Saturday, October 27, 2018

Kelt Rüyası



1888'in Aralık ayında, Stanley'in demiryolu inşaatında bir yılını tamamlamadan istifa ederek, Ngombe Lutete'de misyonerlik yapan Bentley çiftinin yönetimindeki Vaftizci misyonunda çalışmaya gitti. Bu kararı, Matadi'de yerleşimcilerin mahallesindeki evlerden birinde, oraya yolu üstünde geçerken uğramış olan bir kişiyle yaptığı, akşam alacakaranlıkta başlayıp günün ilk ışıklarıyla sona eren bir sohbetin ardından ani olarak almıştı. Theodore Horte, İngiliz Donanmasının eski bir subayıydı. Kongo'da Vaftizci bir misyoner olmak için İngiliz Donanması'nı bırakmıştı. Doktor David Livingstone Afrika kıtasını keşfe ve orada İncil'i öğretmeye çıktığından beri Vaftizciler oradaydılar. 

Palabala'da, Banza Manteke'de, Ngombe Lutete'de misyonlar açmışlar, Stanley Göleti yakınlarındaki Arlhington'da da yeni bir misyonun açılışını daha yeni yapmışlardı. Bu misyonları ziyaret etmekte olan Theodore Horte, vaktini birinden ötekine yolculuk ederek rahiplere yardım etmekle ve yeni merkezlerin nasıl açılabileceğine bakmakla geçiriyordu. Yaptıkları o söyleşi, Roger Casement'ta ömrünün geri kalanı boyunca hatırlayacağı, 1902 yılının ortalarında üçüncü sıtma hastalığının nekahet döneminde olduğu o günlerde de tüm ayrıntılarıyla yâd ettiği bir izlenim bırakmıştı.

Theodore Horte'u dinleyen hiç kimse, onun meslekten subay olduğunu ve bir denizci olarak İngiliz Donanması'nın önemli askerî harekâtlarına katıldığını aklının ucundan bile geçirmezdi. Ne geçmişinden söz ediyordu ne de özel hayatından. Hali tavrı terbiyeli, kibar görünümlü bir adamdı. Mat adi’de, ırmağın sularına yansıyan yıldızlarla donanmış, ne yağmur ne de bulutların olduğu bir gökyüzünün altında, saçlarını uçuran sıcak bir rüzgârın hışırtısının ara sıra duyulduğu o sakin gecede, Casement'la Horte, yan yana asılı iki hamağa uzanmış olarak yemekten sonra sohbete başlamışlar, Roger ilk başta bunun akşam yemeğinin üstüne ancak uykuları gelene kadar sürerek unutulup gidecek olan o alışıldık söyleşilerden biri olacağını sanmıştı. Ancak, sohbet başladıktan kısa bir süre sonra, kalbinin alışıldıktan çok daha fazla çarpmasına neden olan bir şey oldu. Rahip Horte'un sesindeki yumuşaklık ve sıcaklığın kendisine ninni gibi geldiğini hissetmiş, iş arkadaşlarıyla, hele hele amirleriyle -belki bir defa Herbert Ward'in dışında hiç kimseyle- asla paylaşmadığı konularda konuşma arzusuna kapılmıştı. Sanki uğursuz şeyler söz konusuymuş gibi gizlediği kaygılar, üzüntüler, kuşkulardı bunlar. Bütün bu olanların bir anlamı var mıydı? Avrupa'nın bu Afrika serüveni söylendiği, yazıldığı, sanıldığı gibi bir şey miydi? Serbest ticaret ve İncil Öğretisi aracılığıyla buraya uygarlığı, kalkınmayı, modernleşmeyi mi getiriyordu? Asayiş Gücü'nün yerli halkı cezalandırmak için çıktığı seferlerde, ellerine geçen her şeyi talan eden o hayvanların buraya uygarlık getirdiği söylenebilir miydi? O sömürgecilerin -tüccarların, askerlerin, görevlilerin, serüvencilerin- arasında acaba kaç tanesi yerlilere karşı azıcık olsun saygı duyuyor, onları kardeş olarak ya da en azından insan olarak görüyordu? Yüzde beşi mi? Her yüz kişiden biri mi? Doğrusu şuydu ki, burada geçirdiği bütün o yıllar boyunca, zencilere en küçük bir pişmanlık duymadan aldatılabilecek, sömürülebilecek, kırbaçlanabilecek, hatta öldürülebilecek ruhsuz hayvanlar gibi davranmayan Avrupalıların sayısının iki elin parmaklarını geçmediğini görmüştü.

