Friday, January 25, 2019

M.Akif ve Bediüzzaman’ın Abdülhamit’e muhalefetini anlamak





Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU, tr724.com

Bölüm 1


Osmanlı tarihinin en çok tartışılan padişahlarından birisi olan Abdülhamit, günümüzde bir “kült” olma yolunda hızla ilerliyor. Abdülhamit’in bugün Türk kamuoyunda takdim ediliş şekline bakan ve o döneme vâkıf olmayan birisi onu “büyük bir Fatih”, Osmanlı’yı zaferden zafere koşturan bir “Gazi Sultan” bile zannedebilir.
İttihat ve Terakki’nin muhalefetinde yayılan ve iktidarında da devam ettirilen “müstebit Padişah” söyleminin Cumhuriyet devrinde de sürdürülmesiyle Osmanlı Devleti’nin Vahdettin’den sonraki “en kötü padişahı” olarak takdim edilen Abdülhamit, bugünse Necip Fazıl’ın meşhur kitabıyla başlayan sürecin bir devamı olarak “Ulu Hakan” olarak tanıtılıyor.

“Eski bir İttihatçı” olan İsmet İnönü’nün “Meydan Larousse Ansiklopedisi” kendisine takdim edildiğinde ansiklopedi hakkında hüküm verebilmek için “Abdülhamit” maddesini okumanın yeterli olduğunu söylemesi gibi bugün de kişiler ve kurumlar hakkında Abdülhamit’e bakışının ölçü olması gelinen noktayı gösteriyor.

ABDÜLHAMİT’E MUHALEFET

Özellikle Abdülhamit’i “hiçbir hata yapmamış büyük bir dünya lideri” olarak gören kişiler o dönemde Akif ve Bediüzzaman’ın neden muhalefet ettiğini, hatta tahttan indirilmesi hakkındaki fetvayı neden tefsir âlimi Elmalılı Hamdi Yazır’ın kaleme aldığını anlamıyorlar.

“İslami hassasiyetleri” her zaman ön planda olan bu şahsiyetlerin muhaleflerinin anlaşılması aslında çok zor değil. Öncelikle Abdülhamit’in otuz üç yıl boyunca ülkeyi nasıl yönettiğine, nasıl bir yönetim sistemi kurduğuna, bu sistemde hangi özelliklerin öne çıktığına bakıldığında bazı yazarlar tarafından “İslamcı muhalif” olarak adlandırılan bu kişilerin Abdülhamit’e çok ağır sözlerle muhalefet etmelerinin gerekçeleri de anlaşılabilir.

Abdülhamit kısa süren bir meşruti idare sonrasında 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nda yaşanan çok ağır mağlubiyetten sonra parlamentoyu feshetmiş ve yönetimi kendisinde toplayacak bir sistem oluşturmuştur. Amacı, bu sırada söylediği “artık ülkeyi dedem II. Mahmut gibi yöneteceğim” sözünde ifade edilmiş gibidir.

1839-1876 arasındaki Tanzimat döneminde Babıali’ye ve onun başındaki Sadrazama geçen gücü “tek başına” üstlenmiş, Hükümeti ve Sadrazamı sembolik bir şekle dönüştürmüştür. Sadrazamları sık sık değiştirmiş, bakanların atanmasından çoğu zaman Sadrazamın bile haberi olmamıştır. Sadrazamlık ve bakanlığın ilk şartı ise “sadakattir”. Bu durum sık sık değişikliklere neden olmuş, mesela A. Vefik Paşa’nın ikinci sadrazamlığı sadece iki gün sürmüştür.

Abdülhamit’in kurduğu rejimin temelinde Saray ve burada görev yapan bir “danışmanlar ordusu”, idaresini devam ettirebilmek için ihtiyaç duyduğu “hafiye teşkilatı” ve insanların birbirini gözetlemesine (tecessüs) dayanan “jurnalcilik” vardır.

Böyle bir iktidarın devamı için sınırlı bir hürriyet ortamı öngörüldüğünden hemen her alanda sıkı bir “sansür” öne çıkmakta, muhalifler ya ülke içinde “sürgünle cezalandırılmakta” ya da çareyi yurt dışına çıkarak “gönüllü sürgün” olmakta bulmaktadırlar.

YILDIZ SARAYI

Abdülhamit rejiminin kalbi olarak Yıldız Sarayı görülebilir. V. Murat’tan sonra tahta çıkan II. Abdülhamit seleflerinin aksine Boğazda yer alan “Dolmabahçe Sarayı” yerine Yıldız Tepesi’ni seçmiş ve burası “avuçlar dolusu altın sarf edilerek” yapılan ilave binalarla 500.000 metrekareden oluşan ve 12.000 kişinin yaşadığı büyük bir mekân haline gelmiştir.

Yıldız Sarayı sadece Padişahın yaşadığı yer olmayıp “yüksek duvarlar arkasındaki Hükümdarın görünmeden jurnaller, şifreli telgraflar ve fotoğraflarla ülkenin her yerini gözetlediği bir merkez” olmuştur. Padişah ise yılda iki defa bayram namazı için Dolmabahçe Camii’ne gidişi, bir defa da Hırka-ı Şerif ziyareti için Topkapı Sarayı ziyareti dışında Yıldız’ı terk etmemiştir.

Abdülhamit bütün askeri, siyasi, dini, iktisadi, mülki konuları Saray’da toplamış, Abdülmecid ve Abdülaziz’in tersine yetki devrine yanaşmamış, ülkedeki her şeyden haberdar olmaya çalışmış ve bütün gücü “mutlak monarşi merkezi yaptığı” Yıldız’a taşımıştır.

Muhalifler içinse Yıldız, “istibdadın sembolü” olarak görülmüş ve yaşanan bütün olumsuzlukların kaynağı olarak değerlendirilmiştir. Yıldız, halk ve aydınlar nezdinde rejimin “kaygı verici” bir simgesine dönüştüğünden Abdülhamit “Yıldız” kelimesinin gazete ve mecmualarda kullanılmasını yasaklamıştır. Bu nedenle M. Akif ve Bediüzzaman’ın eleştirilerinde de bir sembol olarak Yıldız Sarayı’nın görülmesi normal karşılanmalıdır.

HAFİYELİK VE JURNALLER

Abdülhamit devlet ricaline de güvenmediğinden iktidarının devamı için Hafiyelik teşkilatını güçlendirmiş, özellikle iktidarının son on beş yılında “jurnalcilik” bir yarışa dönüşmüş, sadrazamlar başta olmak üzere memurların çoğu Padişaha gönüllü “muhbirlik” yapma ihtiyacı duymuşlardır.

Başta İstanbul olmak üzere memurlar ve aydınların sürekli olarak hafiyeler tarafından takip edilme ve en yakınları tarafından “jurnallenme” korkusu yaşamaları, muhbirliğin geldiği boyutu göstermektedir. Jurnalciliğin bu kadar yaygınlaşmasının önemli bir nedeni de yanlış olduğu ortaya çıksa bile jurnallerin imha edilmemesi, hatta jurnalcilerin “yalan ve iftiradan dolayı” ceza verilmesi yerine duyarlılığından dolayı ödüllendirilmeleriydi.

Abdülhamit’in bu tutumu, jurnalciliğin artmasına neden olmuş ve kıskançlık, şahsi kin, düşmanlık, makam hırsı gibi nedenlerle birçok kişinin ihbar edilmesine ve hayatlarının karartılmasına yol açmıştır. Jurnal verenlerin rütbe ve makamla ödüllendirilmeleri sonucunda da “İstanbul’un yarısı, diğer yarısını tecessüs eder hale geldi”. Bu durum “düşük profilli” memurların sayısını da artırmıştır.

Hatta Abdülhamit’in suikast ihbarlarını ödüllendirdiğinin duyulmasıyla sadece yurtiçinden değil Avrupa ve Amerika’dan da Padişaha suikast yapılacağına dair ihbarlar yapılmıştır.

SANSÜR

Abdülhamit rejiminin diğer özelliği de matbuat hayatında yaşanan sansür uygulamalarıdır.  Abdülhamit’in “vehminin” en ilginç ve bazen de komik bir şekilde yansıdığı alan, gazete ve kitaplar olmuştur.

