Thursday, September 24, 2020

Umumi Belva

 


Hususiyle yapılacak faaliyetler toplum maslahatlarını gerçekleştirmenin yanında bir de insanların gönüllerini Allah’la buluşturma veya sahip olduğunuz değerleri başkalarına da anlatabilme adına uygun ortamlar hazırlama gibi dinin maslahatlarını da gerçekleştiriyorsa, işte orada mutlaka üzerimize düşeni yerine getirmeli ve ne yapıp edip bunu gerçekleştirmeliyiz. Hatta gerekirse böyle yüce bir gayenin tahakkuk etmesi adına, şahsî hayatımızla ilgili bazı tavizler vermeyi bile göze alabilmeliyiz.


Bazıları, içinde yaşadığımız zamanın şartlarını hesaba katmadığı için, böyle bir yaklaşımı tenkit edebilir. Hâlbuki irşat faaliyetlerinde bulunma gibi dinin yüce hedeflerini gerçekleştirmeye çalışma bir yana, günümüz Müslümanları günlük hayatlarında bile pek çok konuda taviz vermekten, bir kısım günahlara bulaşmaktan kendilerini kurtaramamaktadır.


Mesela Kur’ân-ı Kerim, Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hitaben, قُلْ لِلْمُؤْمِنِينَ يَغُضُّوا مِنْ أَبْصَارِهِمْ وَيَحْفَظُوا فُرُوجَهُمْ “Mü’minlere, gözlerini haramdan sakınmalarını ve iffetlerini korumalarını söyle.” buyurmaktadır. Oysaki günümüzde bu âyetin emrine sıkı sıkıya bağlı kalmak isteyen bir Müslümanın, evinden dışarıya çıkmaması ve çarşıya gitmemesi gerekir. Hatta namaz kılma gibi çok önemli bir ibadeti eda etmek için camiye gidilirken bile haram irtikâp etme ihtimali vardır.


Şunu kabul etmek gerekir ki siz, herkesin edebiyle oturup kalktığı, düşüncelere saygı duyulduğu, kimsenin hissiyatının rencide edilmediği asr-ı saadet döneminde yaşamıyorsunuz. 


Dolayısıyla dinî hassasiyetinize muhalif olan ve hoşunuza gitmeyen bazı durumları umumi belva diyerek göze almazsanız, kimseye kendinizi ifade etme fırsatı bulamaz ve hareket alanınızı daraltmış olursunuz. Siz kendiniz bu konularda olabildiğine hassas hareket etseniz bile, füruata ait bazı meselelerde kusur yaptığına şahit olduğunuz insanlara sanki büyük günah işliyorlar veya dinden çıkıyorlar gibi muamele etmemeli ve ağır ithamlarda bulunmamalısınız. Eğer bunu yaparsanız, dinin birçok emrinin ihmaline sebebiyet vermiş olursunuz.


Biraz daha açacak olursak, günümüzde Hizmet gönüllüleri geçmişten süzülüp gelen ve tabiatlarına mâl olan insanî ve ahlâkî değerleri muhtaç sinelere duyurabilme ve geçmişten tevarüs edilen kin ve nefretleri toprağa gömmek suretiyle gelecek nesillere sevgi ve hoşgörü atmosferinin hâkim olduğu güzel bir dünya bırakabilme istikametinde dünyanın dört bir yanına açılıyorlar. Gittikleri ülkelerde çok farklı örf ve âdetlerle karşılaşıyorlar. Her ülkenin kendine göre farklı kültür ortamları var. Hayatlar, insanlar, alışkanlıklar vs. farklı farklı. İşte bu farklılıklar içinde bir insanın dinin bütün füruatını milimi milimine yaşayabilmesi çok zordur. Müslüman ülkelerde bile günahla karşı karşıya kalmadan öğretmenlik veya üniversite hocalığı gibi bir vazifeyi yerine getirmenin çok zor olduğu bir dünyada yaşadığımızı unutmamalıyız.