Theodore Korte, genç Casement'ın böyle acıyla içini dökmesini hiç sesini çıkarmadan dinledi. Konuştuğundaysa onun ağzından duyduklarına şaşırmışa benzemiyordu. Tam tersine, kendisinin de yıllardan beri korkunç kuşkular içinde olduğunu kabullendi. Yine de, şu "uygarlık" denilen şey, en azından kuramsal olarak doğruydu. Yerlilerin hayat koşullan korkunç değil miydi? Hijyen düzeyleri, boş inançları, en temel sağlık kavramları konusundaki bilgisizlikleri onların sapır sapır dökülmelerine neden olmuyor muydu? Yalnızca hayatta kalma çabaları bile trajik değil miydi? İlkellikten çıkmaları için, bazı barbarca alışkanlıkların, sözgelimi pek çok toplulukta çocukların ve hastaların kurban edilmesi âdetinin, birbirlerini öldürdükleri savaşların, köleliğin ve bazı yerlerde hâlâ uygulanan yamyamlığın yok edilmesi yolunda Avrupa'nın onlara verebileceği çok şey vardı. Dahası, gerçek Tanrı'yı tanımaları, tapındıkları ilahların yerine Hıristiyanların Tanrısını, merhamet, sevgi ve adalet getiren Tanrı'yı koymaları onlar için iyi olmaz mıydı? Buraya pek çok kötü insanın, belki de Avrupa'nın en kötülerinin aktığı doğruydu. Bunun bir çaresi yok muydu? Yaşlı Kıta'dan iyi şeylerin de gelmesi zorunluydu. Ruhları kirlenmiş tacirlerin açgözlülüğü değil, bilim, hukuk, eğitim, insanoğlunun içinde doğuştan var olan haklar, Hıristiyan ahlakı gelmeliydi. Geri adım atmak için artık çok geç değil miydi? Sömürgeleştirmenin iyi mi kötü mü olduğunu sormakta ya da kendi kaderlerine terk edilmiş olsalardı, yanlarında Avrupalılar olmadan Kongolular daha mı iyi olurlardı diye merak etmekte yarar yoktu. Geriye dönüşün olmadığı durumlarda, acaba hiç yapılmasaydı daha mı iyi olurdu diye sorarak vakit kaybetmeye değmezdi. İşleri yoluna sokmaya çalışmak daha iyiydi. Yolunda gitmeyen şeyi düzeltmek her zaman mümkündü. Zaten İsa'nın öğrettiği en güzel şey de bu değil miydi?


Sir Roger Casement (6188264610).jpg**
Çok sonraları, o yolculuk sona erip de raporunu yazarak Kongo'dan ayrıldığında ve Afrika'da geçirdiği o yirmi yıl yalnızca bir anıya dönüştüğünde, Roger Casement, kaç kez, burada gerçekleşmekte olan bütün o korkunç şeylerin kaynağında yalnızca bir tek sözcüğün bulunduğunu söyleyecekti kendi kendine: Açgözlülüktü o sözcük. O ülke insanlarının talihsizliğine bakın ki, Kongo ormanlarında bol bol bulunan o kara altına karşı duyulan açgözlülüktü bu. Oradaki zenginlik, bu bahtsız insanların üzerine yağmış bir lanet gibiydi, işler böyle sürüp gidecek olursa, onları yeryüzünden silip yok edecekti. Üç ay on günlük o süre içinde şu sonuca varmıştı Roger: Kauçuk daha önce tükenmeyecek olursa, yüzlercesini ve binlercesini yok etmekte olan o sistemin içinde Kongolular kendileri tükenip gideceklerdi.
**
Öyleyse bu suçlara son vermek için bir şey yapabilirsiniz," diye mırıldandı Roger Casement. "Biz Avrupalılar Afrika'ya bunun için gelmedik."

