1888'in Aralık ayında, Stanley'in demiryolu inşaatında bir yılını tamamlamadan istifa ederek, Ngombe Lutete'de misyonerlik yapan Bentley çiftinin yönetimindeki Vaftizci misyonunda çalışmaya gitti. Bu kararı, Matadi'de yerleşimcilerin mahallesindeki evlerden birinde, oraya yolu üstünde geçerken uğramış olan bir kişiyle yaptığı, akşam alacakaranlıkta başlayıp günün ilk ışıklarıyla sona eren bir sohbetin ardından ani olarak almıştı. Theodore Horte, İngiliz Donanmasının eski bir subayıydı. Kongo'da Vaftizci bir misyoner olmak için İngiliz Donanması'nı bırakmıştı. Doktor David Livingstone Afrika kıtasını keşfe ve orada İncil'i öğretmeye çıktığından beri Vaftizciler oradaydılar.
Palabala'da, Banza Manteke'de, Ngombe Lutete'de misyonlar açmışlar, Stanley Göleti yakınlarındaki Arlhington'da da yeni bir misyonun açılışını daha yeni yapmışlardı. Bu misyonları ziyaret etmekte olan Theodore Horte, vaktini birinden ötekine yolculuk ederek rahiplere yardım etmekle ve yeni merkezlerin nasıl açılabileceğine bakmakla geçiriyordu. Yaptıkları o söyleşi, Roger Casement'ta ömrünün geri kalanı boyunca hatırlayacağı, 1902 yılının ortalarında üçüncü sıtma hastalığının nekahet döneminde olduğu o günlerde de tüm ayrıntılarıyla yâd ettiği bir izlenim bırakmıştı.
Theodore Horte'u dinleyen hiç kimse, onun meslekten subay olduğunu ve bir denizci olarak İngiliz Donanması'nın önemli askerî harekâtlarına katıldığını aklının ucundan bile geçirmezdi. Ne geçmişinden söz ediyordu ne de özel hayatından. Hali tavrı terbiyeli, kibar görünümlü bir adamdı. Mat adi’de, ırmağın sularına yansıyan yıldızlarla donanmış, ne yağmur ne de bulutların olduğu bir gökyüzünün altında, saçlarını uçuran sıcak bir rüzgârın hışırtısının ara sıra duyulduğu o sakin gecede, Casement'la Horte, yan yana asılı iki hamağa uzanmış olarak yemekten sonra sohbete başlamışlar, Roger ilk başta bunun akşam yemeğinin üstüne ancak uykuları gelene kadar sürerek unutulup gidecek olan o alışıldık söyleşilerden biri olacağını sanmıştı. Ancak, sohbet başladıktan kısa bir süre sonra, kalbinin alışıldıktan çok daha fazla çarpmasına neden olan bir şey oldu. Rahip Horte'un sesindeki yumuşaklık ve sıcaklığın kendisine ninni gibi geldiğini hissetmiş, iş arkadaşlarıyla, hele hele amirleriyle -belki bir defa Herbert Ward'in dışında hiç kimseyle- asla paylaşmadığı konularda konuşma arzusuna kapılmıştı. Sanki uğursuz şeyler söz konusuymuş gibi gizlediği kaygılar, üzüntüler, kuşkulardı bunlar. Bütün bu olanların bir anlamı var mıydı? Avrupa'nın bu Afrika serüveni söylendiği, yazıldığı, sanıldığı gibi bir şey miydi? Serbest ticaret ve İncil Öğretisi aracılığıyla buraya uygarlığı, kalkınmayı, modernleşmeyi mi getiriyordu? Asayiş Gücü'nün yerli halkı cezalandırmak için çıktığı seferlerde, ellerine geçen her şeyi talan eden o hayvanların buraya uygarlık getirdiği söylenebilir miydi? O sömürgecilerin -tüccarların, askerlerin, görevlilerin, serüvencilerin- arasında acaba kaç tanesi yerlilere karşı azıcık olsun saygı duyuyor, onları kardeş olarak ya da en azından insan olarak görüyordu? Yüzde beşi mi? Her yüz kişiden biri mi? Doğrusu şuydu ki, burada geçirdiği bütün o yıllar boyunca, zencilere en küçük bir pişmanlık duymadan aldatılabilecek, sömürülebilecek, kırbaçlanabilecek, hatta öldürülebilecek ruhsuz hayvanlar gibi davranmayan Avrupalıların sayısının iki elin parmaklarını geçmediğini görmüştü.