Eğer siz ruhunuzun ilhamlarını başkalarının sinelerine boşaltabilme, onları kültür mirasınızla tanıştırma ve aynı zamanda onların da sahip oldukları güzellikleri alma adına değişik anlayıştaki insanlarla oturup kalkıyorsanız, çamurlu yolları aşmaya, sarp yokuşları tırmanmaya ve yıkılmış köprülerden geçmeye hazırlıklı olmalısınız. Çünkü bunları göze almadan gaye-i hayalinizi gerçekleştirebilmeniz mümkün değildir. “Aman, ne gözümüz, ne kulağımız, ne ağzımız, ne de ellerimiz hiç günaha bulaşmasın; âdâbına varıncaya kadar dinin bütün emirlerini hassasiyetle yerine getirelim.” düşüncesi haddi zatında çok güzeldir ve müminin duyarlılığını gösterir. Ama biz günümüz şartları içerisinde her meselemizi sadece buna bağladığımızda bu, bir yönüyle yaşadığımız topluma karışmama, bir köşeye çekilip insanlardan uzak durmayı gerektireceğinden, içtimai hayat içerisinde yapılması gereken pek çok vazifeyi ihmal etmiş oluruz. Belki de bir dönemde bazıları bu türlü şeylere takıldıklarından ötürü, meydanı başkalarına bıraktılar ve kapanması çok zor boşluklar meydana getirdiler. Hâlbuki Müslümanlar hayatın ve toplumun içinde olmadıkları sürece, yaşadıkları hayat da kendilerine göre olmaz. Hayatın kendi değerlerinize göre şekillenmesini istiyorsanız, onun içinde bulunmanız gerekir.


İşte bütün bu yollardan geçmek zorunda kalan Müslümanlar, bir taraftan yaygın hâle gelen bir kısım imtihan unsurlarına katlanmaya, diğer yandan da Fıkıh Usûlü’ndeki ifadesiyle ehvenüşerreyni (iki şerden hafif olanı) bulmaya çalışmalıdırlar. Yani hangi hareket tarzı dinin kurallarına daha muvafık veya –başka bir deyişle– daha az muhalifse onu tercih etmeli ve mefkûreleri adına yapmaları gerekli olan hizmetleri yapmalıdırlar.

Sunday, September 20, 2020

Siyer Felsefesi

 


Siyer felsefesi üzerinde bugüne kadar çok az durulmuştur. Mesela medreselerde ne eskiden ne de yakın zamanlarda siyer felsefesinin ders olarak okutulduğunu duymadım. O, bugüne kadar tedrisat sistemi içine alınmamış, müfredat programlarına dâhil edilmemiştir. Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerinde meydana gelen olaylarla ilgili önemli eserler telif edilmiş olsa da bu olayları arka plânlarıyla ve temel felsefeleriyle birlikte değerlendirme, genel itibarıyla ihmal edilmiş bir iştir. Oysaki siyer, hem dinin anlaşılması hem de mü’minlerin istikamet üzere dinlerini yaşayabilmeleri adına doğru okunması ve doğru anlaşılması gereken çok önemli bir dinamiktir.


Arap dilini ve dinî ilimleri iyi bilmek Kur’ân’ın doğru anlaşılması adına çok önemli olsa da bu konuda sahabe-i kiramın anlayışına müracaat edilmediği takdirde bir kısım yanlışlara düşülebilir. Çünkü hem Kur’ân’ı hem de Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) murad-ı ilâhîye uygun olarak en iyi ve en doğru anlayanlar onlardır. Bu açıdan tedvin döneminde Kur’ân’ın hüküm ve maksatları ortaya konulurken, dil âlimlerinden önce, sahabe-i kiramın anlayışına müracaat edilmeli ve bunlar işin kaynağında aranmalıydı. Aranmalıydı derken, bu konudaki teessüfümü de ifade etmiş oluyorum. Genel bir prensip olarak selef-i salihîne saygıda kusur etmemeye çalışsam da tedvin döneminde yaşamış bazı âlimlere karşı böyle bir serzenişte bulunmadan da geçemeyeceğim. 

Niyet ve Hedef

 


Allah’a inanan ve sâlih amel işleyen herkesin Allah’ın velisi olacağını ve böyle bir dostluk dairesi içine gireceğini söyleyebiliriz. Binaenaleyh Cenâb-ı Hak da, Kendi yolunda yürüyen ve Kendisine dost olan kullarına yardım edecek ve onları doğru yola sevk edecektir. Biraz daha açacak olursak: Kim yürüdüğü yolda Allah’ın murad-ı sübhânisini esas alır, sadece O’nun rızasını hedefler ve aynı zamanda onun rızasını kazanma adına en büyük vesile olan i’lâ-i kelimetullah adına cehd ve gayret gösterirse, Allah da onların velisi olacak ve –âyet-i kerimelerde de ifade edildiği üzere– onları dünyada ve ahirette yalnız bırakmayacaktır.

