality of a school.


Along the Bosphorus


What I enjoyed most about our family excursions to the Bosphorus was to see the traces everywhere of a sumptuous culture that had been influenced by the West without having lost its originality or vitality. To stand before the magnificent iron gates of a grand yalı bereft of its paint, to notice the sturdiness of another yalı’s moss-covered walls, to admire the shutters and fine woodwork of a third even more sumptuous yalı and to contemplate the judas trees on the hills rising high above it, to pass gardens heavily shaded by evergreens and centuries-old plane trees—even for a child, it was to know that a great civilization had stood here, and, from what they told me, people very much like us had once upon a time led a life extravagantly different from our own—leaving us who followed them feeling the poorer, weaker, and more provincial.

**
Counting ships passing through the Bosphorus might be a strange habit, but once I began discussing it with others, I discovered that it’s common among İstanbullus of all ages. In the course of a normal day, a large number of us make regular trips to our windows and balconies to take account, and we do so to get some sense of the disasters, deaths, and catastrophes that might or might not be heading down the strait to turn our lives upside down. In Beşiktaş, where we would move when I was an adolescent, there lived, in a house in Serencebey on a hill overlooking the Bosphorus, a distant relation who took notes about every passing ship so diligently you might have thought it was his job. And there was a lycée classmate of mine who was sure that every suspicious-looking ship—anything that was old, rusty, in poor repair, or of unknown origin—was either smuggling Soviet arms to insurgents in such-and-such a country or carrying oil to some other country to wreak havoc on the world markets.

In the days before television, this was a pleasant way to pass the time. But my ship-counting habit, this habit I share with so many others, is essentially fed by fear, one that eats away at many others in the city too. After seeing all the wealth of the Middle East seep out of their city, after witnessing the slow decline that began with the Ottoman defeats at the hands of Russia and the West and ended with their city falling into poverty, melancholy, and ruin, İstanbullus became an inward-looking nationalist people; we are therefore suspicious of anything new and most especially of anything that smacks of foreignness (even if we also covet it). For the past 150 years, we have lived in timorous anticipation of catastrophes that will bring us fresh defeats and new ruins. It’s still important to do something to fight off the dread and the melancholy, and that is why the idle contemplation of the Bosphorus can seem like a duty.

The types of disasters that the city remembers best and awaits with greatest trepidation are, of course, the accidents involving ships in the Bosphorus. These bring the city together and make it feel like a large village. Because these disasters suspend the rules of everyday life and because, in the end, they spare “people like us,” I secretly (if also guiltily) enjoy them.

Value of Examining What Effective Teachers Do


We often hear that we can learn from anyone. From effective people, we learn what to do; from ineffective people, we learn what not to do. Although this advice contains a grain of truth, think about it: How much can we really learn from our ineffective colleagues about being an effective teacher or leader? We already know plenty about what not to do. Good teachers already know not to use sarcasm, not to yell at kids, not to argue with teens in front of their friends. We don’t need to visit an ineffective teacher’s classroom to learn this. But we can always reap good ideas from successful educators.

**
Educators who want to promote good teaching find value in examining what effective teachers do that other teachers do not.
**
One challenge in any profession is the ability to self-reflect accurately. Those who know how they come across to others and how others receive their behavior work more effectively. We all struggle to achieve this self-awareness, but all too often, we fall short. In the studies of principals described earlier, practically all of the principals thought they were doing a good job, but only some of them were right.

Friday, September 30, 2016

Sonuç Vermeyen Dış Yardımlar

11 Eylül 2001’deki El Kaide saldırılarının ardından Birleşik Devletler’e ait kuvvetler El Kaide’nin kilit isimlerine yataklık edip bunları teslim etmeye yanaşmayan Afganistan’daki baskıcı Taliban rejimini süratle devirdi. Aralık 2001’de, Birleşik Devletler kuvvetleriyle işbirliği yapan Afgan mücahitlerinin eski liderleri ile aralarında Hamit Karzai’nin de olduğu Afgan diasporasının kilit isimleri arasında gerçekleştirilen Bonn Anlaşması’yla demokratik bir rejim inşa etmek için bir plan hazırlandı. Atılan ilk adımlardan biri yurt çapında bir büyük meclis olan ve geçici hükümete liderlik etmesi için Karzai’yi seçen Loya Jirga’ydı. Afganistan için işler yoluna girmeye başlamıştı. Afgan halkının büyük çoğunluğu Taliban’ı geride bırakmaya can atıyordu. Uluslararası toplum Afganistan’ın tüm ihtiyacının geniş çaplı bir dış yardım olduğunu düşünüyordu; çok geçmeden Birleşmiş Milletler temsilcileri ve birkaç önemli STK başkent Kabil’e üşüştü.