Abdülhamit verdiği bir talimatla gazetelerin; memurların hırsızlık, zimmet gibi suçlarına dair haberler yapmalarını, yabancı ülke liderlerine suikast ve diğer ülkelerdeki isyan haberlerini yazmalarını yasaklamıştı. Talimata göre öncelikle; Padişahın sağlığının iyi olduğuna, ürün rekoltesinin arttığına, ülkenin hızla geliştiğine dair haberler verilecek, böylece 1881’de mali iflasını ilan etse de Osmanlı ülkesinde “her şeyin güllük gülistanlık” olduğu algısı oluşturulacaktı.

1888’de çıkarılan bir nizamname ile de ülkedeki bütün matbaa, kitap ve gazetelerin denetlenmesi, önceden izin alınmadan hiçbir eserin basılmaması kararlaştırıldı ve “sansür” Abdülhamit rejiminin vazgeçilmez bir niteliği haline geldi.

“Sansür” baskısıyla hareket eden dönemin “işgüzar memurları” Evliya Çelebi Seyahatnamesinin ilk altı cildini “muzır” sayarak yasakladıkları gibi Montesquieu, Voltaire ve Rousseau’nun eserlerine de sansür uyguladılar.

Ayrıca “Yıldız, Murat, anarşi, ihtilal” gibi kelimeler yasaklanmış, birçok yazar da sansürden kurtulmak için yazılarında “oto sansür” uygulama ihtiyacı duymuştur.

En acı olansa Abdülhamit’in aralarında dini yayınların da bulunduğu otuz bine yakın kitabı sansüre takıldığından yaktırmasıdır.

Image result for 2. abdülhamit

ENDİŞELİ PADİŞAH!

Abdülhamit yegâne emelinin “devlet ve milletin saadet ve selameti ve din-i Mübin-i İslam’ın bekası” olduğunu ifade etmekte, bunun için uğraştığını ve kendisi için bir talebinin olmadığını söylemekteydi.
Ancak kurduğu sistem tamamen güvensizlik üzerine inşa edildiğinden Padişahın vehmi zamanla daha da artmıştır. Alınan bütün tedbirlere rağmen “endişeli Padişah” Ermenilerin Yıldız’da bir suikastına maruz kaldığı gibi buna benzer birçok suikast de teşebbüs aşamasında önlenmiştir.

Hükümeti ve bürokrasiyi etkisiz hale getiren Yıldız Sarayı merkezli yapı, bakanlar ve memurları risk almaktan korkan ve ilk amaçları Padişaha yaranmak olan kişilere dönüştürmüştür.

Abdülhamit’in kurduğu bu düzen, dini söylemlere ve izlenmeye çalışılan İslamcılık politikasına rağmen Müslüman Arnavutlar ve Arapları da memnun etmediği gibi Elmalılı Hamdi ve Bediüzzaman gibi âlim zatların ve M. Akif gibi “İslam şairi” bir şahsın çok ağır eleştirilerine muhatap olmuştur.

İttihatçıların Meşrutiyeti ilan ettiklerinde Rumeli’deki vali, komutan ve kaymakamların desteğini almış almaları, Abdülhamit’in büyük değer verdiği hafiye teşkilatı ve jurnalciliğin de Abdülhamit’in iktidarının devamını sağlayamadığını göstermektedir.


Bölüm 2

Image result for akif ersoy
M.AKİF VE BEDİÜZZAMAN

M.Akif ve Bediüzzaman’ın birçok ortak noktası bulunmaktadır. İkisi de Abdülhamit rejimini eleştirmiş, Meşrutiyeti büyük bir sevinçle karşılamışlardı. M. Akif, “hürriyet” için şiir yazarken Bediüzzaman da Selanik’te Meşrutiyeti öven bir konuşma yapmış ve Şark aşiretlerine Meşrutiyetin “dinsizlik” olmadığını anlatmaya çalışmıştı.

Akif, İttihat ve Terakki’ye de dâhil olmuş; Bediüzzaman da başlangıçta İttihatçıların politikalarına destek vermişti. Ancak önce Said Nursi 31 Mart Olayı sonrasında İttihatçılar tarafından yargılanacak, Akif de Cemiyetin yanlış yönlerini tenkit ederek muhalefet edecektir.

Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla da hem Akif, hem de Said Nursi vatan savunmasında görev almışlardır. Akif, Enver Paşa’nın isteğiyle Almanya’ya giderek burada bulunan Müslüman esirlere “propaganda” görevini üstlenmiş sonra da Hicaz’da ve Necid’de Arap isyanını engellemeye çalışmıştı.

Bediüzzaman ise savaşla birlikte gönüllü alay kumandanlığı göreviyle Rus işgaline karşı savaşmış ve esir düşerek Kostruma’ya götürülmüştür. Esaretten dönüşte de İstanbul’da M. Akif’le birlikte Dar-ül Hikmet-ül İslamiye’de görev yapmıştır.

M.Akif TBMM’nin açılmasıyla Ankara’ya giderek milletvekili olmuş, verdiği vaazlarla ve Sebilürreşad mecmuasıyla Milli Mücadele’nin kazanılmasında önemli bir rol üstlenmiş, İstiklal Marşı ile de bu desteklerini taçlandırmıştı.

Bediüzzaman ise 1922’de Ankara’ya gelmiş ancak yeni rejimin gidişatından memnun olmadığından Van’a dönmüştü. Şeyh Sait isyanı sonrasında da yurt içinde vefatına kadar devam edecek bir “takip ve sürgün dönemi” yaşayacaktır.


Akif de 1923’de memuriyet verilmeden ve emekli olmadan tasfiye edilecek ve Sebillüreşad’ın kapatılması, Eşref Edip’in İstiklal Mahkemelerinde yargılanması ve kendisinin de polis tarafından “bir suçlu gibi takip edilmesi” sonrasında 1925’de Mısır’a gidecek ve ancak 1936’da dönecektir.

Görüldüğü gibi hem Akif, hem de Bediüzzaman üç dönemi de yaşamış, son dönemlerinde birisi “dışarıda sürgün”, diğeri de “içeride sürgün” olmuştur.

AKİF’İN YETİŞTİĞİ ORTAM

1873’de Fatih Sarıgüzel’de doğan M. Akif, baba tarafından Arnavut olup anne tarafı ise Buhara’dan Tokat’a gelmiştir. Babası müderris olan Akif, Fatih’te ilkokul ve rüşdiyeyi bitirmiştir. Rüşdiye eğitimi sırasında da üzerinde büyük etkisi olacak Hoca Kadri Efendi derslerine girmiştir.

Abdülhamit devrinin önemli bir muhalifi olan Hoca Kadri, “hürriyetperver” fikirlerinden dolayı Mısır’a kaçmak zorunda kalmış ve Jön Türk hareketine ilk katılanlardan birisi olarak orada “Kanun-i Esasi” gazetesini çıkarmıştı. Hoca Kadri daha sonra ölümüne kadar oturacağı Paris’e geçmiş ve sonra da İttihat ve Terakki karşıtı olmuştur.

Akif, o dönemin modern okullarında okuyarak Fransızcayı öğrenmiş ve birçok Fransız yazarı okumuştur. Diğer taraftan da medrese derslerini babasından okuyarak dini ilimlere ve Arapçaya vakıf olmuş, Farsçasını da geliştirmiştir. Bu yönüyle Akif, hem Batı hem de Doğu kültürünü öğrenmiştir.

Mülkiye mektebinde okurken önce babasının vefatı sonra da evlerinin yanması üzerine kısa yoldan hayata atılmak düşüncesiyle Mülkiye’nin Baytar Mektebi’nde okuyarak buradan mezun olmuştur. Bu eğitimi sırasında da hocalarının Abdülhamit karşıtı fikirlerinden etkilenmiş olmalıdır.

Mezuniyeti sonrasında İstanbul’da memurluğa başlayan Akif, görevi dolayısıyla Rumeli ve Anadolu’da birçok yere gitmiş ve halkın yaşadığı sıkıntıları yakından görmüştür.

AKİF VE SİYASET

Akif’in 1908’de Meşrutiyetin ilanı sonrasında yayınladığı şiirlerde bir taraftan “istibdat” dediği Abdülhamit rejimini tenkit ederken, diğer taraftan “hürriyet ortamını getireceği” düşüncesiyle Meşrutiyeti alkışladığı görülmektedir.

Bu sırada Fatin Gökmen Hoca vasıtasıyla İttihat ve Terakki’ye üye olduğu anlaşılan Akif, Cemiyete girerken yapması gereken yemin merasiminde “üyelerin cemiyetin bütün kararlarına kayıtsız şartsız uyacakları” maddesine karşı çıkmış ve kısa bir süre sonra da Cemiyete muhalefete başlamıştır.