**


Hiç şüphesiz zalimlerin hemen helâk edilmeyip onlara zaman tanınmasının da bir kısım hikmetleri vardır. Bu, öncelikle onların yapageldikleri zulümlerini terk etmeleri için bir fırsattır. İkinci olarak Cenâb-ı Hak, bununla onların ellerindeki bütün mazeretlerini almaktadır. Yani zalimlere tevbe edecekleri ve yeniden rahmet kapısının tokmağına dokunacakları imkân ve fırsatlar tanındığı için, ahirette onların hiçbir itiraz hakları kalmayacaktır.


İşte Cenâb-ı Hakk’ın zalimlere mühlet vermesinin altında yatan bu esprinin iyi kavranması ve yaptığı kötülüklerden dolayı hemen onların aleyhine tavır alınıp Allah’a havale edilmemesi gerekir. Evet, birileri sözleriyle sizi rencide edebilir, mizacınıza dokunduracak bir kısım kabalıklarda bulunabilir, gıybet ve iftiralara başvurabilir veya sizi yolunuzdan alıkoyma adına tekerleğinize çomak sokabilir. İşte siz bu tür olumsuzluklar karşısında hemen onların cezalandırılmasını isterseniz, yeryüzünde insan kalmaz.












Bela ve Musibetler

 


Hazreti Yunus’un (aleyhisselâm) yaşadığı gibi bizler de kimi zaman fert plânında, kimi zaman da aile ve oymak çapında bela ve musibetlerle karşı karşıya kalabiliriz. Hatta bazı durumlarda topyekûn bir millet ıztırar hâli yaşayabilir ve çaresizlikle kıvranabilir. Önemli olan, yaşanan bütün bu sıkıntıların ciddi bir tecessüs ve tefahhus hissiyle süzülmesi; süzülüp doğru okunması, doğru değerlendirilmesi ve musibetlerin ışığı altında gerçek tevhide ulaşan yolun aydınlatılmasıdır. Zira abes iş işlemekten münezzeh ve müberra olan Allah (celle celâluhu), böyle bir çaresizlik durumunu kullarına, önemli bazı kazanımlar elde etmeleri için vermiş olabilir. Eğer bunun farkına varılır, yaşanan sıkıntılar rıza ile karşılanır ve maruz kalınan çaresizliğin sevkiyle Cenâb-ı Hakk’a tam teveccüh edilebilirse, dünyanın mamur hâle getirilmesi ve ahiretin kazanılması mümkün olur. Burada yaşanan sıkıntıların, ahirette geriye dönüşü çok farklı olacaktır. Orada, damla deryaya, zerre de güneşe dönüşecektir.


Evet, belirli bir düşünce veya hareket içinde yer alan insanların bir kısım musibetlerle hırpalanması zahiren onlar adına şer gibi görülebilir. Fakat Allah (celle celâluhu), bu tür imtihanlarla onların yüzünü Kendisine çevirmeyi murat buyurmuş olabilir. Iztırar hâlleri, onların hakiki tevhide ulaşmaları adına bir fırsat kapısı aralayabilir. Bundan dolayıdır ki bela ve musibetler başa geldiğinde onları Allah’ın bir lütfu olarak görmeli ve;


“Gelse celâlinden cefâ,

Yahut cemâlinden vefa,

İkisi de cana safâ,

Sen’den hem o hoş, hem bu hoş.” 


demelidir.


Evet, maruz kalınan bela ve musibetlerin O’ndan geldiğinin farkına varılıp rıza ile mukabele edildikten sonra, gelenler ister meltem, isterse fırtına olsun, neticesi itibarıyla hep hayırdır.


Ferdî, ailevî, içtimaî sıkıntıların, bir uyanışa ve Allah’a yönelişe vesile olabilmesi için, hâdiselere bu şuurla bakılması, en azından bu şuurla bakabilecek bir canlılık ve hayat emaresinin olması gerekir. Hasta yoğun bakıma kaldırılmış olsa bile, eğer onun kalb ve beyin ölümü gerçekleşmemişse, verilecek bir elektrik şokuyla tekrar hayata döndürülmesi mümkün olabilir. Günümüzde de Müslümanların yaşadığı coğrafya, yoğun bakımda hâlâ hayat emaresi taşıyan bir hastaya veya büyük bir trafik kazası geçirdiği hâlde henüz kalb ve beyin ölümü gerçekleşmemiş bir kazazedeye benzemektedir. Her ne kadar bu hâliyle o mâlûl olsa da, kalb ve beyin ölümü gerçekleşmediği için bir gün belini doğrultması mümkün görünmektedir. Bunun için de ciddi bir şok uygulamasına ihtiyaç vardır.