Sonraki gelişmeler, özellikle de son 50 yılda yoksul ülkelere ve başarısız devletlere yapılan dış yardımların fiyaskoyla sonuçlandığı dikkate alındığında şaşırtıcı olmamalıydı. Şaşırtıcı olsun ya da olmasın, her zamanki ritueller tekrar edildi. Çok sayıda yardım görevlisi beraberindekilerle birlikte özel jetleriyle kente geldi; ülke kendi gündemlerinin peşindeki her türlü STK’nın akınına uğradı; hükümetlerle uluslararası toplumu temsil eden delegasyonlar arasında üst düzey görüşmeler başladı. Afganistan için milyarlarca dolar yoldaydı. Fakat bunun çok az bir kısmı altyapı inşasına, okullara ya da kapsayıcı kurumların geliştirilebilmesi hatta yasa ve düzenin sağlanabilmesi için elzem olan başka kamu hizmetlerine harcandı. Altyapının büyük kısmı harap bir halde kalırken paranın ilk kısmı BM ve diğer uluslararası kuruluşların yetkililerinin gelip gitmesi için bir havayolu şirketinin hizmete sokulmasına harcandı. Sonraki ihtiyaçları şoförler ve tercümanlardı. Böylece rayicinden kat be kat fazla maaş vererek İngilizce konuşan az sayıda bürokratı ve Afgan okullarının elde kalan öğretmenlerini sağa sola giderken kendilerine şoförlük ve taşeronluk yapmaları için tuttular. Sayıları zaten az olan vasıflı bürokratlar dış yardım heyetinin hizmetini görmek için görevlendirilirken, dış ülkelerden aktarılan yardımlar da Afganistan’ın altyapısına harcanacak yerde kalkındırıp güçlendirmeleri gereken Afgan devletinin altını kazmaya başladı.


Orta Afganistan’daki bir vadinin ücra bir bölgesinde yaşayan köylüler bir radyo anonsunda bölgelerindeki barınakları yenilemeyi hedefleyen milyon dolarlık yeni bir programdan bahsedildiğini işittiler. Aradan epey bir vakit geçtikten sonra mücahitlerin eski kumandanlardan, Afgan hükümet üyesi İsmail Han’ın nakliyecilik karteline ait kamyonlarla birkaç ahşap kiriş teslim edildi. Fakat hiçbir amaçla kullanılamayacak kadar büyüktüler; hal böyle olunca köylüler de onları olanakların elverdiği biçimde değerlendirdiler; yakacak odun olarak. Peki, köylülere vaat edilen milyonlarca dolara ne olmuştu? Vaat edilen paranın yüzde 20’si Cenevre’deki BM genel merkezinin masrafları olarak alınmıştı. Geri kalan meblağ taşeron bir STK’ya verilmiş, Brüksel’deki kendi genel merkezinin masrafları için bir yüzde 20’de o almıştı; bu böylece üç kez daha tekrar etmiş ve taraflar her seferinde kalan meblağın yaklaşık yüzde 20’sini almıştı. Afganistan’a ulaşan azıcık para batı İran’dan kereste almak için kullanılmış, bu paranın çoğu da fahiş nakliye ücretlerini karşılamak için İsmail Han’ın karteline ödenmişti. Koca koca ahşap kirişlerin o köye ulaşması bile bir bakıma mucizeydi.

Afganistan’ın ortasındaki bu vadide yaşananlar münferit bir olay değildi. Pek çok araştırma yardımların yalnızca yüzde 10’unun ya da en fazla yüzde 20’sinin hedefine ulaştığını öngörüyor. Hem BM yetkililerinin hem de yerel yetkililerin yardım paralarını hortumlamakla suçlandığı düzinelerce yolsuzluk soruşturması devam ediyor. Fakat dış yardım israfının çoğu yolsuzluktan değil beceriksizlikten kaynaklanıyordu; hatta daha da kötüsü, tüm bunlar yardım kuruluşları için olağan şeylerdi.

Diğer örneklerle kıyaslandığında Afgan yardımı deneyimi aslında başarılı bile sayılabilir. Son 50 yılda tüm dünyada pek çok hükümete “kalkınma” yardımı kapsamında milyarlarca dolar para aktarıldı. Bu paranın büyük kısmı Afganistan’da olduğu gibi genel giderler ve yolsuzluklar nedeniyle heba oldu. Daha da kötüsü, önemli bir bölümü hem rejimi destekleyecek yandaşlar bulmak hem de kendini zengin etmek için Batılı patronlarından gelecek yardıma bel bağlayan Mobutu gibi diktatörlere harcandı. Sahra-altı Afrika’nın geri kalan kısmının çoğunda durum aynıdır. Kriz zamanlarında geçici bir çare olarak başvurulan insani yardım, örneğin yakınlarda Haiti ve Pakistan’a yapılan yardımlar, her ne kadar bunların ulaştırılmasında da benzer sorunlarla karşılaşılsa da kesinlikle çok daha yararlı olmuştur.