Balkan Harbinde yaşanan mağlubiyetler üzerine İttihatçı liderleri “üç beyinsiz kafa” olarak nitelendiren M. Akif, Birinci Dünya Savaşı’nda İttihat ve Terakki hükümetinin verdiği görevleri yerine getirirken de yanlış gördüğü uygulamaları tenkitten geri durmamıştır. Bu durum başyazarı olduğu Sebillüreşad’ın kapatılmasına neden olmuştur.

Milli Mücadele döneminde de her türlü fedakârlığı yapmasına rağmen 1925’de en yakın arkadaşı Eşref Edip “rejim muhalifi” olarak yargılanmış ve Sebilürreşad mecmuası kapatılmıştır. Görüldüğü gibi Akif’in üç dönemdeki muhalefetini de “yanlışları göstermek ve doğruları söylemek” olarak değerlendirmek daha doğrudur.

ABDÜLHAMİT KARŞITLIĞI

Akif eleştirilerinde sadece rejimi değil Abdülhamit’in şahsını da hedef almış ve “korkak ödlek”, “baykuş” gibi ifadeler kullanmıştır.

Mithat Cemal, Akif’in devirlerinde yaşadığı üç padişahtan “Abdülhamit’ten iğrendiğini, Mehmet Reşad’a kızdığını, Vahdettin’e de hem kızdığını hem de nefret ettiğini” belirtmektedir. Akif’in Abdülhamit’e kızgınlığı o derecededir ki 1908’de Meclis-i Mebusan’ın açılış töreninde Padişahı görünce fenalaşarak oradan kaçmıştır.

Akif, Abdülhamit muhalifliğinin öne çıktığı bir şiirinde şöyle diyordu:

“Kafes arkasında hanımlar gibi saklıydı Hamîd
Koca şevketli! Hakikat bunu etmezdim ümîd.
Belki kırk elli bin askerle sarılmış Yıldız;
O silahşörler, o al fesli herifler sayısız.
Neye mal olmada seyret, herifin bir namazı:
Sade altmış bin adam kaldı namazsız en azı!
Hele tebziri aşan masrafı, dersen, sorma”.

Görüldüğü gibi Akif’in buradaki en büyük tenkidi Abdülhamit’in binlerce kişinin yaşadığı Yıldız’da halktan uzak bir şekilde bulunmasıdır. Şiirin devamında da “şatafatlı” Cuma selamlığını gündeme getirmekte ve “Abdülhamit’in Cuma namazı kılabilmesi için altmış bin kişinin namazını kılamamasını” eleştirmektedir.

Mehmet Akif halkın böyle bir kişiyi otuz üç yıldır alkışlamasından yakındığı gibi devrin devlet adamlarına ve ulemaya da tepki göstermekte ve özellikle “Abdülhamit’e İslamiyet’in altıncı şartı gibi tapan şeyhülislam kapısındaki hocalardan nefret ettiğini” ifade etmektedir.

Akif’in Abdülhamit’i eleştirdiği bir şiir de “Acem Şahı” adını taşıyan ama gerçekte Abdülhamit’i eleştirdiği şiirdir. Bu şiirinde de adalet isteyen insanlara “hain” damgası vurularak susturulmalarına, zalim yöneticilerin memleketi harap etmek pahasına keyif içinde yaşamalarına ve İslam’ın asıl şiarı “hürriyet” iken ülkenin istibdatla yönetilmesine tepki göstermektedir.
 
İSTİBDAT KARŞITLIĞI

M.Akif çocukluk ve gençlik dönemini yaşadığı Abdülhamit rejimine karşı çok ağır ifadeler kullandığı gibi bu dönemi de “istibdat” olarak isimlendirmiştir. Akif Sebilürreşad’daki bir yazısında da istibdat rejimini iktidarın aczinin bir göstergesi olarak değerlendirmekte ve insan haysiyetine uygun olmadığını söylemektedir.

“Yıkıldın, gittin amma ey mülevves devr-i istibdâdBıraktın milletin kalbinde çıkmaz bir mülevves yâd! …”

“İstibdat” İslami terminolojide; “yöneticinin iktidarı ehl-i hall ve akdin kararı olmadan ve biat gerçekleşmeden güçle zor kullanarak ele geçirmesi ve ülkeyi İslamiyet’in öngördüğü meşveret ve nasihate yer vermeden yönetmesidir”.

Bu ifadeyle Akif ve Bediüzzaman’ın da dâhil olduğu “İslamcı muhalefet” olarak adlandırılan aydınlar, bu rejimin dini görünümüne karşılık dinle ilgisi olmayan bir baskı rejimi olduğunu ifade etmişlerdir.

Akif “İstibdad” şiirinin devamında bir hikâyeye yer verir. Buna göre başlarında “Padişahın biricik bendesi” olan zalim bir paşanın bulunduğu bir grup inzibat mahalleye baskın yapar. Baskın öncesinde çok neşeli ve canlı olan mahallede bir anda ışıklar söner, ortama korku ve sessizlik hâkim olur.

Kadın kocasının suçsuz olduğunu haykırmasına rağmen kocası yaka paça götürülür. Bir oğlu askerde şehit düşmüş, diğer oğlu ise Yemen’de sürgünde olan kadının feryatları bir işe yaramaz. Kadın torunlarının aç kalacağını düşünerek feryat etmekte ve mahalleliden bir ses çıkmamasına, kimsenin bir tepki vermemesine şaşırmaktadır.

Bu şiirde Akif’in tepkisi hafiye teşkilatına, jurnalcilik sonucunda suçlu suçsuz demeden ortaya çıkan yanlış uygulamalara yöneliktir. Diğer tepkisi de kadının feryatlarına kulak asmayan mahalleliye yani baskı rejimi karşısında sessiz kalan halkadır.

M.Akif’in yakın dostu Mithat Cemal Kuntay benzer bir hadiseyi Abdülhamit devrinde kendisinin yaşadığını ve Akif’in başka hadiseleri de ilave ederek bu olayı anlattığını ifade etmektedir.

Akif’in istibdadın sona ermesine ve Meşrutiyetin ilanına sevindiği “Hürriyet” şiiri de önceki şiirin devamı mahiyetindedir. Akif bu şiirinde de Meşrutiyetin ilanıyla istibdadın bittiğine sevinen halkın sokaklara dökülerek bir bayram havası yaşadığını, bir önceki şiirde anlattığı babası Yemen’de sürgünde olan çocuğun da bu bayramı kutladığını aktarmaktadır. Oğlu sürgünde olan ve yaka paça götürülen adam da oğlunun bu sevinci görmesini arzulamaktadır.

“Gölgesinden bile korkup bağıran bir ödlek,
Otuz üç yıl bizi korkuttu “Şeriat!” diyerek”…

Akif’in bu mısralarında Abdülhamit’in baskıcı rejimini “dini bir görünüm” altında sürdürmesine açık bir tepki vardır. Akif’e göre Abdülhamit dini kullanmış ve “güzel dinimizi umacı şekline sokmuştur”. Benzer tepkiler dini hassasiyeti olan başka aydınlar tarafından da yapılmıştır.

Akif’in keyfi yönetime ve bunun dini görünümlü devam ettirilmesine tepkisi şu şiirinde de çok net görülmektedir:

“Saltanat nâmına, din nâmına bin maskaralık…Ne felâket, ne rezâletti o devrin hâli!Başta bir kukla, bütün milletin istikbâli,İki üç kuklacının keyfine mahkûm olmuş:Bir siyâset ki didiklerdi, emînim, Karakuş!”
FİKİRLERİNDEN VAZGEÇTİ Mİ? 

M.Akif, Abdülhamit eleştirilerini bir menfaat veya siyasi beklentiyle yapmamıştır. Ancak bazı kişilerin yıllar sonra Abdülhamit’le Akif’i barıştırmaya kalkıştıkları veya en azından böyle bir beklentileri olduğu anlaşılmaktadır.

Nitekim Akif’in İttihat Terakki ve Cumhuriyet devirlerinde yaşadıklarından sonra Mısır’daki sürgün döneminde Abdülhamit’le ilgili şiirlerinden dolayı pişmanlık duyarak Safahat’tan çıkarmayı düşündüğü ifade edilmiştir. Hâlbuki Akif, “Tarih-i Kadim” hakkındaki tartışmalar sırasında kaleme aldığı şiirindeki Tevfik Fikret’le ilgili kısmı onun ölümünden sonra çıkarmışsa da Abdülhamit için böyle bir yola başvurmamıştır.

