Friday, September 30, 2016

Neden Bazı Ülkeler Müreffeh ve Bazılarıysa Başarısız ve Yoksul


Neden bazı ülkelerin müreffeh, bazılarınınsa başarısız ve yoksul olduklarına dair bir kurama ihtiyacımız var. Bu kuramın hem zenginliği ve onun tarihsel kökenlerini oluşturan etkenleri, hem de bunları geciktiren etkenleri betimlemesi gerekmektedir. Bu kitap böyle bir kuram ileri sürüyor. Dünyanın dört bir yanındaki yüzlerce devletin farklı ekonomik ve siyasal rotalarının kökenleri gibi büyük olasılıkla çok sayıda nedene dayanan her karmaşık sosyal fenomen, çoğu sosyal bilimciyi tek nedenli, basit ve genel olarak uygulanabilir kuramlardan uzak durmaya, bunun yerine farklı zamanlarda ve bölgelerde ortaya çıkan görünürde benzer sonuçlara farklı açıklamalar getirmeye itmektedir. Sosyal bilimlerdeki bu kökleşmiş eğilime rağmen basit bir kuram önerdik ve bunu Neolitik Devrim’den bu yana dünyadaki ekonomik ve siyasal gelişimin ana hatlarını açıklamak için kullandık. Tercihimizin arkasındaki motivasyon böyle bir kuramın her şeyi açıklayabileceği gibi naif bir inanç değildi; bir kuramın –bazen bizi ilgi çekici detaylardan soyutlaması pahasına– paralelliklere odaklanmamızı sağlaması gerektiği inancıydı. Dolayısıyla başarılı bir kuram sadakatle her detayı yeniden üretmek yerine bir dizi süreç için kullanışlı ve ampirik olarak sağlam temellere dayanan bir açıklama getirebilmeli ve aynı zamanda iş başındaki asıl kuvvetleri netleştirebilmelidir.

Kuramımız bu hedefe iki aşamada faaliyet göstererek ulaşmayı amaçlıyor. Birincisi, sömürücü ve kapsayıcı ekonomik ve siyasal kurumlar arasındaki ayrım. İkincisi, kapsayıcı kurumların dünyanın bazı bölgelerinde ortaya çıkıp bazılarında çıkmamasının nedenine ilişkin açıklamamız. Kuramımızın birinci aşaması tarihin kurumsal bir yorumuyla ilgiliyken ikinci aşaması tarihin ülkelerin kurumsal rotasını nasıl şekillendirdiğiyle ilgili.

Kapsayıcı ekonomik ve siyasal kurumlarla refah arasındaki bağlantı, kuramımızın odak noktasını oluşturuyor. Mülkiyet haklarını hayata geçiren, eşit rekabet şartları sağlayan ve yeni teknoloji ve becerilere yatırım yapmayı teşvik eden kapsayıcı ekonomik kurumlar, ekonomik büyüme konusunda çoğunluğun kaynaklarının azınlık tarafından sömürülmesi amacıyla yapılandırılan ve mülkiyet haklarını korumayı ya da ekonomik faaliyet için teşvik sağlamayı başaramayan sömürücü ekonomik kurumlardan daha elverişlidir. Kapsayıcı ekonomik kurumlar kapsayıcı siyasal kurumlara –yani siyasal gücü çoğulcu bir biçimde dağıtan; yasa ve düzeni sağlamak, güvence altına alınmış mülkiyet haklarının temellerini atmak ve bir kapsayıcı piyasa ekonomisi oluşturmak için belirli ölçüde bir siyasal merkeziyete ulaşmayı başaran siyasal kurumlara– destek olur ve onlardan destek alırlar. Aynı şekilde, sömürücü ekonomik kurumlar da iktidarı ele geçirdiklerinde mevcut sömürücü ekonomik kurumları kendi çıkarları doğrultusunda kullanıp geliştirmek için teşvik bulacak ve ellerine geçirdikleri kaynakları siyasal iktidar üzerindeki hâkimiyetlerini pekiştirmek için kullanacak az sayıda insanın elinde toplayan sömürücü siyasal kurumlarla sinerjik bir ilişki içindedir.