“Kalkınma” yardımının geçmişteki bu pek de iç açıcı olmayan performansına rağmen dış yardım Batılı hükümetlerin, Birleşmiş Milletler gibi uluslararası kuruluşların ve farklı türden STK’ların dünya genelinde yoksullukla mücadele yöntemi olarak tavsiye ettikleri en gözde politikalardan biridir. Ve elbette, dış yardımın başarısızlık döngüsü kendini tekrar edip durdu. Zengin Batılı ülkelerin Sahra-altı Afrika, Karayipler, Orta Amerika ve Güney Asya’daki yoksulluk sorununu ortadan kaldırmak için yüklü miktarda “kalkınma yardımı” yapmaları gerektiği görüşü, yoksulluğun nedeni konusundaki yanlış bir kavrayışa dayanır. Afganistan gibi ülkeler sömürücü kurumları yüzünden yoksuldur; bu kurumlar mülkiyet haklarının, yasa ve düzenin ya da iyi işleyen bir hukuk sisteminin olmamasına yol açtığı gibi, ulusal ve –daha çok– yerel elitlerin ekonomik ve siyasal hayat üzerindeki boğucu hâkimiyetine neden olur. Benzer kurumsal sorunlar da dış yardımın fayda etmeyeceği; yağmalanacağı ve gitmesi gereken yere ulaşamayacağı anlamına geliyor. En kötü ihtimal ise, yapılacak yardımların bu toplumların sorunlarının asıl kaynağı olan rejimleri destekleyecek olmasıdır. Sürdürülebilir ekonomik büyüme kapsayıcı kurumlara bağlıysa, sömürücü kurumların başındaki rejimlere yardım etmek çözüm olamaz. Bu, insani yardımın da ötesinde, okulu olmayan bölgelere okul inşa eden ve başka türlü ücretsiz çalışmak zorunda kalacak öğretmenleri maaşa bağlayan belirli yardım programlarının kayda değer yararları olduğunu inkâr etmek anlamına gelmiyor. Kabil’e akın eden yardım kurumlarının çoğu sıradan Afganların hayatını kolaylaştırmak için çok az şey yapsa da, okul inşasında büyük başarılar da elde edildi, özellikle de Taliban idaresinde, hatta öncesin“de, eğitimden tamamen mahrum bırakılan kızlar için.

Çözümlerden biri –kısmen kurumların refahla hatta yardımın ulaştırılmasıyla bir ilgisi olduğunun anlaşılması nedeniyle şu sıralar daha revaçta– yardımı “şartlı” hale getirmektir. Bu görüşe göre, dış yardımın devam etmesi muhatap hükümetin belirli koşulları sağlamasına bağlı olmalıdır; örneğin piyasalara serbestlik tanıması ya da demokratikleşme yönünde adımlar atmasına. George W. Bush yönetimi gelecekteki yardım ödemelerini ekonomik ve siyasal kalkınmanın çeşitli boyutlarında gerçekleştirilecek nicel gelişmelere bağlayan “Millennium Challenge Accounts”u başlatarak bu tür bir şartlı yardım için en büyük adımı attı. Fakat koşullu yardımın verimliliği koşulsuz olandan daha iyiymiş gibi görünmüyor. Bu koşulları sağlayamayan ülkeler de genellikle karşılayanlar kadar yardım alıyor. Bunun basit bir nedeni var; ister insani amaçlı ister kalkınmaya yönelik olsun daha fazla yardıma ihtiyaçları var. Ve kolayca öngörülebileceği gibi, koşullu yardım bir ülkenin kurumları üzerinde çok az etkilidir. Ne de olsa Sierra Leone’de Siaka Stevens ya da Kongo’da Mobutu gibilerin yalnızca biraz daha fazla dış yardım alabilmek için aniden sömürücü kurumları tasfiye etmeye başlaması biraz şaşırtıcı olurdu. Dış yardımın pek çok hükümetin toplam bütçesinin önemli bir kısmını oluşturduğu Sahra-altı Afrika’da bile ve hatta şartlılığı artıran “Millennium Challenge Accounts”tan sonra bile bir diktatörün bizzat kendi iktidarını sarsmak suretiyle elde edeceği ek yardımın miktarı hem azdır hem de ne ülkesi üzerindeki hâkimiyetini ne de hayatını riske etmeye değmeyecektir.