Yine “Kur’an Meali” konusundaki hassasiyetinden dolayı mealinin yakılmasını istediği dikkate alındığında Safahat’ta yer alan bu şiirlerin çıkarılmasını isteyebileceği veya vasiyet edebileceği muhakkaktır. Akif’in bunların hiçbirisini yapmaması, eleştirilerinde yumuşama olsa da öz itibarıyla aynı kaldığını göstermektedir.



Bölüm 3

Related image

Osmanlı Devleti’nin son yıllarının ve Cumhuriyet döneminin en önemli dini kişiliklerinden birisi olmasına rağmen Bediüzzaman’ın bilimsel bir biyografisinin yazılmamış olması, birçok yaklaşımının tam olarak açıklanamamasına ve daha çok hatıralar üzerinden ele alınmasına neden olmaktadır.


YÖK Ulusal Tez Merkezi verilerinde yaptığımız taramaya göre Said Nursi konulu ilk yüksek lisans tezi 1995 yılında tamamlanmış ve yüksek lisans tezlerinin sayısı otuz üçe ulaşmıştır. Ancak bunların hiçbirisinde hayatı doğrudan ele alınmamıştır.

Bediüzzaman’ı konu alan ilk doktora tezi ise yine 1995’de Prof. Dr. Suat Yıldırım danışmanlığında tamamlanmış, ikinci ve son doktora tezi de 2017’de kabul edilmiştir. Prof. Dr. Ahmet Demirel danışmanlığında Erdal Aydın tarafından hazırlanan bu son tezin en önemli özelliği “Kamu Yönetimi” alanında yapılması ve Nursi’nin din ve siyaset ilişkilerine dair yaklaşımını incelemesidir. Ancak yazarın kısıtlaması nedeniyle bu çalışmaya YÖK sisteminden 2020 yılına kadar ulaşmak mümkün değildir.

Bediüzzaman’ın ilk biyografisinin yeğeni Abdurrahman Nursi tarafından “Bediüzzaman’ın Tarihçe-i Hayatı” adıyla Rumi 1335’de yani 1919’da, ikinci Tarihçe-i Hayat’ın da 1958’de ve kendisi hayattayken yazılmasına rağmen hala akademik bir biyografisinin olmaması büyük bir eksikliktir.

TAHİR PAŞA KONAĞI

Bediüzzaman’ın doğumuyla ilgili farklı tarihler verilse de kendisinin Dar-ül-Hikmetü’l-İslamiye’ye verdiği özgeçmişte belirttiği Hicri 1295 yani 1877-1878 tarihi doğum tarihi olarak kabul edilebilir. Abdülhamit’in hükümdarlığının 1876’da başladığı dikkate alındığında Said Nursi, çocukluk ve hiçbirisi uzun süreli devam etmeyen medrese talebeliği dönemini Abdülhamit zamanında yaşamıştır.

Üstad’ın siyasete ilgisinin kendi ifadesinden hareketle Mardin’de bulunduğu dönemde başladığı anlaşılmaktadır. Mardin’deki faaliyetlerinin ne olduğu tam olarak bilinmese de o dönemde ülkedeki her şeye vakıf olmak isteyen Yıldız’a kendisiyle ilgili jurnallerin gittiği tahmin edilebilir.

Bediüzzaman Bitlis’te bir süre Vali Ömer Paşa’nın konağında kalmış ve vilayetin bürokrasisini ve devletin işleyişini yakından tanıma imkânı bulmuştur. Ancak Osmanlı ülkesine ve dünyadaki diğer sosyal ve bilimsel gelişmelere vakıf olması, Van Valisi İşkodralı Tahir Paşa’nın konağında kaldığı dönemde olmuştur.

Bu sırada günlük gazeteleri takip etme imkânı bulmuş, hatta İngiliz Sömürgeler Bakanı Josef Chamberlain’in meşhur sözünü burada okumuştur.

Said Nursi’nin dünyaya bakışının şekillenmesinde Tahir Paşa’nın ve Van günlerinin büyük etkisi olduğu anlaşılmaktadır. Bediüzzaman’ın bu sırada Abdülhamit döneminde 1890’lardan itibaren yayınlanan bilimsel cep kitaplarını ve yüksek dereceli okullara yönelik olarak hazırlanan ders kitaplarını okuduğu tahmin edilebilir. Bunlar arasında logaritma, geometri, kozmografya, inorganik kimya, fiziki antropoloji, fizyoloji ve anatomi alanlarında eserler yer almaktadır.

Üstad, buradaki entelektüel ortamdan faydalanmış; anadili olan Kürtçeden ve Arapçadan sonra Türkçesini geliştirmiş ve hatta ilk Türkçe mektubunu burada kaleme almıştır. Bu dönem Üstad’ın siyaset yaklaşımının da şekillendiği süreçtir.

Burada dikkate alınması gereken bir husus da o dönemde zekâsı ve birikimiyle öne çıkan genç bir âlimin, valiler tarafından himaye edilmesidir. Bu durumun, devrin her şeyi kontrol etmek isteyen yönetim tarzıyla ilgili olduğu anlaşılmaktadır.

ÜSTAD İSTANBUL’DA

Bediüzzaman’ın İstanbul’a ilk geliş tarihi olarak 1907 yılı görülmekte ise de Şerif Mardin, Necmettin Şahiner’den hareketle diğer kaynaklarda yer almayan bir tarih vermekte ve 1896’da İstanbul’a geldiğini belirtmektedir. Mardin’e göre Yahya Nüzhet Paşa’nın aracılığıyla İstanbul’a gelen Nursi, Şark’a dair bir reform önerisi sunmayı amaçlamış ancak Saray’da bir buçuk yıl süren misafirliği sonrasında bir ilerleme kaydedemeden Van’a dönmüştür.

Üstad’ın tekrar İstanbul’a gelişi 1907 yılında gerçekleşmiş ve Tahir Paşa, Doç. Dr. Ramazan Balcı’nın belirttiğine göre “mürur tezkeresi” yanında doğrudan Abdülhamit’e bir “ariza” yazarak Bediüzzaman’ı gönderme nedenini açıklamıştır. Buna göre sebep, Üstad’ın hastalığından dolayı tedavi ettirilmesiydi. Elbette Üstad’ın böyle bir yazıdan bundan haberi yoktu.

Bediüzzaman İstanbul’da kaldığı süre içinde Malta Çarşısı’ndaki meşhur Şekerci Han’a yerleşmiştir. Burada M. Akif, Fatin Gökmen Hoca gibi dönemin meşhurlarıyla ve diğer âlimlerle tanışmış olmalıdır.

Üstad’ın “soru sormayan ama her soruya cevap veren, yerel kıyafetinden de vazgeçmeyen bir âlim” olarak İstanbul’da tanınması uzun zaman almamıştır. Bu durumun elbette hafiyelerin dikkatini çektiği ve jurnallerle Saray’ın da kendisi hakkında bilgi sahibi olduğu tahmin edilebilir.

Üstad’ın İstanbul’a geliş nedeni kaynaklarda; Tahir Paşa’nın “büyük bir şehre gitmesi için teşvik, hatta tahrik etmesi” ve Şark’a ait en önemlisini Medresetüzzehra’nın oluşturduğu eğitim projesini Padişah Abdülhamit’e bizzat sunmak istemesi gösterilmektedir.

Bediüzzaman bu projesini Saray’daki tanıdıkları vasıtasıyla Padişah’a bir mektupla sunmuşsa da “dönemin her şeye kuşkuyla yaklaşan rejiminin bir sonucu olarak” kendisini önce Toptaşı Tımarhanesinde sonra da hapishanede bulmuştur.

TOPTAŞI TIMARHANESİ

Bediüzzaman’ın Toptaşı Tımarhanesine gönderilmesinde ve “akıl sağlığı” raporu istenmesinde Saray’a sunduğu mektubun etkili olduğu anlaşılmaktadır. Mektup Kasım 1908’de Şark ve Kürdistan gazetesinde yayınlanırken “Bediüzzaman Molla Said Efendi’nin mâbeyne verip neticesinde pek çok musibete hedef edildiği layihanın suretini aynen neşrediyoruz” şeklinde anons edilmesi bu ihtimali güçlendirmektedir. Çünkü böyle bir açıklamanın Üstad’ın onayı olmadan yayınlanması düşünülemez.