Geçmişten bugüne Cenâb-ı Hak, bela ve musibetlerin cenderesinde Kendisine teveccüh eden kullarını nice kere ekstra inayet ve lütuflarıyla yeni bir dirilişe mazhar kılmıştır. Bugün de O (celle celâluhu), bizim neslimizi böyle bir uyanışa namzet hâline getirebilir. Yeter ki biz, bela ve musibetleri doğru okuyup, ıztırar ruh hâliyle, acz u fakrımızın şuurunda olarak tam bir teveccühle O’na yönelelim!..




Kalbden Vizesiz Ölü Sözler

 


Günümüzde camilerde hâfızlar tarafından tilâvet edilen Kur’ân’ların, güzel nağmelerle okunan ezanların, o süslü kametlerin, cemaati farza hazırlama adına okunan İhlâs-ı Şeriflerin onda biri bile, ihtimal, Devr-i Risalet-penahi’de yapılmıyordu. Bugün minarelerden okunan ezanlarla âdeta her yer lerzeye geliyor. Cami kürsülerinde, televizyon ekranlarında sürekli konuşmalar yapılıyor, vaaz u nasihatler ediliyor. Fakat bütün bunlar kalblere tesir etmiyor, gönüllere girmiyor, insanlar saadet asrındaki gibi Allah’a yönlendirilemiyor. Çünkü ağızdan çıkan sözler, kalbden vize almıyor. Eğer bir insan, اَللهُ أَكْبَرُ “Allah büyüktür.” derken bile kendi büyüklüğünden dem tutuyor, belli ses ve nağmelerle kendini ifade ediyorsa; Allah ve Peygamber’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) bahsederken de onları ne kadar iyi anlatabildiğini gösteriyorsa, böylesi bütün bu sözlerinde zımnî olarak yalana giriyor demektir.







Rekâik

 


Rekâike dair mevzuların tesir icra etmesi için, insanın söylenilen sözleri üzerine alması ve kendisine söyleniyor gibi dinlemesi gerekir. Mesela Cennet’ten bahsedilirken, onun kendisi için de her zaman mukadder olabileceğini düşünerek ümitlenme; Cehennem’den söz açıldığında, kendisinin de buna maruz kalabileceğini düşünüp ürperme; konu ihlâsa geldiğinde, amellerini gözden geçirip gizli şirk olan riyaya düşmüş olabileceği mülâhazasıyla tir tir titreme çok önemlidir. Aksi takdirde hikâye anlatıyor gibi birileri konuşacak, diğerleri de sadece dinleyecekse ne rekâike başvurmanın ne de bu türlü konularla meşgul olmanın faydası görülür.













Thursday, September 17, 2020

Great Silence

 


The universe is so vast that intelligent life must surely have arisen many times. The universe is also so old that even one technological species would have had time to expand and fill the galaxy. Yet there is no sign of life anywhere except on Earth. Humans call this the Fermi Paradox.


One proposed solution to the Fermi Paradox is that intelligent species actively try to conceal their presence, to avoid being targeted by hostile invaders.


Speaking as a member of a species that has been driven nearly to extinction by humans, I can attest that this is a wise strategy.

It makes sense to remain quiet and avoid attracting attention.

· · ·

The Fermi Paradox is sometimes known as the Great Silence. The universe ought to be a cacophony of voices, but instead it is disconcertingly quiet.


Some humans theorize that intelligent species go extinct before they can expand into outer space. If they’re correct, then the hush of the night sky is the silence of a graveyard.

Sunday, August 2, 2020

Suddenly A Knock On The Door - Etgar Keret


In this country,’ he explains, ‘if you want something, you have to use force.’ He just got here from Sweden, and in Sweden it’s completely different. Over there, if you want something, you ask politely, and most of the time you get it. But not in the stifling, sweaty Middle East. All it takes is one week in this place to figure out how things work – or rather, how things don’t work. The Palestinians asked for a state, nicely. Did they get one? Like hell they did. So they switched to blowing up children on buses, and people started listening. The settlers called for a dialogue. Did anyone take them up on it? Of course not. So they started getting physical, pouring hot oil on the border patrolmen, and suddenly they had an audience. In this country, might makes right, and it doesn’t matter if it’s about politics, or economics or a parking space. Brute force is the only language we understand.


Thursday, July 23, 2020

Fear vs. Danger


For ten days or so in 2015 the world was watching the images from Nepal, where 9,000 people had died. During the same ten days, diarrhea from contaminated drinking water also killed 9,000 children across the world. There were no camera teams around as these children fainted in the arms of their crying parents. No cool helicopters swooped in. Helicopters, anyway, don’t work against this child killer (one of the world’s worst). All that’s needed to stop a child from accidentally drinking her neighbor’s still-lukewarm poo is a few plastic pipes, a water pump, some soap, and a basic sewage system. Much cheaper than a helicopter.