Neden Bazı Ülkeler Müreffeh ve Bazılarıysa Başarısız ve Yoksul


Neden bazı ülkelerin müreffeh, bazılarınınsa başarısız ve yoksul olduklarına dair bir kurama ihtiyacımız var. Bu kuramın hem zenginliği ve onun tarihsel kökenlerini oluşturan etkenleri, hem de bunları geciktiren etkenleri betimlemesi gerekmektedir. Bu kitap böyle bir kuram ileri sürüyor. Dünyanın dört bir yanındaki yüzlerce devletin farklı ekonomik ve siyasal rotalarının kökenleri gibi büyük olasılıkla çok sayıda nedene dayanan her karmaşık sosyal fenomen, çoğu sosyal bilimciyi tek nedenli, basit ve genel olarak uygulanabilir kuramlardan uzak durmaya, bunun yerine farklı zamanlarda ve bölgelerde ortaya çıkan görünürde benzer sonuçlara farklı açıklamalar getirmeye itmektedir. Sosyal bilimlerdeki bu kökleşmiş eğilime rağmen basit bir kuram önerdik ve bunu Neolitik Devrim’den bu yana dünyadaki ekonomik ve siyasal gelişimin ana hatlarını açıklamak için kullandık. Tercihimizin arkasındaki motivasyon böyle bir kuramın her şeyi açıklayabileceği gibi naif bir inanç değildi; bir kuramın –bazen bizi ilgi çekici detaylardan soyutlaması pahasına– paralelliklere odaklanmamızı sağlaması gerektiği inancıydı. Dolayısıyla başarılı bir kuram sadakatle her detayı yeniden üretmek yerine bir dizi süreç için kullanışlı ve ampirik olarak sağlam temellere dayanan bir açıklama getirebilmeli ve aynı zamanda iş başındaki asıl kuvvetleri netleştirebilmelidir.

Kuramımız bu hedefe iki aşamada faaliyet göstererek ulaşmayı amaçlıyor. Birincisi, sömürücü ve kapsayıcı ekonomik ve siyasal kurumlar arasındaki ayrım. İkincisi, kapsayıcı kurumların dünyanın bazı bölgelerinde ortaya çıkıp bazılarında çıkmamasının nedenine ilişkin açıklamamız. Kuramımızın birinci aşaması tarihin kurumsal bir yorumuyla ilgiliyken ikinci aşaması tarihin ülkelerin kurumsal rotasını nasıl şekillendirdiğiyle ilgili.

Kapsayıcı ekonomik ve siyasal kurumlarla refah arasındaki bağlantı, kuramımızın odak noktasını oluşturuyor. Mülkiyet haklarını hayata geçiren, eşit rekabet şartları sağlayan ve yeni teknoloji ve becerilere yatırım yapmayı teşvik eden kapsayıcı ekonomik kurumlar, ekonomik büyüme konusunda çoğunluğun kaynaklarının azınlık tarafından sömürülmesi amacıyla yapılandırılan ve mülkiyet haklarını korumayı ya da ekonomik faaliyet için teşvik sağlamayı başaramayan sömürücü ekonomik kurumlardan daha elverişlidir. Kapsayıcı ekonomik kurumlar kapsayıcı siyasal kurumlara –yani siyasal gücü çoğulcu bir biçimde dağıtan; yasa ve düzeni sağlamak, güvence altına alınmış mülkiyet haklarının temellerini atmak ve bir kapsayıcı piyasa ekonomisi oluşturmak için belirli ölçüde bir siyasal merkeziyete ulaşmayı başaran siyasal kurumlara– destek olur ve onlardan destek alırlar. Aynı şekilde, sömürücü ekonomik kurumlar da iktidarı ele geçirdiklerinde mevcut sömürücü ekonomik kurumları kendi çıkarları doğrultusunda kullanıp geliştirmek için teşvik bulacak ve ellerine geçirdikleri kaynakları siyasal iktidar üzerindeki hâkimiyetlerini pekiştirmek için kullanacak az sayıda insanın elinde toplayan sömürücü siyasal kurumlarla sinerjik bir ilişki içindedir.

Bu eğilimler sömürücü ekonomik ve siyasal kurumların ekonomik büyümeyle uyumsuz oldukları anlamına gelmez. Aksine her elit, diğer koşullar sabitken, sömürecek daha fazla şey elde edebilmek için büyümeyi ellerinden geldiğince teşvik edecektir. En azından asgari ölçüde bir siyasal merkeziyete ulaşmış sömürücü kurumlar genellikle bir miktar büyüme sağlamayı başarırlar. Fakat asıl can alıcı olan, sömürücü kurumlara dayalı büyümenin iki önemli nedenden ötürü sürdürülebilir nitelikte olmamasıdır. Birincisi, sürdürülebilir ekonomik büyüme yenilik gerektirir; yenilik ise ekonomik alanda eskiyi yeniyle değiştirirken aynı zamanda siyasetteki mevcut güç ilişkilerini de istikrarsızlaştıran yaratıcı yıkımdan ayrıştırılamaz. Sömürücü kurumlara hâkim olan elitler yaratıcı yıkımdan korktukları için ona direnirler; sömürücü kurumlara dayalı her büyüme kısa ömürlü olmaya mahkûmdur. İkincisi, sömürücü kurumları ellerinde tutanların toplumun sırtından büyük çıkar sağlayabilmesi, sömürücü kurumlara dayalı siyasal iktidarı uğrunda pek çok grup ve bireyin mücadele ettiği hayli gıpta edilen bir konum haline getirir. Bu da sömürücü kurumlarla idare edilen toplumları siyasal istikrarsızlığa itecek büyük güçlerin ortaya çıkmasına neden olacaktır.