Bu mektubun Saray’ın neden tepkisine neden olduğunu anlamak zordur. Bu dilekçede özetle; doğudaki medreselerde din ilimleriyle birlikte müspet ilimlerin okutulması gerektiği ve doğunun meseleleri ile ilgili çözüm önerileri yer almaktaydı.

Abdülhamit’in iktidarı boyunca yüzlerce “ıslahat layihası” ile muhatap olduğu düşünüldüğünde Padişah’ın kuşkusunun Saray iradesi dışında hareket eden ve Şark’ta nüfuzu olan genç bir âlimin böyle bir şeye nasıl cesaret ettiğinden hareketle “tehlikeli” görülmesinden kaynaklanmış olabileceği akla gelmektedir. Bir diğer neden de Padişah’la görüşmekte ısrar etmesi olabilir.

O zamanki adıyla “Bediüzzaman Said Kürdi” bunun sonucunda önce mahkemeye sevk edilmiş ve muhtemelen buradaki cevaplarıyla da mahkeme heyetinin tepkisine neden olmuş ve bu sefer de Toptaşı Tımarhanesine sevk edilmiştir. Burada kendisini muayene eden doktorların sağlıklı olduğuna kanaat etmesiyle de hapse gönderilmiştir.

Abdülhamit, Said Nursi’ye bu sırada Zaptiye Nazırı Şefik Paşa vasıtasıyla “ayda bin kuruş maaşla memleketine müderris” tayin etme teklifinde bulunmuştur. Bu yöntem Abdülhamit’in iktidarı boyunca birçok muhalifine ve özellikle Jön Türklere yaptığı “para ve makam” teklifiyle kendi yanına çekmek istemesinden başka bir şey değildir.

Bu teklif Abdülhamit’in Bediüzzaman’ı İstanbul’dan uzaklaştırmak istediğini de göstermektedir. Osmanlı Arşivleri’ndeki belgelere göre kendisine “harcırah” da çıkarılmış fakat Bediüzzaman’ın geri dönmeyi reddetmesi üzerine para tekrar hazineye geri verilmiştir. Meşrutiyetin ilanından birkaç gün önce İstanbul’dan Van vilayetine gönderilen yazının içeriğinden de kendisinden şüphelenildiği görülmektedir.

Abdülhamit’in Şark’tan enteresan projelerle gelen ve cesurca hareket ederek önerilerini ısrarla kendisine ulaştırmak isteyen Bediüzzaman’dan rahatsız olduğu açıktır. Bunun yanında hafiyelerin ve İstanbul’da Üstad’ı kıskanan bazı kişiler, belki de bazı âlimlerin jurnallerinin bunda etkili olduğu düşünülebilir.

Bediüzzaman’ın Meşrutiyetin ilanıyla birlikte yaptığı konuşmalar ve gazetelerde yayınlanan yazılarına bakıldığında Abdülhamit rejimini “istibdat” olarak görmesinde, bütün yönetimi kendisinde ve Yıldız Sarayı’nda toplayan anlayışa karşı çıkmasında ve yine hafiyelere tepki göstermesinde M. Akif’ten farklı olarak bizzat yaşadığı olayların büyük etkisi olduğu açıktır.

BEDİÜZZAMAN’IN ELEŞTİRİLERİ 

Bediüzzaman Meşrutiyetin ilanının üçüncü gününde Selanik’te sonradan “Hürriyet Meydanı” adını alan yerde “Hürriyete Hitap” adıyla bir konuşma yaptı. Üstad’ın yeni dönemde hemen İttihatçıların yanında yer alarak böyle bir konuşma yapması önceden İttihatçılarla diyaloğu olması ihtimalini güçlendirmektedir.

İttihatçılar da Bediüzzaman’ın nüfuzundan yararlanmak istemişler ve kendisini en önemli merkezleri olan ve “Kâbe-i Hürriyet” dedikleri Selanik’te kürsüye çıkarmışlardır. Üstad daha sonra da Şark’a seyahate çıkarak Kürt aşiretlerine “Meşrutiyetin dinsizlik olmadığını” anlatacaktır.

Bediüzzaman’ın bu dönemde kaleme aldığı yazılarda Abdülhamit rejimine karşı eleştirileri açıkça görülmektedir. Akif’ten farklı olarak Abdülhamit için “baykuş, korkak ödlek” gibi isimlendirmeler yapmasa da “İstibdâdın ma’den ve menbiti olan şeref ve haysiyet ve i’tibarî rütbeden istimdat ve milleti istihdam ve hatır ve tahakküm ve tarafdarî râbıta etmekdir ki; vahşetin ağalığı budur. Ümm’ül-ağavat olan Yıldız’da, Eb’ül-ağavat olan Sultan Abdülhamid bu ağalıktan vazgeçti…” sözleriyle eleştirmektedir.

Tepkilerinin odak noktasında Abdülhamit’in ülkeyi tek başına yönettiği Yıldız vardır ve Üstad çeşitli yerlerde bu şekildeki yönetimi tenkit etmiştir: ”Zira sabıkta Padişah kendi yerinde mahpus gibi oturuyordu. Biçare milletin halini anlamıyordu… Veyahut za’f-kalb ve kuvvet-i vehm ile anlamak istemiyordu. Yahut mütehevvısane ve mütekeyyilane ve mütekalkıl olan tabiatı anlattırmağa nıüsa’id değildi” diyerek “tek adam rejiminin” halkı anlamaktan uzak olduğunu ifade etmiştir. Bu noktada önemli bir eleştiriyi de Abdülhamit’in etrafını saran danışmanların ve görevlilerin bulunduğu Mabeyn-i Hümayun’a yapmaktaydı.

En çarpıcı eleştirileri ise önce Divan-ı Harbi Örfi’de ve Tarihçe-i Hayat’ta yer alan ve Abdülhamit’e hitaben kaleme aldığı yer alan şu ifadelerdir: Münhasif Yıldız’ı Darü’i-fünûn et; ta, Süreyya kadar âlî olsun. Ve oraya seyyahlar, zebaniler yerine ehl-i hakîkat melaike-i rahmeti yerleştir; ta Cennet gibi olsun. Ve Yıldız’daki milletin sana hediye ettiği servetini milletin baş hastalığı olan cehaletini tedavi için büyük dînî darü’l-fünunlara sarf ile millete iade et… Şimdi muvazene edelim: Yıldız eğlence yeri olmalı veya darülfünun olmalı? Ve içinde seyyahlar gezmeli veya ulema tedris etmeli? Ve gasp edilmiş olmalı veyahut hediye edilmiş olmalı? Hangisi daha iyidir? İnsaf sahipleri hükmetsin. ”.

Üstad’ın Münazarat’ta “İstibdat nedir?” sorusuna verdiği cevap da Abdülhamit rejimine neden karşı çıktığının bir başka kanıtıdır. Üstad’a göre “İstibdat zorbalıktır, muamele-i keyfiyyedir, kuvvete istinat ile zor kullanmadır, rey-i vahiddir, suistimale gayet müsait bir zemindir, zulmün temelidir, insaniyetin mahvedicisi, Âlem-i İslamiyet’i zillet ve sefalete düşürttüren, İslamiyet’i zehirlendiren, her şeye sirayet ile zehrini atan, o derece ihtilafatı beyne’l-İslam ika edip Mutezile, Cebriye, Mürcie gibi dalalet fırkalarını tevlit eden, istibdattır.”

Görüldüğü gibi Bediüzzaman istibdadı “zehir” olarak görmekte ve başka bir yerde de “istibdadın”, insanlarda devlete karşı nefret hissi uyandırdığını ifade etmektedir. Üstad’a göre İslam dünyasının içinde bulunduğu yoksulluk ve sefaletin nedeni de istibdattır.

Şam Emeviye Camii’nde okuduğu Hutbe-i Şamiye’de de “Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdadı muhafaza için vaktiyle mesâil-i Şeriat rüşvet verilirdi. Dinin meseleleri terk ve feda edilmesinden, zarardan başka ne faydası görüldü?” sözleriyle istibdadın muhafazası için dini meselelerin kullanılmasına karşı çıkmaktadır.

ÜSTAD SONRADAN PİŞMAN MI OLDU?

Bediüzzaman Abdülhamit’in tek kişilik idaresine karşı çıktığı gibi daha sonra İttihatçıların baskı yönetimine de karşı çıktı. Nitekim kendisine “İttihat ve Terakki’den neden ayrıldınız” şeklindeki bir soruya “Ben bırakmadım, onlar beni bıraktı” şeklindeki cevapla İttihatçıların hürriyeti yeni bir istibdada çevirmelerine de muhalefet ettiğini ifade etmektedir. Nitekim bundan sonra İttihat ve Terakki ile münasebeti daha çok Enver Paşa üzerinden devam etmiştir.