"Ya, öyle mi?" diyerek dönüp ona baktı Yüzbaşı Junieux. Konsolos, subayın benzinin solduğunu fark etmişti. "Niye geldik öyleyse? Ha biliyorum: Uygarlığı, Hıristiyanlığı ve serbest ticareti getirmeye geldik. Siz buna hâlâ inanıyor musunuz, Mr. Casement?"

"Artık hayır," diye anında karşılık verdi Roger Casement. 

"Eskiden evet, inanıyordum. Hem de bütün kalbimle. Bir zamanlar olduğum o idealist gencin bütün saflığıyla uzun yıllar inandım. Avrupa'nın Afrika'ya insanların hayatlarını ve ruhlarını kurtarmaya, o vahşileri uygarlaştırmaya geldiğini sanıyordum. Şimdi artık yanıldığımı anlıyorum."

Yüzbaşı Junieux'nun yüzündeki ifade değişmiş, suratındaki o duygusuz maskenin yerini birdenbire daha insanca bir ifade almış gibi gelmişti Roger'a. Hatta o kadar ki, ahmakların layık oldukları, merhamet dolu bir sevecenlikle bakıyordu kendisine.

"Kendimi o gençlik günahımdan kurtarmaya çalışıyorum, Yüzbaşım. Coquilhatville'e kadar bunun için geldim. Sözde uygarlık adına burada işlenen suçlan en küçük ayrıntılarına kadar bunun için belgeliyorum."

"Size başarılar dilerim, Sayın Konsolos," diye gülümseyerek onu alaya aldı Yüzbaşı Junieux. "Ama size içtenlikle söylememe izin verirseniz, korkarım başarıya ulaşamayacaksınız. Bu sistemi değiştirmeye kimsenin gücü yetmez. Bunun için artık çok geç."
Leopold used a private mercenary force, Force Publique (FP), to do his terrorising and killing. White Officers commanded black soldiers many of whom were cannibals from tribes in the upper Congo.



Friday, October 26, 2018

Günümüz İnsanı Geçmiştekilerden Daha Mı Zeki?


Gerçi daha önceleri de insanlık defaatle düşünce inhirafları ve ruh kaymaları yaşayagelmiştir ama, konu hiçbir zaman bu ölçüde bir sosyal gâile hâline gelmemiştir; gelmemiştir, çünkü günümüzün insanı bütün zekâ gücünü, muhakeme kabiliyetlerini nefsi ve hevâsı hesabına kullanmakta ve hakka, hidayete karşı da kararlı bir savaş sürdürmekte. Ayrıca o, bütün bunları zekâ ve bilgisinin her şeye yettiği ve yetebileceği kanaatiyle yapmaktadır...

Aslında ben, bugünkü insanların dünkülerden daha zeki ve daha mantıklı oldukları kanaatinde değilim. Hatta bir mânâda günümüzün zekâ şampiyonlarının, muhakeme dahilerinin uzak-yakın dünkü insanlara nispeten daha aptal ve daha banal olduklarını düşünüyorum. Günümüz teknolojisi ve ilmî imkânlarının vaad ettiği onca avantaja karşılık, o imkânların onda birine bile sahip olmayan eski insan ihtimal daha kabiliyetli, daha muktedir ve daha tutarlıydı. Herhalde bir Kabil, günümüzdeki emsaline nispeten daha becerikli bir kâtil; Nemrut daha onurlu bir müstebid; Kârun daha atılgan ve müteşebbis bir kapitalist; Firavun daha dengeli bir mütemerrid; Sokrates daha disiplinli bir düşünür; Leonardo daha derin ve ufuklu bir sanatkâr; Shakespeare daha hülyalı, daha fettan bir edip; Goethe daha fâik bir tasvirci; Nietzsche, gözü daha kara bir âsi; Sartre daha mübâlâtsız ve mümâşâtsız bir nefis tahlilcisiydi.. evet, bunlardan her biri kendi felsefî çizgisinde –iyi ya da kötü– daha çaplı ve daha çalımlıydı.