Sömürücü ekonomik ve siyasal kurumlar arasındaki sinerji bir kısır döngü meydana getirir ve sömürücü kurumlar bir kez bu döngüdeki yerlerini aldıklarında kalıcı olma eğilimi gösterirler. Benzer şekilde, bir de kapsayıcı ekonomik ve siyasal kurumlara bağlı verimli bir döngü vardır. Fakat ne kısır ne de verimli döngü mutlaktır. Aslında bugün bazı ülkelerin kapsayıcı kurumlarla yönetilmesi, her ne kadar sömürücü kurumlar tarih boyunca bir norm olagelmişseler de, bazı toplumların çemberi kırmayı başarıp daha kapsayıcı kurumlara geçmeyi başarmalarındandır. Bu geçişlere getirdiğimiz açıklama tarihseldir fakat tarihsel olarak önceden belirlenmiş değildir. Büyük ekonomik değişim için zorunlu olan büyük kurumsal değişim mevcut kurumlarla kritik dönemeçlerin etkileşimi sonucu ortaya çıkar. Kritik dönemeçler, 14. yüzyılda Avrupa’nın büyük kısmında nüfusun neredeyse yarısını yok eden Kara Ölüm gibi, Batı Avrupa’daki pek çok kişi için inanılmaz kâr fırsatları doğuran Atlantik ticaret yollarının açılması gibi ve dünyanın dört bir yanındaki ekonomik yapılarda hızlı fakat bir o kadar da yıkıcı bir değişiklik imkânı sunan Sanayi Devrimi gibi; bir ya da daha çok toplumdaki mevcut siyasal ve ekonomik dengeyi bozan büyük olaylardır.

**
Küçük farklılıklar ortaya çıkar, ardından kaybolur, sonra yeniden belirirler. Fakat bir kritik dönemeç gelip çattığında kurumsal sürüklenme sonucu ortaya çıkan bu küçük farklılıklar, diğer yönleriyle oldukça benzer toplumların radikal bir biçimde birbirinden ayrışmasında rol oynayan küçük farklılıklar olabilir.

7. ve 8. bölümlerde İngiltere, Fransa ve İspanya arasındaki pek çok benzerliğe rağmen Atlantik ticaretinin doğurduğu kritik dönemecin bazı küçük farklılıklar (15. ve 16. yüzyıldaki gelişmeler sonucunda denizaşırı ticaretin çoğunlukla Fransa ve İspanya kraliyetlerinin tekelinde olması nedeniyle İngiliz Kraliyetinin bu ticaretin tümünü kontrol edememesi) nedeniyle en çok İngiltere üzerinde dönüştürücü olduğunu gördük. Bunun sonucunda, Fransa ve İspanya’da Atlantik ticareti ve sömürgeciliğin yayılmasından asıl fayda sağlayanlar monarşi ve monarşiyle ittifak içindeki gruplar iken İngiltere’de bu kritik dönemecin yolunu açtığı ekonomik fırsatlardan kazanç sağlayan, monarşi karşıtı gruplardı. Kurumsal sürüklenme küçük farklılıklara yol açsa da kritik dönemeçlerle etkileşimi kurumsal ayrışmaya neden olur ve böylece bu ayrışma da bir sonraki kritik dönemecin etkileneceği daha büyük kurumsal farklılıklar doğurur.

Kritik dönemeçlerde kurumsal sürüklenme aracılığıyla önemli sonuçlar doğurabilecek farklılıkları yaratan tarihsel süreç olduğundan, tarihin anahtar bir rolü vardır. Kritik dönemeçler tarihsel dönüm noktalarıdır, kısır ve verimli döngüler ise tarihsel olarak yapılandırılmış kurumsal farklılıkları anlayabilmek için tarih çalışmamız gerektiğine işaret ederler. Fakat yine de bizim kuramımız tarihsel determinizme –ya da herhangi türden bir determinizme– dayanmıyor. Bu bölümün başında sorduğumuz sorunun yanıtının hayır olmasının nedeni de bu; Peru’nun Batı Avrupa ya da Birleşik Devletler’den çok daha yoksul hale gelmesi bir tarihsel zorunluluk değildi.