Üstad’ın sonraki dönemlerde ise Abdülhamit rejimini “zayıf istibdat” olarak isimlendirdiği görülmekte ise de eski dönem eserlerindeki Abdülhamit’le ilgili ifadeleri çıkarmadığı da bir gerçektir.

Bu durum Bediüzzaman’ın “istibdat” olarak değerlendirdiği ve iyi niyetli reform önerilerinden bile rahatsız olarak kendisini Toptaşı Tımarhanesine gönderen yönetim tarzına yönelik eleştirilerini devam ettirdiğini göstermektedir. Bütün bunlar Üstad’ın Osmanoğulları ailesinden “helallik” istediğine dair söylemlerin bir karşılığı olmadığının kanıtıdır.

Nitekim Üstad, “kula kul olan insanın köleleşeceğini” belirtir ve yöneticinin vasıflarını şöyle ifade eder: “… Padişah, Peygamberimizin emrine itaat etse ve yoluna gitse halifedir. Biz de ona itaat edeceğiz. Yoksa Peygambere tâbi olmayıp zulüm edenler, padişah da olsalar haydutturlar…”






Monday, January 14, 2019

Why Do I Learn This?



Morioka scoffed loudly. He crossed his legs off to the side of his chair. “What good’s differential and integral calculus gonna do me? It’s a waste of time.”

Ishigami had turned to the blackboard to begin an explanation of some of the trickier problems on the year-end exam, but Morioka’s comment made him stop and turn around. This wasn’t the kind of thing he could let slide. “I hear you like motorbikes, Morioka. Ever watched a race?”
Morioka nodded, clearly taken aback by the sudden question.

“Well, do racers drive their bikes at a set speed? No, they’re constantly adjusting their speed based on the terrain, the way the wind’s blowing, their race strategy, and so on. They need to know in an instant where to hold back and where to accelerate in order to win. Do you follow?”

“Yeah, sure, I follow. But what’s that got to do with math?”

“Well, exactly how much they accelerate at a given time is the derivative of their speed at that exact moment. 

Furthermore, the distance they travel is the integral of their changing speed. In a race, the bikes all have to run roughly the same distance, so in determining who wins and who loses, the speed differential becomes very important. So you see, differential and integral calculus is very important.”

“Yeah,” Morioka said after a confused pause, “but a racer doesn’t have to think about all that. What do they care about differentials and integrals? They win by experience and instinct.”

“I’m sure they do. But that isn’t true for the support team for those racers. They run detailed simulations over and over to find the best places to accelerate—that’s how they work out a strategy. And in order to do that, they use differential and integral calculus. Even if they don’t know it, the computer software they’re using does.”

“So why not leave the mathematics to whoever’s making the software?”

“We could do that, but what if it was you who had to make the software, Morioka?”

Morioka leaned further back in his chair. “Me? Write software? I don’t think so.”

“Even if you don’t become a software engineer, someone else in this class might. That’s why we study mathematics. That’s why we have this class. You should know that what I’m teaching here is only the tip of the iceberg—a doorway into the world of mathematics. If you don’t even know where the door is, how can you ever expect to be able to walk through it? Of course, you don’t have to walk through it unless you want to. All I’m testing here is whether or not you know where the doorway is. I’m giving you choices.”


As he talked, Ishigami scanned the room. Every year there was someone who asked why they had to study math. Every year, he gave the same explanation. This time, since it was a student who liked motorbikes, he’d used the example of motorbike racing. Last year, it was an aspiring musician, so he talked about the math used in designing musical technology. But no matter the specifics of the discussion, which changed from year to year, it was all old hat for Ishigami.

Namazı Bekleme



Dikkatli ve hassas bir kul için namazı bekletme söz konusu değildir: her zaman namazı bekleme esastır. O, namazdan, hatta ezandan evvel abdestini alıp “Tam tekmil hazırım Allahım! Sen bana teveccüh buyurduğun an, nazarlarımın Sana müteveccih olduğunu göreceksin.” duygusuyla gerilmiş olarak “Haydi, şimdi huzuruma çıkabilirsin.” komutunu bekler. Zaten abdest öncesinden başlayıp ezan ve sünnet namaza kadar sürüp giden hazırlıklar silsilesinde insan böyle bir metafizik gerilimi yakalayamamışsa, o işte bir eksiklik var demektir. Fakat öyle olsa da farzdan önce kâmet getiren müezzin, insanı ibadet düşüncesinden alıkoyup mâsivâullaha çeken her şeye son darbeyi indirir ve böylece konsantrasyonunu tamamlayan kul, en derin mülâhazalarla “Allahu ekber” deyip namaza durur.

Namazı özene bezene kılmak




O, bir iş yaptığı zaman itkan üzere yani hiçbir boşluk bırakmayacak şekilde sağlam yapardı. Peygamberine ittiba ile mükellef olan bir mü’min, amelini, tenkit getirmeyecek, sorgulanmayacak şekilde yapmalıdır. Amellerin en güzeli namaz ise ve namazdan daha büyük bir şey yoksa, eksik ve hatalı olarak kılacağımız her namaz bizde bir gedik açıyor demektir.

Buna böyle inandıktan sonra namazlarımızı özene-bezene kılmak zorundayız. Belki ilk başlarda biraz tekellüfe girecek, kendinizi zorlayacaksınız. Ne var ki o, zamanla sizin tabiatınızın bir parçası hâline gelecektir. Ümmeti için daima kolay olanı tercih eden Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tek başına namaz kıldığı zaman –İbn Mesud’un ifadeleri içinde– öylesine uzatıyor, öylesine 
d’un ifadeleri içinde– öylesine uzatıyor, öylesine mükemmel yapmaya çalışıyordu ki, diğer insanların bunu yapması epey zordu. Ama insanlara namaz kıldırırken meseleyi daha hafif tutuyordu.

Friday, January 11, 2019

Namaz ve Şükür



“Her gün, sizin her bir mafsalınız için bir sadaka terettüp etmektedir. Her tesbih (sübhânallah) bir sadakadır. Her tahmid (elhamdülillah) bir sadakadır, her tehlil (La ilâhe illallah) bir sadakadır, her tekbir (Allahu ekber) bir sadakadır. Emr-i bi’l-maruf bir sadakadır, nehy-i ani’l-münker bir sadakadır. Kişinin kuşluk vaktinde kılacağı iki rekât namaz bütün bu sadakalara muadil gelir.”

İnsan, sabahleyin dinç olduğu ve işinin de yoğun olduğu bir zamanda kemerbeste-i ubûdiyet içinde Rabbinin huzuruna koşmak suretiyle Allah’ın kendisine verdiği mafsalların değerini derinlemesine hisseder. İşte insanın, kuşluk vakti kılacağı bu namaz bütün mafsalların şükrüne mukabil gelebilir. Beş vakit namaz da yine evveliyetle bu şükre karşılık gelebilir.


Namaz ve İnfak


“Onlar mutlaka cennetlerde mücrimlerin durumu hakkında kendi aralarında konuşurlar. O suçlulara, ‘Neydi bu cehenneme sizi sürükleyen?’ diye sorulur. Onlar şöyle cevap verirler: Biz, namaz kılanlardan değildik. Fakirleri doyurmaz, onların ihtiyaçlarıyla ilgilenmezdik. Batıl sözlere dalanlarla beraber biz de dalardık. Bu hesap gününü yalan sayardık. Ölüm bizi yakalayıncaya kadar hep böyle idik.”(Müddessir Suresi)

Burada dikkat çeken bir husus, infak etmeme ile namazı terk etmenin birlikte zikredilmesidir. Bunun aksi ise namaz kılma ve yoksula infakta bulunmadır. Bu iki husus, Kur’ân-ı Kerim’in çoğu âyetinde birlikte zikredilir. Biri, ferdin şahsî hayatını tanzim ve şahsî miracını temin eder; diğeri ise ruh bütünlüğü ve birliği içinde sağlam ve sıhhatli bir toplumun tesis edilmesini ve hep birlikte terakki etmeyi netice verir. Dolayısıyla bunlar, birbirinden ayrılmaz iki önemli ibadettir.