Oysaki günümüzde, ne kendini tamamen hurafelerden kurtarmış kabul eden aydınlar, ne de dini ve metafiziği kendi derinlikleriyle kavradığını sanan ruh ve mânâ insanları, hem de sahip bulundukları onca modern imkânlara rağmen, kat’iyen selefleri seviyesinde başarılı olamamışlardır.. başarılı olamamadan da öte, her şeyi maddede arayan aklı gözlerine inmiş maddeciler de, her şeyi mânâya ircâ etme konumunda bulunan mâneviyatçılar da, muhakemeleri itibarıyla alabildiğine sığ, azim ve iradeleri açısından fevkalâde kararsız; insanî değerlere saygı bakımından eskilerden daha geri, hevâ ve hevesleri itibarıyla olabildiğine hercâi; her sabah ayrı bir cereyanın zebunu, her akşam ayrı bir anlayışın meftûnu; sürekli gelgitler içinde ve hep istikrarsız; bazen ateist ve nihilist, bazen kapitalist ve liberalist; bazen uysal ve aşamayacağı güçler karşısında iki büklüm, bazen de serseri ve âsi; ama her zaman dengesiz ve hedefsizdirler. Aslında böylelerinin, her an ayrı bir akıntıya kapılıp bir meçhule sürüklenmeleri ya da herhangi bir yanlışın cenderesinde preslenmeleri mukadderdir. İşte kara bahtlarının rüzgârlarıyla, hazan yemiş yapraklar gibi savrulup zebil olan bu zavallıları kurtarmaya da kimsenin gücü yetmeyecektir.


Hakikat Aşkı


Okuma, düşünme, çalışma, araştırma; hakikate hakikat olduğu için bağlanma sevdasıyla birleşince, zannediyorum cihanları fethedecek bir güç hâline gelir. Hakikat aşkı, asırlardan beri, belli konularda da olsa, bazı milletleri göklere yükselttiği hâlde, biz bu durumu, duygularına, düşüncelerine zincir vurulmuş ruh mefluçları gibi, bazen imrenerek ve özenerek, bazen de iç çekerek hep uzaktan temâşâ etmişizdir. Şimdilerde, bu önemli hususun belli bir kesim tarafından heceleniyor olmasını takdirle karşılasak bile, ciddî bir ilim zihniyetiyle ele alındığını söylememiz oldukça zordur. Biz, ruhlarda maddî-mânevî semavîleşme düşüncesi meydana getirecek olan, ahlâkî ve kültürel buudlarıyla hakikate iman blokajı üzerinde oturmuş ilim zihniyetine muhtacız. Düşüncenin sürekli inkişafı, bilginin pratiğe dönüşmesi, dönüşüp gelişme vaad etmesi şimdiye kadar ancak böyle bir ilim zihniyetinin iticiliğiyle gerçekleşmiştir ve gerçekleşecektir. İlim zihniyeti bir esastır, ilim ve teknoloji ise, onun sadece iki küçük ürünüdür. Bir dönem itibarıyla bizde, şimdilerde de bir bölümü itibarıyla Batı’da var olan bu ölçüdeki ilim zihniyetine, bugüne kadar sahip çıkmış ne seviye insanlarına, ne azim kahramanlarına, ne yüksek performanslara ve harcanmış ömürlere şahit oluruz!