Her şeyden önce, coğrafya ve kültür hipotezlerinde ileri sürülenlerin aksine Peru, coğrafyası ya da kültürü nedeniyle yoksulluğa mahkûm olmadı. Bizim kuramımızda günümüzde Peru’nun Batı Avrupa ve Birleşik Devletler’e kıyasla çok yoksul olmasının nedeni Peru’nun kurumlarıdır ve bunun nedenini anlamak için Peru’nun kurumsal gelişim sürecini anlamamız gerekir. İlk bölümde gördüğümüz gibi, 500 yıl önce günümüzde Peru’nun bulunduğu bölgede hüküm süren İnka İmparatorluğu, Kuzey Amerika’daki daha küçük devletlerden daha zengin, teknolojik bakımdan daha gelişkin ve siyasal bakımdan daha merkezileşmişti. Dönüm noktası ise bu bölgenin sömürgeleştirilme biçimi ve bunun Kuzey Amerika’nın kolonileştirilmesiyle nasıl bir tezat oluşturduğuydu. Bu, tarihsel olarak önceden belirlenmiş bir sürecin sonucu değildi; kritik dönemeçler esnasında ortaya çıkan bazı önemli kurumsal gelişmelerin olumsal bir sonucuydu ve olayların gidişatını değiştirebilecek, çok farklı uzun vadeli “örüntülere yol açabilecek en az üç etken mevcuttu.

Birincisi, 15. yüzyılda Amerika’daki kurumsal farklılıklar bu bölgelerin kolonileştirilme biçiminde belirleyici oldu. Kuzey Amerika Peru’dan farklı bir kurumsal rota izledi; çünkü kolonicilikten önce de seyrek bir yerleşime sahipti ve Avrupalı yerleşimcilere cazip gelmişti. Öyle ki, bu yerleşimciler daha sonra Virginia Kumpanyası gibi teşekküllerin ve İngiliz Kraliyeti’nin oluşturmaya çalıştığı elite karşı başarıyla ayaklanacaklardı. Tersine, İspanyol conquistadorlar Peru’da devralabilecekleri merkezileşmiş, sömürücü bir devlet ve madenlerde, plantasyonlarda çalıştırabilecekleri büyük bir nüfus buldular. Fakat Avrupalıların geldiği sıralarda Amerika’daki vaziyete dair coğrafi anlamda önceden belirlenmiş bir şey yoktu. 5. bölümde gördüğümüz gibi, Kral Shyaam’ın önderliğinde merkezi bir devletin ortaya çıkmasının büyük bir kurumsal yeniliğin hatta belki de siyasal bir devrimin sonucu olması gibi, Peru’daki İnka uygarlığı ve bu bölgedeki büyük nüfus da büyük kurumsal yeniliklerin sonucuydu. Bunlar Peru yerine Kuzey Amerika’da da olabilirdi; mesela Mississippi Vadisi gibi yerlerde, hatta Birleşik Devletlerin kuzeydoğusunda bile. Eğer böyle olsaydı, Avrupalılar Andlar’da bomboş topraklarla ve Kuzey Amerika’da merkezi devletlerle karşılaşabilir, Peru ve Birleşik “Devletler rolleri değiştirebilirlerdi. O zaman Avrupalılar Peru’nun etrafındaki bölgelere yerleşirdi ve yerleşimcilerin büyük çoğunluğuyla elit arasındaki çatışma kapsayıcı kurumların Kuzey Amerika yerine orada oluşturulmasına yol açardı. Bunu izleyen ekonomik gelişim rotası da muhtemelen farklı olurdu.

İkincisi, Japonların Edo Körfezi’ne ulaşan Komodor Perry’nin gemilerine yaptıkları gibi, İnka İmparatorluğu da Avrupa sömürgeciliğine direnebilirdi. Japonya’daki Tokugava rejimine kıyasla İnka İmparatorluğu’nun daha sömürücü nitelikte olması Peru’da Meiji Restorasyonu’na benzer bir siyasal devrimin ortaya çıkma ihtimalini kesinlikle azaltsa da, İnkaların Avrupa hâkimiyetine boyun eğmeleri bir tarihsel zorunluluk değildi. Direnmeyi başarabilselerdi ve hele bir de bu tehditler karşısında kurumsal bir modernizasyon gerçekleştirselerdi Yeni Dünya’nın tüm tarihsel rotası ve böylece tüm dünya tarihi farklı olabilirdi.