Namaz Geçiştirilecek Bir Şey Değildir




Evet, namaz, halk tabiriyle, verip veriştirilecek ve geçiştirilecek bir şey değildir. O, kendisine hususi bir vaktin ayrılması ve başlamadan önce de mutlaka konsantre olunması gereken bir ibadettir. Aslında namaz ve namaz öncesi hazırlıklar, bu konsantreyi sağlayabilecek güçtedir ve sıralanmaları itibarıyla namaz vetiresinin enstrümanları gibidirler.

Mesela def-i hâcetle vücuttaki fazlalıklar atılır ve insanda bir rahatlama meydana gelir. Ardından abdestle vücudumuzdaki kinetik enerji dengelenir ve bununla da ayrı bir rahatlama gerçekleşir. Bunu takiben camilerin minarelerinde şehbâl açan ezan-ı Muhammedî bizi ayrı bir teveccühe ve derinliğe çeker. Sonra camiye, âdeta Allah’a vâsıl oluyor gibi huşû içinde yürünür, müezzinin tatlı nağmeleriyle ayrı bir âleme girilir, sünnetler eda edilir ve nihayet müezzinin kâmeti gelir. Evet, bütün bunlar, farzı dolu dolu kılmak için iç derinliğine, Allah’ı duymaya ve O’nu sürekli mülâhazaya almaya hazırlayan birer çağrı ve konsantrasyonun sağlanması için önemli birer unsur gibidirler.

Namazın bu ölçüde derince duyularak kılınması bir hedeftir ve namaz öncesi yapılan bu hazırlıklar, o duyuşu gerçekleştirecek stratejiler olarak da değerlendirilebilir. Kaba bir tabirle, belli gayeleri gerçekleştirme adına ortaya konan politikalar gibi bunlar da, o kâmil namazı tahakkuk ettirmek için kullanılan vesileler olarak görülebilir. Ezan, kâmet, abdest, nafile namazlar ve diğer amellerin hiçbirisi asıl gaye değillerdir. Bütün bunlar, varlığın en kâmili, ahsen-i takvîme mazhar insanın, ibadetinin de kendine yakışır olması için ortaya konmuş vesilelerden ibarettir.

İç ve dış yapısı itibarıyla böyle mükemmel bir varlığı Allah’a yaklaştıracak ve gerçekten insan olmasının ifadesi sayılan namaz mutlaka ciddi bir iç derinliği ile eda edilmelidir. Bunu tam eda edememe endişesi veya gerçekten eda edememenin ızdırabının yaşanması, kul adına önemli bir seviyedir. Burada, gaye-i hayal olan böyle bir namazın “çok az” insana müyesser olduğunu da ifade etmeliyiz. Burada kullanılan “çok az” kelimesi izafîdir. Mesela birisi başını secdeye koyduğunda kaldırmayı düşünmüyor.. bir başkası namaza durunca, kendisini gül bahçesine salmış gibi hissediyor.. bir başkası namazda kendini cennet yamaçlarında sanıyor.. bir diğeri kendini ruhanîlerin önünde görüyor olabilir. Bu, herkesin istidadına göre yakalayabileceği bir ufuktur. Ne var ki biz, niyetlerimizle mükemmelin peşinde olduğumuz müddetçe, hedefe ulaşamasak da niyetlerimizle hedeflediğimiz şeyi her zaman yakalayabiliriz. Unutmayalım ki, “Mü’minin niyeti, amelinden hayırlıdır.”

To get better at math, act like someone who loves math


Miles Kimball, Quartz

If the “love it and learn it” hypothesis is true, it gives a simple recommendation for someone who wants to get better at math: spend more time thinking about and working on math. Best of all: spend time doing math in the kinds of ways people who love math spend time doing math. Think of math like reading. Not everyone loves reading. But all kids are encouraged to spend time reading, not just for school assignments, but on their own. Just so, not everyone loves math, but everyone should be encouraged to spend time doing math on their own, not just for school assignments. If a kid has a bad experience with trying to learn to read in school, or is bored with the particular books the teacher assigned, few parents would say “Well, maybe you just aren’t a reader.” Instead, they would try hard to find some other way to help their kid with reading and to find books that would be exciting for their particular kid. Similarly, if a kid has a bad experience trying to learn math in school, or is bored with some bits of math, the answer isn’t to say “Well maybe you just aren’t a math person.” Instead, it is to find some other way to help that kid with math and to find other bits of math that would be exciting for their particular kid to help build her or his interest and confidence.
The way a teacher presents a mathematical principle or method in class may not work for you—or, as Elizabeth Green suggested in the New York Times, the whole American pattern of K-12 math instruction may be fatally flawed. If you loved math, you would think about that principle or method from many different angles and look up and search out different mathematical resources, until you found the angle that made most sense to you. Even if you don’t love math, that would be a good way to approach things.
Many people think that because they can’t understand what their math teacher is telling them, it means they can’t understand math. What about the possibility that your teacher doesn’t understand math? Some people are inspired to a life-long love of math by a great math teacher; others are inspired to a life-long hatred of math by an awful math teacher. If you are unlucky enough to have an awful math teacher, don’t blame math for your teacher’s failings.
Cathy O’Neil—who blogs at mathbabe.org—describes well what I like to call “slow-cooked math”:
There’s always someone faster than you. And it feels bad, especially when you feel slow, and especially when that person cares about being fast, because all of a sudden, in your confusion about all sort of things, speed seems important. But it’s not a race. Mathematics is patient and doesn’t mind.
Being good at math is really about how much you want to spend your time doing math. And I guess it’s true that if you’re slower you have to want to spend more time doing math, but if you love doing math then that’s totally fine.
I was lucky to have a dad and older brother who showed me a bit of math early on, in a way that was unconnected to school. Then in school, I spent at least as much time on math when I wasn’t supposed to be doing math as when I was. It was a lot more fun doing math when I wasn’t supposed to be doing math than when I was.
For one thing, when I did it on my own, I could do it my own way. But also, there were no time limits. It didn’t matter if it took me a long time. And nothing seemed like a failure.
I spent a lot of time doing math. And very little of that math was done under the gun of a deadline. I spent some time on literal tangents in geometry and trigonometry. But I spent a lot more time on figurative tangents, running into mathematical dead ends. When Euclid told King Ptolemy “there is no Royal Road to geometry,” it had at least two meanings:
  1. Everyone—even a king or queen—has to work hard if he or she wants to learn geometry or any other bit of higher math.
  2. The path to learning geometry, or math in general, is not always a straight line. You may have to circle around a problem for a long time before you finally figure out the answer.