Geleceği yeniden inşa edecekler de yine bu kahramanlar arasından çıkacaktır. Onlara, hakikat aşkını, ilim sevgisini, araştırma ruhunu ve yenilenme esprisini iyi öğretebildiğimiz ve onları, ruh ve mânâ köklerine ait olanla-olmayanı birbirinden tefrik edebilecek seviyeye yükselttiğimiz ölçüde, bu daracık, kirlenmiş, tersliklere yenik düşmüş aynı dünya içinde daha geniş, daha temiz ve uhrevî güzellikleri çağrıştıracak daha âhenkli ve geniş bir dünya inşa edeceklerdir. 

Bu dinamiklerle irtibatlandırılarak hakikat aşkına ulaştırılan nesillerin kendi milletlerinin kahramanları olmalarına mukabil, ruhzede, mânâzede derbeder yığınlar, milletimiz için her zaman bir âr ve ayıp vesilesi sayılacak ve toplumumuzun tâli’ini karartacaklardır.

Geleceğe damgalarını vurma konumunda bulunan aydınlarımızın, ellerindeki imkânları değerlendirerek, müstakbel nesilleri, kalblerin sultanlığına hazırlayıp, kaybetme çukurlarını kazanma zirveleri hâline getirecekleri ümidini besliyoruz.

Thursday, October 25, 2018

Konumunun Farkında Olmak




Varlık ve hâdiselerin çehresindeki hakikatleri duyup sezebilen ve kâinat içindeki konumunun farkında olan herkes yoldadır ve aynı zamanda o kendine karşı kadirşinas, Rabbisine karşı da saygıya açık demektir. Varlık içinde, bulunduğu konumun şuurunda olmayana gelince, onun ne kendine karşı ne de Rabbine karşı saygısının olduğu söylenemez; saygısının olması bir yana, böyle biri hakikî mânâsıyla Rabbini bilemez; bilse de ululuğu ölçüsünde ona tazimde bulunamaz. Hakikî insanlık, kul ile Rabbisi arasındaki münasebetin bilinip değerlendirilmesine bağlıdır. Aksine böyle bir münasebet sezilip değerlendirilmediği yerde, potansiyel değerleri itibarıyla meleklerden dahi ulvî sayılan insanın, كَالْأَنْعَامِ بَلْ هُمْ أَضَلُّ fehvâsınca, en sefil varlıklardan daha aşağılara sürüklenme ihtimali söz konusudur.

Evet, umumi mânâda iman unvanıyla ifade edilen bu nispet, büyük bir mütefekkirimizin ifadesiyle, insanı insan, hatta sultan yapan bir payedir. Böyle bir nispetin bulunmayışının diğer adı olan küfür ise, onu, canavar bir hayvan hâline getirir ki, bu türden fertlerin teşkil ettikleri toplumlarda, büyük ölçüde, kinler, hiddetler, şehvetler, hırslar, yalanlar, riyalar, kıskançlıklar, aldatmalar, komplolar hükümfermadır ve herkes âdeta birbirinin kurdudur. Zaten, bu kabil fena huylara yenik düşmüş yığınlara da kat’iyen millet ve toplum denemez; dense dense bunlara şuursuz kalabalıklar denir. 

Diyojen güpegündüz, elinde fener çarşılarda insan aramaya çıkarken, ihtimal bu kabil yığınlara karşı tenbih ya da tepkisini ortaya koyuyordu. Aynı mülâhazayı bir başka zaviyeden değerlendiren “Düşünceler” yazarı Mark Orel

“Her sabah insanların içine girerken kendi kendime düşünürüm; yine bu gün insan şeklinde birtakım yaratıklarla karşılaşacağım. Eğer onları ürkütmeden ya da onlar tarafından ısırılmadan akşam edebilirsem mutlu sayılırım.” 

der. Bu tespite, büyük kadın Râbia Adeviye’nin yaklaşımı ise daha ciddî ve daha sertçedir:

 “Ben sokaklarda pek insan görmüyorum; gördüğüm, dükkanlar önünde bazı tilkiler, kurtlar ve zaman zaman da birbirleri ile hırlaşan daha başka yaratıklardır.. bir aralık yarım bir insan gördüm ve ona göre kapandım.” 