Üçüncüsü ve en radikali, dünyayı sömürgeleştirenlerin ne tarihsel, ne coğrafi, ne de kültürel bakımdan Avrupalılar olması da önceden belirlenmiş bir zorunluluk değildi. Çinliler ya da İnkalar da olabilirdi. Elbette, Batı Avrupa’nın Amerika’nın önüne geçtiği ve Çin’in çoktan gerilemeye başladığı 15. yüzyıl perspektifinden dünyaya baktığımızda böyle bir sonuç imkânsızdır. Fakat 15. yüzyıl Batı Avrupa’sının kendisi de kritik dönemeçlerin araya girdiği olumsal nitelikte bir kurumsal sürüklenme sürecinin ürünüydü ve bunun kaçınılmaz hiçbir yanı yoktu. Bazı tarihsel dönüm noktaları olmaksızın Batı Avrupalı güçler öne geçemez ve dünyayı fethedemezlerdi. Feodalizmin köleliğin yerini alarak ve hükümdarların iktidarını zayıflatarak izlediği kendine özgü yol; Avrupa’da ilk bin yılı izleyen yüzyılların bağımsız ve ticari anlamda özerk şehirlere tanıklık etmesi; Avrupalı hükümdarların ne Çin imparatorları kadar denizaşırı ticaretin tehdidi altında kalmış ne de onların Ming hanedanı zamanında yaptığı gibi denizaşırı ticaretin önünü kesmeye çalışmış olması ve feodal düzeni temelden sarsan Kara Ölüm’ün varlığı, bu kritik dönemeçler arasındadır. Eğer bu hadiseler farklı gelişmiş olsaydı bugün belki de Peru’nun Batı Avrupa ve Birleşik Devletler’den zengin olduğu çok farklı bir dünyada yaşıyor olurduk.

Ülkeler Neden Başarısız Olur?


Ülkeler sömürücü kurumlar yüzünden ekonomik başarısızlığa uğrarlar. Bu kurumlar yoksul ülkelerin yoksul kalmasını sağlar ve bir ekonomik büyüme rotasına girmelerini engeller. Günümüzde bu durum Afrika’da Zimbabve ve Sierra Leone; Güney Amerika’da Kolombiya ve Arjantin; Asya’da Kuzey Kore ve Özbekistan ve Ortadoğu’da Mısır gibi ülkeler için geçerliliğini korumaktadır. Bu ülkeler arasında kayda değer farklılıklar söz konusudur. Bazıları tropikal, bazılarıysa mutedil iklimlerdedir. Bazıları İngiltere’nin, diğerleriyse Japonya, İspanya ve Rusya’nın sömürgeleriydiler. Çok farklı tarihlere, dillere ve kültürlere sahiptirler. Hepsinin ortak noktası ise sömürücü kurumlardır. Bu örneklerin hepsinde söz konusu sömürücü kurumların temelinde ekonomik kurumları toplumun büyük çoğunluğunun yoksullaşması pahasına kendilerini zenginleştirip iktidarlarını idame ettirecek şekilde tasarlayan bir elit bulunur. Ülkelerin farklı geçmişleri ve farklı sosyal yapıları, elitlerin doğasında ve sömürücü kurumların detaylarında görülen farklılıklara yola açar. Fakat bu sömürücü kurumların varlıklarını devam ettirebilmeleri daima kısır döngüyle ilintilidir ve bu kurumların doğurduğu sonuçlar –yoğunluk bakımından farklılık gösterseler bile– yurttaşlarını yoksullaştırmaları bakımından benzerdir.

**
Tüm bu örneklerde, sömürücü kurumlar en azından 19. yüzyıla dayanan uzun bir geçmişe sahipler. Bu ülkelerin hepsi de birer kısır döngü içindeler. Bu kısır döngüler Kolombiya ve Arjantin’de İspanyol sömürge idaresinin kurumlarından, Zimbabve ve Sierra Leone’de ise 19. yüzyıl sonlarında kurulan İngiliz sömürge rejiminden kaynaklanıyor. Sierra Leone’de bu rejimler beyaz yerleşimcilerin yokluğunda büyük ölçüde sömürgecilik öncesinin siyasal gücünün “mevcut sömürücü yapıları üzerine inşa edildi ve onları daha da yoğunlaştırdı. Bu yapılar da siyasal merkeziyetin olmayışı ve köle ticaretinin feci sonuçları ile öne çıkan uzun bir kısır döngünün ürünüydü. İngiliz Güney Afrika Kumpanyası bir ikili ekonomi inşa ettiğinden, Zimbabve’deki durum daha çok sömürücü kurumların yeni bir biçiminin yapılandırılmasıydı. Özbekistan ise Sovyetler Birliği’nin sömürücü kurumlarını devralmış ve Mısır gibi o da bunu bir eş-dost kapitalizmine çevirmişti. Sovyetler Birliği’nin sömürücü kurumları da birçok yönden çarlık rejiminin sömürücü kurumlarının birer devamıydı ve yine Oligarşinin Tunç Yasası’na dayalı bir örüntü izliyordu. Son 250 yılda bu muhtelif kısır döngüler dünyanın farklı bölgelerinde gelişirken bir dünya eşitsizliği ortaya çıktı ve kalıcı hale geldi.