Bu eğilimler sömürücü ekonomik ve siyasal kurumların ekonomik büyümeyle uyumsuz oldukları anlamına gelmez. Aksine her elit, diğer koşullar sabitken, sömürecek daha fazla şey elde edebilmek için büyümeyi ellerinden geldiğince teşvik edecektir. En azından asgari ölçüde bir siyasal merkeziyete ulaşmış sömürücü kurumlar genellikle bir miktar büyüme sağlamayı başarırlar. Fakat asıl can alıcı olan, sömürücü kurumlara dayalı büyümenin iki önemli nedenden ötürü sürdürülebilir nitelikte olmamasıdır. Birincisi, sürdürülebilir ekonomik büyüme yenilik gerektirir; yenilik ise ekonomik alanda eskiyi yeniyle değiştirirken aynı zamanda siyasetteki mevcut güç ilişkilerini de istikrarsızlaştıran yaratıcı yıkımdan ayrıştırılamaz. Sömürücü kurumlara hâkim olan elitler yaratıcı yıkımdan korktukları için ona direnirler; sömürücü kurumlara dayalı her büyüme kısa ömürlü olmaya mahkûmdur. İkincisi, sömürücü kurumları ellerinde tutanların toplumun sırtından büyük çıkar sağlayabilmesi, sömürücü kurumlara dayalı siyasal iktidarı uğrunda pek çok grup ve bireyin mücadele ettiği hayli gıpta edilen bir konum haline getirir. Bu da sömürücü kurumlarla idare edilen toplumları siyasal istikrarsızlığa itecek büyük güçlerin ortaya çıkmasına neden olacaktır.

Sömürücü ekonomik ve siyasal kurumlar arasındaki sinerji bir kısır döngü meydana getirir ve sömürücü kurumlar bir kez bu döngüdeki yerlerini aldıklarında kalıcı olma eğilimi gösterirler. Benzer şekilde, bir de kapsayıcı ekonomik ve siyasal kurumlara bağlı verimli bir döngü vardır. Fakat ne kısır ne de verimli döngü mutlaktır. Aslında bugün bazı ülkelerin kapsayıcı kurumlarla yönetilmesi, her ne kadar sömürücü kurumlar tarih boyunca bir norm olagelmişseler de, bazı toplumların çemberi kırmayı başarıp daha kapsayıcı kurumlara geçmeyi başarmalarındandır. Bu geçişlere getirdiğimiz açıklama tarihseldir fakat tarihsel olarak önceden belirlenmiş değildir. Büyük ekonomik değişim için zorunlu olan büyük kurumsal değişim mevcut kurumlarla kritik dönemeçlerin etkileşimi sonucu ortaya çıkar. Kritik dönemeçler, 14. yüzyılda Avrupa’nın büyük kısmında nüfusun neredeyse yarısını yok eden Kara Ölüm gibi, Batı Avrupa’daki pek çok kişi için inanılmaz kâr fırsatları doğuran Atlantik ticaret yollarının açılması gibi ve dünyanın dört bir yanındaki ekonomik yapılarda hızlı fakat bir o kadar da yıkıcı bir değişiklik imkânı sunan Sanayi Devrimi gibi; bir ya da daha çok toplumdaki mevcut siyasal ve ekonomik dengeyi bozan büyük olaylardır.

**
Küçük farklılıklar ortaya çıkar, ardından kaybolur, sonra yeniden belirirler. Fakat bir kritik dönemeç gelip çattığında kurumsal sürüklenme sonucu ortaya çıkan bu küçük farklılıklar, diğer yönleriyle oldukça benzer toplumların radikal bir biçimde birbirinden ayrışmasında rol oynayan küçük farklılıklar olabilir.