Bu mülâhaza sahiplerinden hiçbirinin, bu şekildeki düşünceleriyle bütün insanları karalamak gibi bir niyetlerinin olmadığı açıktır.

Bu kabil mülâhazalarda, daha ziyade mahiyetindeki insani değerleri, birer sefalet unsuru hâline getiren kimselerin iç dünyaları resmedilmek istenmiştir. Eğer insanlar, sık sık şemaillerini yaratılış gayelerine, sîretlerini de sûret çerçevelerine göre gözden geçirip gaye ile hâl, muhteva ile şekil farklılığını gidermeye çalışmazlarsa, Râbia Adeviye’nin ve Mark Orel’in gördüğü şekilde müşâhede edilmeleri ihtimalden uzak değildir.

Bazen de, bu insanlar arasında, dışı muntazam, içi oldukça perişan ve derbeder kimselerle de karşılaşırız ki, bunlar da ayrı bir türü temsil ederler. Bir düşünür bunları, caddeye bakan yanı ve arka tarafı birbirinden farklı binalara benzetir. Bu binaların ana yola bakan cepheleri temiz, güzel, görkemli ve göz alıcıdır; ama, arka tarafları kirli, perişan, bakımsız ve tiksindiricidir. Cadde tarafından baktığımızda ona “iyi” der ve değerler üstü değer veririz. Arka tarafını gördüğümüzde de biraz önce göklere çıkardığımız bu binayı yerin dibine batırırız. İnsanlar içinde de böyleleri vardır; onları tek yanlarıyla ele aldığımızda hep yanılırız; yanılır da bazen göklere çıkardığımız birisi için bir müddet sonra arz üzerinde bile yer bulamamanın darlığına düşeriz. Aslında her zaman iyi kabul ettiğimiz kimselerin çok fena yanları, fena saydıklarımızın da çok iyi tarafları bulunabilir. Önemli olan onu, olduğu gibi görüp, iyi yanlarıyla bir yere oturturken, arka cephesini de mahiyetine uygun hâle getirme gayreti içinde bulunmamızdır.

Olduğumuzun Üstünde Görünme Hastalığı


Görünümü ne olursa olsun bir insan, hakikî imanın ne olduğunu, vicdanın ne ile seslendiğini bilemiyor, ilâhî aşk ve muhabbetten nasipsiz, Allah nezdinde büyük olan şeyleri büyük, küçük olan şeyleri de küçük görüp, küçük kabul etmiyorsa, böyle birini tam dindar görmek, dinin semavîliğine ve evrenselliğine karşı en büyük bir saygısızlık olsa gerek. Dinin de, ilmin de en büyük düşmanı, hevâ, heves ve bir kısım arzularımızın, yerinde fikir zannedilmesi, yerinde de bir dindarlık gibi gösterilmesidir. Bu husus insanlarda geniş zeminli bir boşluktur ve bu boşluğun kaynağı da onların zaaflarıdır.. bu zaafların başında da, olduğumuzun üstünde görünme ve yeteneğimizin kat kat fevkinde beklentilere girme zaafı gelir. İşte bu zaaftır ki, mâşerî vicdanın kutsal kabul ettiği ilim ve dine ait bir kısım değerlerle doldurulmaya çalışılmaktadır. Daha doğrusu din bazılarınca, kendi boşluklarını doldurmada tıpkı bir dolgu maddesi gibi kullanılmak istenmektedir. Vicdanın, böyle beşerî bir zaafa karşı, hakka kilitlenmiş en güçlü silahı hakikat aşkı ve ilim sevdasıdır.. evet, bilgiç görünen dimağların yosununu, dine taraftar gibi görünen düşüncelerin de pasını silecek bir iksir varsa, şüphesiz o da Allah aşkı, O’ndan ötürü bütün varlığa sevgi ve hakikat aşkıdır. 