Sunday, September 25, 2016

England’s Forgotten Muslim History


Britain is divided as never before. The country has turned its back on Europe, and its female ruler has her sights set on trade with the East. As much as this sounds like Britain today, it also describes the country in the 16th century, during the golden age of its most famous monarch, Queen Elizabeth I.
One of the more surprising aspects of Elizabethan England is that its foreign and economic policy was driven by a close alliance with the Islamic world, a fact conveniently ignored today by those pushing the populist rhetoric of national sovereignty.
From the moment of her accession to the throne in 1558, Elizabeth began seeking diplomatic, commercial and military ties with Muslim rulers in Iran, Turkey and Morocco — and with good reasons. In 1570, when it became clear that Protestant England would not return to the Catholic faith, the pope excommunicated Elizabeth and called for her to be stripped of her crown. Soon, the might of Catholic Spain was against her, an invasion imminent. English merchants were prohibited from trading with the rich markets of the Spanish Netherlands. Economic and political isolation threatened to destroy the newly Protestant country.
Elizabeth responded by reaching out to the Islamic world. Spain’s only rival was the Ottoman Empire, ruled by Sultan Murad III, which stretched from North Africa through Eastern Europe to the Indian Ocean. The Ottomans had been fighting the Hapsburgs for decades, conquering parts of Hungary. Elizabeth hoped that an alliance with the sultan would provide much needed relief from Spanish military aggression, and enable her merchants to tap into the lucrative markets of the East. For good measure she also reached out to the Ottomans’ rivals, the shah of Persia and the ruler of Morocco.
The trouble was that the Muslim empires were far more powerful than Elizabeth’s little island nation floating in the soggy mists off Europe. Elizabeth wanted to explore new trade alliances, but couldn’t afford to finance them. Her response was to exploit an obscure commercial innovation — joint stock companies — introduced by her sister, Mary Tudor.
The companies were commercial associations jointly owned by shareholders. The capital was used to fund the costs of commercial voyages, and the profits — or losses — would also be shared. Elizabeth enthusiastically backed the Muscovy Company, which traded with Persia, and went on to inspire the formation of the Turkey Company, which traded with the Ottomans, and the East India Company, which would eventually conquer India.
In the 1580s she signed commercial agreements with the Ottomans that would last over 300 years, granting her merchants free commercial access to Ottoman lands. She made a similar alliance with Morocco, with the tacit promise of military support against Spain.
As money poured in, Elizabeth began writing letters to her Muslim counterparts, extolling the benefits of reciprocal trade. She wrote as a supplicant, calling Murad “the most mighty ruler of the kingdom of Turkey, sole and above all, and most sovereign monarch of the East Empire.” She also played on their mutual hostility to Catholicism, describing herself as “the most invincible and most mighty defender of the Christian faith against all kind of idolatries.” Like Muslims, Protestants rejected the worship of icons, and celebrated the unmediated word of God, while Catholics favored priestly intercession. She deftly exploited the Catholic conflation of Protestants and Muslims as two sides of the same heretical coin.
The ploy worked. Thousands of English traders crossed many of today’s no-go regions, like Aleppo in Syria, and Mosul in Iraq. They were far safer than they would have been on an equivalent journey through Catholic Europe, where they risked falling into the hands of the Inquisition.
The Ottoman authorities saw their ability to absorb people of all faiths as a sign of power, not weakness, and observed the Protestant-Catholic conflicts of the time with detached bemusement. Some Englishmen even converted to Islam. A few, like Samson Rowlie, a Norfolk merchant who became Hassan Aga, chief treasurer to Algiers, were forced. Others did so of their own volition, perhaps seeing Islam as a better bet than the precarious new Protestant faith.
English aristocrats delighted in the silks and spices of the east, but the Turks and Moroccans were decidedly less interested in English wool. What they needed were weapons. In a poignant act of religious retribution, Elizabeth stripped the metal from deconsecrated Catholic churches and melted their bells to make munitions that were then shipped out to Turkey, proving that shady Western arms sales go back much further than the Iran-contra affair. The queen encouraged similar deals with Morocco, selling weapons and buying saltpeter, the essential ingredient in gunpowder, and sugar, heralding a lasting craving and turning Elizabeth’s own teeth an infamous black.
The sugar, silks, carpets and spices transformed what the English ate, how they decorated their homes and how they dressed. Words such as “candy” and “turquoise” (from “Turkish stone”) became commonplace. Even Shakespeare got in on the act, writing “Othello” shortly after the first Moroccan ambassador’s six-month visit.
Despite the commercial success of the joint stock companies, the British economy was unable to sustain its reliance on far-flung trade. Immediately following Elizabeth’s death in 1603, the new king, James I, signed a peace treaty with Spain, ending England’s exile.
Elizabeth’s Islamic policy held off a Catholic invasion, transformed English taste and established a new model for joint stock investment that would eventually finance the Virginia Company, which founded the first permanent North American colony.
It turns out that Islam, in all its manifestations — imperial, military and commercial — played an important part in the story of England. Today, when anti-Muslim rhetoric inflames political discourse, it is useful to remember that our pasts are more entangled than is often appreciated.
http://www.nytimes.com/2016/09/18/opinion/sunday/englands-forgotten-muslim-history.html?partner=rss&emc=rss&_r=0