**
Fear vs. Danger: Being Afraid of the Right Things 

Fear can be useful, but only if it is directed at the right things. The fear instinct is a terrible guide for understanding the world. It makes us give our attention to the unlikely dangers that we are most afraid of, and neglect what is actually most risky. This chapter has touched on terrifying events: natural disasters (0.1 percent of all deaths), plane crashes (0.001 percent), murders (0.7 percent), nuclear leaks (0 percent), and terrorism (0.05 percent). None of them kills more than 1 percent of the people who die each year, and still they get enormous media attention. We should of course work to reduce these death rates as well. Still, this helps to show just how much the fear instinct distorts our focus. To understand what we should truly be scared of, and how to truly protect our loved ones from danger, we should suppress our fear instinct and measure the actual death tolls. Because “frightening” and “dangerous” are two different things. Something frightening poses a perceived risk. Something dangerous poses a real risk. Paying too much attention to what is frightening rather than what is dangerous—that is, paying too much attention to fear—creates a tragic drainage of energy in the wrong directions. It makes a terrified junior doctor think about nuclear war when he should be treating hypothermia, and it makes whole populations focus on earthquakes and crashing planes and invisible substances when millions are dying from diarrhea and sea floors are becoming underwater deserts. I would like my fear to be focused on the mega dangers of today, and not the dangers from our evolutionary past.

The Midwife's Paradox


AP
In 1999, I traveled with a couple of Swedish students to visit a traditional midwife in a remote village in Tanzania. I wanted my medical students from Level 4 to meet a real health worker on Level 1 instead of just reading about them in books. The midwife had no formal education, and the students’ jaws dropped when she described her struggles, walking between villages to help poor women deliver babies on mud floors in complete darkness with no medical equipment and no clean water. One of the students asked, “Do you have children of your own?” “Yes,” she said proudly, “two boys and two daughters.” “Will your daughters become midwives like you?” The old woman threw her body forward and laughed out loud. “My daughters! Working like me?! Oh no! Never! Ever! They have nice jobs. They work in front of computers in Dar es Salaam, just like they wanted to.” The midwife’s daughters had escaped Level 1. Another student asked, “If you could choose one piece of equipment that could make your work easier, what would that be?” “I really want a flashlight,” she answered. “When I walk to a village in the dark, even when the moon is shining, it is so difficult to see the snakes.”


Here’s the paradox: the image of a dangerous world has never been broadcast more effectively than it is now, while the world has never been less violent and more safe.


Fears that once helped keep our ancestors alive, today help keep journalists employed. It isn’t the journalists’ fault and we shouldn’t expect them to change. It isn’t driven by “media logic” among the producers so much as by “attention logic” in the heads of the consumers. If we look at the facts behind the headlines, we can see how the fear instinct systematically distorts what we see of the world.

The New Balance



When a population is not growing over a long period of time, and the population curve is flat, this must mean that each generation of new parents is the same size as the previous one. For thousands of years up to 1800 the population curve was almost flat. Have you heard people say that humans used to live in balance with nature? Well, yes, there was a balance. But let’s avoid the rose-tinted glasses. Until 1800, women gave birth to six children on average. So the population should have increased with each generation. Instead, it stayed more or less stable. Remember the child skeletons in the graveyards of the past? On average four out of six children died before becoming parents themselves, leaving just two surviving children to parent the next generation. There was a balance. It wasn’t because humans lived in balance with nature. Humans died in balance with nature. It was utterly brutal and tragic. Today, humanity is once again reaching a balance. The number of parents is no longer increasing. But this balance is dramatically different from the old balance. The new balance is nice: the typical parents have two children, and neither of them dies. For the first time in human history, we live in balance.

Child Graves


Beyond living memory, for some reason we avoid reminding ourselves and our children about the miseries and brutalities of the past. The truth is to be found in ancient graveyards and burial sites, where archeologists have to get used to discovering that a large proportion of all the remains they dig up are those of children. Most will have been killed by starvation or disgusting diseases, but many child skeletons bear the marks of physical violence. Hunter-gatherer societies often had murder rates above 10 percent and children were not spared. In today’s graveyards, child graves are rare.

Factfullness



Every group of people I ask thinks the world is more frightening, more violent, and more hopeless—in short, more dramatic—than it really is.iti