Theodore Korte, genç Casement'ın böyle acıyla içini dökmesini hiç sesini çıkarmadan dinledi. Konuştuğundaysa onun ağzından duyduklarına şaşırmışa benzemiyordu. Tam tersine, kendisinin de yıllardan beri korkunç kuşkular içinde olduğunu kabullendi. Yine de, şu "uygarlık" denilen şey, en azından kuramsal olarak doğruydu. Yerlilerin hayat koşullan korkunç değil miydi? Hijyen düzeyleri, boş inançları, en temel sağlık kavramları konusundaki bilgisizlikleri onların sapır sapır dökülmelerine neden olmuyor muydu? Yalnızca hayatta kalma çabaları bile trajik değil miydi? İlkellikten çıkmaları için, bazı barbarca alışkanlıkların, sözgelimi pek çok toplulukta çocukların ve hastaların kurban edilmesi âdetinin, birbirlerini öldürdükleri savaşların, köleliğin ve bazı yerlerde hâlâ uygulanan yamyamlığın yok edilmesi yolunda Avrupa'nın onlara verebileceği çok şey vardı. Dahası, gerçek Tanrı'yı tanımaları, tapındıkları ilahların yerine Hıristiyanların Tanrısını, merhamet, sevgi ve adalet getiren Tanrı'yı koymaları onlar için iyi olmaz mıydı? Buraya pek çok kötü insanın, belki de Avrupa'nın en kötülerinin aktığı doğruydu. Bunun bir çaresi yok muydu? Yaşlı Kıta'dan iyi şeylerin de gelmesi zorunluydu. Ruhları kirlenmiş tacirlerin açgözlülüğü değil, bilim, hukuk, eğitim, insanoğlunun içinde doğuştan var olan haklar, Hıristiyan ahlakı gelmeliydi. Geri adım atmak için artık çok geç değil miydi? Sömürgeleştirmenin iyi mi kötü mü olduğunu sormakta ya da kendi kaderlerine terk edilmiş olsalardı, yanlarında Avrupalılar olmadan Kongolular daha mı iyi olurlardı diye merak etmekte yarar yoktu. Geriye dönüşün olmadığı durumlarda, acaba hiç yapılmasaydı daha mı iyi olurdu diye sorarak vakit kaybetmeye değmezdi. İşleri yoluna sokmaya çalışmak daha iyiydi. Yolunda gitmeyen şeyi düzeltmek her zaman mümkündü. Zaten İsa'nın öğrettiği en güzel şey de bu değil miydi?
Çok sonraları, o yolculuk sona erip de raporunu yazarak Kongo'dan ayrıldığında ve Afrika'da geçirdiği o yirmi yıl yalnızca bir anıya dönüştüğünde, Roger Casement, kaç kez, burada gerçekleşmekte olan bütün o korkunç şeylerin kaynağında yalnızca bir tek sözcüğün bulunduğunu söyleyecekti kendi kendine: Açgözlülüktü o sözcük. O ülke insanlarının talihsizliğine bakın ki, Kongo ormanlarında bol bol bulunan o kara altına karşı duyulan açgözlülüktü bu. Oradaki zenginlik, bu bahtsız insanların üzerine yağmış bir lanet gibiydi, işler böyle sürüp gidecek olursa, onları yeryüzünden silip yok edecekti. Üç ay on günlük o süre içinde şu sonuca varmıştı Roger: Kauçuk daha önce tükenmeyecek olursa, yüzlercesini ve binlercesini yok etmekte olan o sistemin içinde Kongolular kendileri tükenip gideceklerdi.
**
Öyleyse bu suçlara son vermek için bir şey yapabilirsiniz," diye mırıldandı Roger Casement. "Biz Avrupalılar Afrika'ya bunun için gelmedik."
"Ya, öyle mi?" diyerek dönüp ona baktı Yüzbaşı Junieux. Konsolos, subayın benzinin solduğunu fark etmişti. "Niye geldik öyleyse? Ha biliyorum: Uygarlığı, Hıristiyanlığı ve serbest ticareti getirmeye geldik. Siz buna hâlâ inanıyor musunuz, Mr. Casement?"
"Artık hayır," diye anında karşılık verdi Roger Casement.
"Eskiden evet, inanıyordum. Hem de bütün kalbimle. Bir zamanlar olduğum o idealist gencin bütün saflığıyla uzun yıllar inandım. Avrupa'nın Afrika'ya insanların hayatlarını ve ruhlarını kurtarmaya, o vahşileri uygarlaştırmaya geldiğini sanıyordum. Şimdi artık yanıldığımı anlıyorum."
Yüzbaşı Junieux'nun yüzündeki ifade değişmiş, suratındaki o duygusuz maskenin yerini birdenbire daha insanca bir ifade almış gibi gelmişti Roger'a. Hatta o kadar ki, ahmakların layık oldukları, merhamet dolu bir sevecenlikle bakıyordu kendisine.
"Kendimi o gençlik günahımdan kurtarmaya çalışıyorum, Yüzbaşım. Coquilhatville'e kadar bunun için geldim. Sözde uygarlık adına burada işlenen suçlan en küçük ayrıntılarına kadar bunun için belgeliyorum."
"Size başarılar dilerim, Sayın Konsolos," diye gülümseyerek onu alaya aldı Yüzbaşı Junieux. "Ama size içtenlikle söylememe izin verirseniz, korkarım başarıya ulaşamayacaksınız. Bu sistemi değiştirmeye kimsenin gücü yetmez. Bunun için artık çok geç."