Monday, September 12, 2016

Neden Daima Refah Tercih Edilmiyor?

Nihayetinde toplumun tercihleri olan siyasal ve ekonomik kurumlar kapsayıcı olabilir ve ekonomik büyümeyi teşvik edebilirler. Ya da sömürücü olabilir ve ekonomik büyüme için zorlu bir engele dönüşebilirler. Ülkeler ekonomik büyümeye ayak bağı olan, hatta onun önünü kesen sömürücü siyasal kurumların desteklediği sömürücü ekonomik kurumlara sahip olduklarında başarısız olurlar. Bu da kurumlara dair seçimin –yani kurumsal siyasetin– ülkelerin başarı ve başarısızlığının nedenlerini anlama girişimimizin odak noktasını oluşturduğu anlamına geliyor. Geçmişte ve günümüzde toplumların ezici çoğunluğunun izlediği siyaset ekonomik büyümeye engel olan sömürücü ekonomik kurumlara yol açarken bazı toplumların izlediği siyasetin ekonomik büyümeyi artıran kapsayıcı kurumlara yol açmasının nedenini anlamak zorundayız. Herkesin refah getirecek türden ekonomik kurumlar oluşturulmasına ilgi duyacağı aşikârmış gibi görünebilir. Her yurttaş, her siyasetçi, hatta her yağmacı diktatör, ülkesini mümkün olduğunca zenginleştirmek istemez mi?
Mobutu and Dutch Prince (1973)

Gelin, daha önce ele aldığımız Kongo Krallığı’na dönelim. Bu krallık 17. yüzyılda çökmüş olsa da 1960’da Belçika’nın sömürge yönetiminden bağımsızlığını kazanan modern ülke, ismini ondan alıyor. Bağımsız bir devlet olarak Kongo, 1965-1997 yılları arasında Joseph Mobutu yönetiminde neredeyse aralıksız bir ekonomik gerileme ve artan yoksulluk yaşadı. Bu gerileme Mobutu’nun, Laurent Kabila tarafından devrilmesinin ardından da devam etti. Mobutu son derece sömürücü bir dizi ekonomik kurumu hayata geçirdi. Halk yoksullaştı fakat Mobutu ve çevresindeki “Büyük Zerzevat” (Les Gross Legumes) olarak bilinen elitler müthiş bir zenginliğe kavuştular. Mobutu doğduğu yer olan ülkenin kuzeyindeki Gbadolite’de kendisine büyük bir saray inşa ettirdi. Bu sarayın Avrupa seyahatlerinde kullanmak için sık sık Air France’dan kiraladığı süpersonik Concord jetinin inebileceği büyüklükte bir de havaalanı vardı. Avrupa’da şatolar satın aldı ve Belçika’nın başkenti Brüksel’de geniş araziler edindi.

Kongoluların yoksulluğunu artırmak yerine onları zenginleştirecek ekonomik kurumlar tesis etmesi Mobutu için daha iyi olmaz mıydı? Mobutu ülkesinin refah düzeyini artırmayı başarsaydı daha fazla parası olmaz mıydı? Kiralamak yerine bir Concorde’u satın alamaz mıydı? Ya da daha fazla şatoya, malikâneye ve muhtemelen daha büyük, daha güçlü bir orduya sahip olamaz mıydı? Dünyanın pek çok ülkesinin yurttaşları için üzülerek söylemek gerekir ki, yanıt hayır olacaktır. Ekonomik süreçler için teşvik sağlayan ekonomik kurumlar, eşzamanlı olarak, elde edilen geliri ve gücü yağmacı bir diktatörü ve çevresindeki politik güce sahip diğer kişileri yoksullaştıracak biçimde yeniden dağıtabilir.

Temel sorun, ekonomik kurumlar üzerinde mutlaka anlaşmazlıklar ve çatışmaların meydana gelecek olmasıdır. Bir ülkenin zenginliği, bu zenginliğin nasıl dağıtıldığı ve gücün kimin elinde olduğu konusunda, farklı kurumlar farklı sonuçlar doğururlar. Kurumların teşvik ettiği ekonomik büyüme hem kazananlar hem de kaybedenler yaratır. Bu durum, bugün dünyanın zengin ülkelerinde gördüğümüz refahın temellerini atan Sanayi Devrimi esnasında İngiltere’de çok belirgindi. Buhar gücü, taşımacılık ve tekstil üretimindeki bir dizi çığır açıcı teknolojik değişimde kendini gösteriyordu. Toplam gelirde muazzam bir artışa yol açmasına ve sonuçta modern sanayi toplumunun temelini atmasına rağmen pek çok kişi makineleşmeye kesin bir biçimde karşı çıktı. Cehalet ya da dar görüşlülük nedeniyle değil; tam tersine. Daha ziyade, ekonomik büyüme karşısındaki bu muhalefetin kendi içinde –maalesef tutarlı– bir mantığı vardır. Ekonomik büyüme ve teknolojik değişim, beraberinde büyük iktisatçı Joseph Schumpeter’in deyişiyle “yaratıcı yıkım” getirir. Eskiyi yeniyle değiştirirler. Yeni sektörler kaynakları eskilerden kendilerine doğru çeker. Yeni şirketler işi eskilerinin elinden alır. Yeni teknolojiler mevcut becerileri ve makineleri işe yaramaz hale getirir. Ekonomik büyüme süreci ve dayandığı kapsayıcı kurumlar, “siyasi arenada ve piyasada kazananlar olduğu kadar kaybedenler de yaratır. Yaratıcı yıkıma duyulan korku, çoğunlukla kapsayıcı ekonomik ve siyasal kurumlara muhalefetin temelini oluşturur.