Primitif


Geçen günkü notumda primitif kelimesini kullandım, kaş kaldıranlar oldu. ‘İlkel’ diyebilir miydim? Diyebilirdim sanırım, ama ilkel’de aşağılayıcı bir tını var. Primitif benim kastettiğim anlamda daha sık rastladığımız bir kelime, “bir şeyin ilk, temel, evrimleşmemiş haline ait”. Aşağılama yok, hatta bazen övgü bile sayılabilir. Almancası urtümlich, daha da güzel. ‘İptidai’ olur mu? Olur ama antika kaçar. ‘Birincil’ öneriyorlar, sevmedim. Birincil primary demek. Daha çok “önem veya görünürlük açısından önde gelen”.
Dil gerçek eş anlamlıları sevmez. Tanım gereği eş anlamlı olan kelimeler arasında dahi zamanla kullanım farkları, nüanslar doğar. O yüzden, ilk bakışta lüzumsuz da görünse dilde çok kelime olması iyidir. “Aynı” kavramın osmanlıcasının, frenkçesinin, uydurmasyoncasının bir arada bulunması da iyidir. Dağarcığında silahtır, günü gelir kullanırsın.
*
Primitif kavram derken almak, gitmek, yemek, havlamak, dağ, ağaç, aslan, kış, el, kardeş, soğuk, sert, aşağı, ben gibi, herhangi bir kültürel gelişimi ima etmeyen kavramları kastediyorum. İnsanoğlunun küçük gruplar halinde avcılık ve toplayıcılıkla geçindiği çağda bu kavramlar vardı, muhtemelen bunları ifade eden sözcükler de vardı. Sepet, para, fırın, kale, dünya, şarap, dikiş dikmek, kavram, sayı saymak, tartmak bunun bir sonraki aşamasıdır. Suşi, strüktüralizm, sysop, bilet, adagio sostenuto, uydurmasyonca, kavramsallaştırmak, iltisaklı çok sonraki aşamalarıdır. Bu kavramlardan herhangi birini ilkel bir avcı-toplayıcıya anlatmak için günlerce, hatta aylarca dil dökmen, medeniyet tarihi dersi vermen gerekir. O bile yetmez, anlatamazsın.
Bildiğim tüm diller primitif kavram ifade eden sözcükleri başka dillerden almaya dirençlidir. Bugünkü Türkçede bu tür sözcüklerin ezici çoğunluğu, belki %95’i aşkın kısmı Eski Asya Türkçesinden mirastır. Temel fiiller, temel doğa olgularının adları, beden kısımları, akrabalık adları, temel sıfatlar, birden bine kadar sayılar bu zümreye girer. Bunların mesela Sumerceden, Çinceden yahut Kürtçeden alıntı olduğunu söyleyenlere rastlarsanız gülüp geçiniz. Anlatmaya kalksanız avcı toplayıcıya bankamatiği tarif eder gibi, aylarca uğraşmanız gerekir.
Türkçede halen yaşayan tek heceli basit fiiller 200 tane kadardır. Sayalım: almak, asmak, aşmak, atmak, aymak, bakmak, banmak, basmak, batmak, bıkmak, bilmek, binmek, bitmek, bozmak, bulmak, bükmek, büzmek... Bunlar insan zihninin ve iletişim aygıtının en temel katmanını oluşturan birimlerdir: onlarsız konuşamayız, cümle kuramayız. Hemen hepsi Asya Türkçesinin bilinen en eski metinlerinde (standart ve kurallı ses değişimleri ile) mevcuttur. Sadece sekiz ila on kadarı biraz daha geç dönemde tarih sahnesine çıkan Türkiye (Oğuz) Türkçesinde belirmiştir. Biri hariç hepsi olabildiğince primitif kavramları ifade eder.
(İstisna, yazı yazmak anlamındaki yazmak fiilidir. Besbelli geç döneme ait bir kültür kavramıdır. Etimolojisi muğlaktır; bıktırıncaya dek tartışılmıştır. Tahminimce “çizik atmak, çentmek” anlamındaki cızmak fiilinin özel anlam kazanmış varyant biçimidir.)
*
“Ses çıkarmak” anlamına gelen quasi-onomatope fiiller üreten +kIrmak morfemi (biçimbirim diyorlar, ben öyle demeyeyim) Türkçenin en eski katmanlarından beri kullanılır. Halen üretken değildir; o yüzden dili kullananlarca “farkına varılmaz”. İşaret edilince şaşırma ve sevinme duyguları uyandırır. Buyurun örnekler: anırmak (aslı anğırmak), bağırmak, böğürmek, çağırmak, fışkırmak, geğirmek, haykırmak (eski metinlerde genellikle ayğırmak), hıçkırmak, öğürmek, öksürmek (aslı muhtemelen öskürmek, Azericede halen öyle), püskürmek (püfkürmek biçimi yaygındır), sümkürmek, tükürmek (eski metinlerde tüvkürmek/tüfkürmek). Osurmak tahminimce bu gruptandır (osğurmak?) ama emin değilim. Aksırmak ve tıksırmak biçimleri ise tahminimce metatezli öksürmek fiilinden kıyas yoluyla yakın devirde üretilmiş olmalı.

Köpek sesi anlamında 11. yüzyıldan itibaren kaydedilmiş olan uzun ü ile ürmek, bence besbelli *üğürmek biçiminden evrilmiştir. “Üü diye seslenmek” yani.

Saturday, January 5, 2019

Miraç Enginlikli İbadet Namaz



Namaz deyip geçmemeli; namazdan geçen, korkarım ki bir gün dinden de geçer.

**

Bir insan namaz kılmıyorsa hayatının en büyük kayıp kuşağında yaşıyor demektir.


Oruç, zekât, hac gibi ibadetleri yerine getirmek namaz kılmaya göre daha kolaydır. Namazın kendine göre bir zorluğu vardır. Nitekim sahabe, oruç tutmayana veya hacca gitmeyene değil, namaz kılmayana “münafık” nazarıyla bakardı. Hatta ulema, amelî nifak bahis mevzuu olduğu zaman buna çok defa namazın terk edilmesini misal verir.

**
Münafıklara en ağır gelen namaz yatsı ve sabah namazlarıdır. Eğer bu iki namazdaki hayrın ne olduğunu bilselerdi emekleyerek de olsa onları kılmaya gelirlerdi..” buyurmuştur. Nifak, karşı tarafı aldatmadan ibarettir ve yapılan işlerin içten gelmemesinin ifadesidir. Münafık, samimiyetini ortaya koyup sabah ve yatsı namazının zahmetine katlanamaz. Çünkü bu iki vakit, rahat ve rehavet vaktidir. Mü’mine gelince o, “Zahmette rahmet vardır.” anlayışından hareketle –bir kısım fukaha arasında cemaatle eda edilmesi farz mı, vacip mi diye münakaşası yapılan– sabah ve yatsı namazlarına sürünerek bile olsa iştirak eder, imamın arkasında el-pençe divan durur ve böylece Allah’a kulluğunu arz eder.

**
Allah (celle celâluhu), namazı bir miraç, bizleri de o miraç merdivenlerinde yükselen kimseler olarak görmek istiyor. Vefat edip de Cenâb-ı Hakk’ın rahmetine kavuşacağımız âna kadar devam edeceğimiz namaz, bizim mânevî terakkimize en önemli bir vesile olacaktır. O makam ve mevkiye yükseldiğimiz anda da, “Allahım! Bunlar beni dünyada zayi etmedi. Sen de bunları zayi etme!” diyecektir. Bunun aksine, abdesti tastamam almamış, namazı erkânıyla kılmamış, sair hayır ve hasenatımızı yapmamış isek onlar bu sefer, “Bizi zayi ettiğin gibi Allah da seni zayi etsin.” diyeceklerdir.

**
Cenâb-ı Hak, قَدْ أَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَ “Mü’minler felah buldular…” buyuruyor. 

Devamında ise, kurtuluşa eren bu mü’minlerin ilk vasfı olarak, namazlarını ciddi bir huşû, kalplerini Allah’a vermişlik içinde, ihsan şuuruyla, görülüyor olma mülâhazasıyla eda etmelerini zikrediyor. Herkes meseleyi bu çerçevede eda edebiliyor mu diye kendi vicdanına bakmalıdır. İnsanın bu seviyeye ulaşabilmesi için öncelikli olarak amellerinin ahirette arz edileceğine inanıyor olması gerekir.

**
... kul, kendisini böyle bir makama taşıyacak olan namazı, bir kısım formalitelerden ibaret görmemeli ve âdeta bir yükü sırtından atıyor havası içinde eda etmemelidir. Aksine çok ciddi bir meseleyi eda etme havası içinde, ezan okunduğu zaman huzur-u ilâhiye gelip el-pençe divan durmalı, huzurda olduğu müddetçe de hiçbir şekilde gaflete dalmamalı ve böylece namazı bir tefekkür ve bir iç heyecanı içinde tamamlamalıdır.
**

Namaz, bir huşû, bir iç saygısı ve bir edeb işidir. Bu mânâ ile eda edildiği müddetçe iç âlemimize daima bir duruluk getirir, fikirlerimize bir istikamet kazandırır. Bu şuur ve anlayış içinde eda edilmeyen namaz, insanın sırtında bir yük ve insan için bir yorgunluktur; kurbete vesile olması bir yana, kulun Allah’tan uzaklaşmasına bile sebep olur. Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem): مَنْ لَمْ تَنْهَهُ صَلَاتُهُ عَنِ الْفَحْشَاءِ وَالْمُنْكَرِ، لَمْ يَزْدَدْ مِنَ اللهِ إِلَّا بُعْدًا “Kimin namazı onu fuhşiyat ve kötülükten men etmezse, o namazın, o insana, kendisini Allah’tan uzaklaştırmaktan başka bir katkısı olamaz.”91 buyurmuştur. Haddizatında namaz, kişiyi Allah’tan uzaklaştırmaz; ama o gafletten sıyrılamadığı, nisyandan kurtulup kendini aşamadığı, dolayısıyla gönlünü sahibine vermesi gerektiği yerde dahi veremediği için, Rabbinden uzaklaşmasına vesile olur. O hâlde kul, namazını eda ederken, âdeta nuranî bir ipe tutunuyor gibi onu eda edecek ve dikkatli davranacak; ayağı sürçüp bir lahza gaflete girse hemen nazarını yüceler yücesi âleme çevirecek, onu seyre dalacak ve böylece kulluk vazifesini eda edecektir.