7. ve 8. bölümlerde İngiltere, Fransa ve İspanya arasındaki pek çok benzerliğe rağmen Atlantik ticaretinin doğurduğu kritik dönemecin bazı küçük farklılıklar (15. ve 16. yüzyıldaki gelişmeler sonucunda denizaşırı ticaretin çoğunlukla Fransa ve İspanya kraliyetlerinin tekelinde olması nedeniyle İngiliz Kraliyetinin bu ticaretin tümünü kontrol edememesi) nedeniyle en çok İngiltere üzerinde dönüştürücü olduğunu gördük. Bunun sonucunda, Fransa ve İspanya’da Atlantik ticareti ve sömürgeciliğin yayılmasından asıl fayda sağlayanlar monarşi ve monarşiyle ittifak içindeki gruplar iken İngiltere’de bu kritik dönemecin yolunu açtığı ekonomik fırsatlardan kazanç sağlayan, monarşi karşıtı gruplardı. Kurumsal sürüklenme küçük farklılıklara yol açsa da kritik dönemeçlerle etkileşimi kurumsal ayrışmaya neden olur ve böylece bu ayrışma da bir sonraki kritik dönemecin etkileneceği daha büyük kurumsal farklılıklar doğurur.

Kritik dönemeçlerde kurumsal sürüklenme aracılığıyla önemli sonuçlar doğurabilecek farklılıkları yaratan tarihsel süreç olduğundan, tarihin anahtar bir rolü vardır. Kritik dönemeçler tarihsel dönüm noktalarıdır, kısır ve verimli döngüler ise tarihsel olarak yapılandırılmış kurumsal farklılıkları anlayabilmek için tarih çalışmamız gerektiğine işaret ederler. Fakat yine de bizim kuramımız tarihsel determinizme –ya da herhangi türden bir determinizme– dayanmıyor. Bu bölümün başında sorduğumuz sorunun yanıtının hayır olmasının nedeni de bu; Peru’nun Batı Avrupa ya da Birleşik Devletler’den çok daha yoksul hale gelmesi bir tarihsel zorunluluk değildi.

Her şeyden önce, coğrafya ve kültür hipotezlerinde ileri sürülenlerin aksine Peru, coğrafyası ya da kültürü nedeniyle yoksulluğa mahkûm olmadı. Bizim kuramımızda günümüzde Peru’nun Batı Avrupa ve Birleşik Devletler’e kıyasla çok yoksul olmasının nedeni Peru’nun kurumlarıdır ve bunun nedenini anlamak için Peru’nun kurumsal gelişim sürecini anlamamız gerekir. İlk bölümde gördüğümüz gibi, 500 yıl önce günümüzde Peru’nun bulunduğu bölgede hüküm süren İnka İmparatorluğu, Kuzey Amerika’daki daha küçük devletlerden daha zengin, teknolojik bakımdan daha gelişkin ve siyasal bakımdan daha merkezileşmişti. Dönüm noktası ise bu bölgenin sömürgeleştirilme biçimi ve bunun Kuzey Amerika’nın kolonileştirilmesiyle nasıl bir tezat oluşturduğuydu. Bu, tarihsel olarak önceden belirlenmiş bir sürecin sonucu değildi; kritik dönemeçler esnasında ortaya çıkan bazı önemli kurumsal gelişmelerin olumsal bir sonucuydu ve olayların gidişatını değiştirebilecek, çok farklı uzun vadeli “örüntülere yol açabilecek en az üç etken mevcuttu.