Avrupa tarihi, yaratıcı yıkımın sonuçlarına canlı bir örnek teşkil eder. 18. yüzyılda, Sanayi Devrimi’nin arifesinde, çoğu Avrupa ülkesinin kontrolü aristokrasilerin ve geleneksel elitlerin elindeydi ve bunların başlıca gelir kaynaklarını arazi sahipliği ya da monarşilerin onlara sağladığı tekeller ve uyguladıkları giriş engelleri sayesinde yararlandıkları ticari ayrıcalıklar oluşturuyordu. Sanayinin, fabrikaların ve şehirlerin yayılması, yaratıcı yıkım fikriyle örtüşecek şekilde, kaynakları araziden ayırdı, arazi kiralarını düşürdü ve arazi sahiplerinin işçilerine ödedikleri ücretleri artırdı. Bu elitler aynı zamanda onların ticari ayrıcalıklarını aşındıran yeni işadamlarının ve tacirlerin ortaya çıkışına şahit oldular. Neticede, ekonomik bakımdan sanayileşmenin kaybedenleri açık bir biçimde bu elitlerdi. Şehirleşme ve sosyal bilince sahip bir orta sınıfın ve bir işçi sınıfının ortaya çıkışı, arazi sahibi aristokratların siyasal tekeline de meydan okudu. Böylece, Sanayi Devrimi’nin yayılmasıyla aristokratlar yalnızca ekonomik bakımdan değil siyasal bakımdan da kaybedenler olma riskiyle yüz yüze geldiler; çünkü siyasal güçlerini de kaybetmeye başlamışlardı. 

Ekonomik ve siyasal güçlerinin tehlikeye girmesiyle bu elitler sıklıkla sanayileşmeye karşı zorlu bir muhalefet oluşturdular. Sanayileşmenin tek kaybedeni aristokrasi değildi. El becerilerinin yerini makineleşmenin aldığı zanaatkârlar da sanayinin yayılmasına karşı çıktılar. Pek çoğu bu durum karşısında örgütlendi; ayaklandılar ve geçim şartlarındaki gerilemeden sorumlu tuttukları makineleri tahrip ettiler. Onlar “Luddistler”di; bu sözcük bugün teknolojik değişime karşı direnişle eşanlamlı hale geldi. 1733’te dokumacılığın makineleşmesindeki en önemli ilerlemelerden biri olan “atkı mekiği”ni icat eden John Kay’in evi 1753’te Luddistler tarafından yakıldı. İplikçilikteki en önemli ilerlemelerden biri olan iplik eğirme makinesinin mucidi James Hargraves de benzer bir muamele gördü.

Gerçekte, zanaatkârlar sanayileşmeye karşı muhalefet konusunda arazi sahipleri ve elitlerden çok daha az etkiliydi. Luddistler arazi sahibi aristokrasinin elindeki siyasal güce –başka grupların amaçlarına karşı siyasal sonuçlara etki edebilme yetisine– sahip değildiler. Sanayileşme Luddistlerin muhalefetine rağmen İngiltere’de ilerlemesini sürdürdü, çünkü aristokrasinin muhalefeti –ciddi bir muhalefet olmasına rağmen– bastırılmıştı.  Mutlakiyetçi monarşilerin ve aristokratların kaybedecek çok daha fazla şeye sahip olduğu Avusturya-Macaristan ve Rusya imparatorluklarında ise sanayileşme engellendi. Bunun sonucunda, Avusturya-Macaristan ve Rusya ekonomilerinin hızı kesildi. 19. yüzyılda büyük bir ekonomik büyüme gösteren diğer Avrupa ülkelerinin gerisinde kaldılar.

Belirli grupların başarı ve başarısızlıklarından bağımsız olarak, bu sözü edilenlerden çıkan bir ders çok açıktır; güçlü gruplar çoğunlukla ekonomik ilerlemenin ve refahın karşısında yer alırlar. Ekonomik büyüme yalnızca daha fazla ve daha iyi makinelere, daha fazla ve daha iyi eğitime dayalı bir süreç değildir, aynı zamanda geniş çaplı bir yaratıcı yıkımın eşlik ettiği dönüştürücü ve istikrarsızlaştırıcı bir süreçtir de. Bu nedenle ekonomik büyüme, ancak ekonomik ayrıcalıklarını yitireceklerini sezen ekonomik kaybedenler ve siyasal güçlerinin azalacağından endişe eden siyasal kaybedenler tarafından engellenmezse yol alabilir.