Birincisi, 15. yüzyılda Amerika’daki kurumsal farklılıklar bu bölgelerin kolonileştirilme biçiminde belirleyici oldu. Kuzey Amerika Peru’dan farklı bir kurumsal rota izledi; çünkü kolonicilikten önce de seyrek bir yerleşime sahipti ve Avrupalı yerleşimcilere cazip gelmişti. Öyle ki, bu yerleşimciler daha sonra Virginia Kumpanyası gibi teşekküllerin ve İngiliz Kraliyeti’nin oluşturmaya çalıştığı elite karşı başarıyla ayaklanacaklardı. Tersine, İspanyol conquistadorlar Peru’da devralabilecekleri merkezileşmiş, sömürücü bir devlet ve madenlerde, plantasyonlarda çalıştırabilecekleri büyük bir nüfus buldular. Fakat Avrupalıların geldiği sıralarda Amerika’daki vaziyete dair coğrafi anlamda önceden belirlenmiş bir şey yoktu. 5. bölümde gördüğümüz gibi, Kral Shyaam’ın önderliğinde merkezi bir devletin ortaya çıkmasının büyük bir kurumsal yeniliğin hatta belki de siyasal bir devrimin sonucu olması gibi, Peru’daki İnka uygarlığı ve bu bölgedeki büyük nüfus da büyük kurumsal yeniliklerin sonucuydu. Bunlar Peru yerine Kuzey Amerika’da da olabilirdi; mesela Mississippi Vadisi gibi yerlerde, hatta Birleşik Devletlerin kuzeydoğusunda bile. Eğer böyle olsaydı, Avrupalılar Andlar’da bomboş topraklarla ve Kuzey Amerika’da merkezi devletlerle karşılaşabilir, Peru ve Birleşik “Devletler rolleri değiştirebilirlerdi. O zaman Avrupalılar Peru’nun etrafındaki bölgelere yerleşirdi ve yerleşimcilerin büyük çoğunluğuyla elit arasındaki çatışma kapsayıcı kurumların Kuzey Amerika yerine orada oluşturulmasına yol açardı. Bunu izleyen ekonomik gelişim rotası da muhtemelen farklı olurdu.

İkincisi, Japonların Edo Körfezi’ne ulaşan Komodor Perry’nin gemilerine yaptıkları gibi, İnka İmparatorluğu da Avrupa sömürgeciliğine direnebilirdi. Japonya’daki Tokugava rejimine kıyasla İnka İmparatorluğu’nun daha sömürücü nitelikte olması Peru’da Meiji Restorasyonu’na benzer bir siyasal devrimin ortaya çıkma ihtimalini kesinlikle azaltsa da, İnkaların Avrupa hâkimiyetine boyun eğmeleri bir tarihsel zorunluluk değildi. Direnmeyi başarabilselerdi ve hele bir de bu tehditler karşısında kurumsal bir modernizasyon gerçekleştirselerdi Yeni Dünya’nın tüm tarihsel rotası ve böylece tüm dünya tarihi farklı olabilirdi.

Üçüncüsü ve en radikali, dünyayı sömürgeleştirenlerin ne tarihsel, ne coğrafi, ne de kültürel bakımdan Avrupalılar olması da önceden belirlenmiş bir zorunluluk değildi. Çinliler ya da İnkalar da olabilirdi. Elbette, Batı Avrupa’nın Amerika’nın önüne geçtiği ve Çin’in çoktan gerilemeye başladığı 15. yüzyıl perspektifinden dünyaya baktığımızda böyle bir sonuç imkânsızdır. Fakat 15. yüzyıl Batı Avrupa’sının kendisi de kritik dönemeçlerin araya girdiği olumsal nitelikte bir kurumsal sürüklenme sürecinin ürünüydü ve bunun kaçınılmaz hiçbir yanı yoktu. Bazı tarihsel dönüm noktaları olmaksızın Batı Avrupalı güçler öne geçemez ve dünyayı fethedemezlerdi. Feodalizmin köleliğin yerini alarak ve hükümdarların iktidarını zayıflatarak izlediği kendine özgü yol; Avrupa’da ilk bin yılı izleyen yüzyılların bağımsız ve ticari anlamda özerk şehirlere tanıklık etmesi; Avrupalı hükümdarların ne Çin imparatorları kadar denizaşırı ticaretin tehdidi altında kalmış ne de onların Ming hanedanı zamanında yaptığı gibi denizaşırı ticaretin önünü kesmeye çalışmış olması ve feodal düzeni temelden sarsan Kara Ölüm’ün varlığı, bu kritik dönemeçler arasındadır. Eğer bu hadiseler farklı gelişmiş olsaydı bugün belki de Peru’nun Batı Avrupa ve Birleşik Devletler’den zengin olduğu çok farklı bir dünyada yaşıyor olurduk.