Wednesday, October 24, 2018

Kaşıkçı Cinayetinin İslam Dini ve Müslümanların Tarihsel Siyasi Tecrübesi ile İrtibatı

Image result for khashoggi


Ahmet Kurucan, tr724.com

Dünya, Washington Post yazarı Suud’lu Cemal Kaşıkçı’nın, İstanbul’daki Suudi Arabistan Konsolosluğu’nda öldürülmesi hadisesini konuşuyor. Cinayetin siyasi yönü konunun uzmanlarına ait. Fakat takip edebildiğim kadarıyla bu alanda konuşan birçok uzman sözü İslam dini, İslam toplumu, İslam kültürü, İslam-siyaset ilişkisi, İslam siyasetindeki iktidar-muhalefet ilişkisi gibi konulara getiriyor ve kendilerine göre yorumlarda bulunarak meseleyi farklı bir platforma taşıyorlar.
Doğru mu bu yaklaşım? Hem yanlış hem de doğru. Yanlıştan başlayayım. Eğer cinayet  İslam dini ile irtibatlandırılıyorsa yanlış; çünkü son tahlilde Suud hükümetinin de kabul ettiği, sorumlularını açığa aldığı, cezalandıracağını söylediği bir cinayetten söz ediyoruz. Güncel ve aktüel bir olay. Bunun İslam dini ile ne alakası olabilir ki? İslam mı emrediyor Kaşıkçı’nın veya özellikleri her ne ise, o özelliklere sahip kişilerin öldürülmesini? Hangi ayet, hangi hadis, hangi Hz. Peygamber uygulaması? Bugün cereyan eden bir hadiseden 14 asır önce nazil olan bir dini sorumlu tutmanın tutarlı bir mantığı yansıttığı söylenebilir mi?
“Ortada bir insan hayatı söz konusu. İslam’da yok deyip kestirip atamazsınız.” Tamam ben de aynı şeyi söylüyorum. Kestirip atılmasın. En azından cinayetin aydınlatılması için güvenlik güçleri başta konu ile alakalı yetkililerin yapacağı araştırma ve sonuçları beklensin. Bu cinayet İslam’a saldırı için bahane olmasın.
Bu yaklaşıma şöyle bir itiraz yapılabilir; “Bu araştırmalardan ne bekliyorsunuz ki? Minareyi çalan kılıfını hazırlar. Nitekim şimdiye kadar yapılan çelişkili açıklamalar, duvarların boyanması, konsolosun ülkesine elini kolunu sallaya sallaya geri dönmesi vb. şeyler, gerçekleri olduğu gibi yansıtan doğru sonuçlar çıkmayacağının göstergesi.
Buna itiraz veya cevap sadedinde diyebileceğim hiçbir şey yok. Dudaklarımdan siyasetin ahlakı deyimi çıkıyor. Maalesef günümüz dünyasında siyasetin ahlakı bu. Yalan söylemenin fazilet sayıldığı, “size sizin vergilerinizle oluşan bütçenizi kullanarak hizmet edeceğiniz” vaadiyle iktidar olmuş insanların vatandaşlarına söyledikleri yalanlara “liderlik bu işte” denildiği bir dünyada yaşıyoruz. Ne diyebilirim ki? Keşke diyeceğim şeyler olsaydı. Keşke bu itiraza çok güçlü argümanlarla itiraz edebilseydim. Ahlaklı insanların siyaset yaptığı, iktidar veya muhalefette olduğu bir dünyada insan hayatının, insan haklarının, kul hakkının korunduğunu, “Devlet böylesi durumlarda bütün güçleri ile mazlumun yanındadır. İstihbarat, güvenlik ve adalet mekanizması el ele verir, gerçeği bütün çıplaklığı ile açığa çıkartır, suçlular cezalarını bulur” diyebilseydim. Böyle olmuyor. Böyle olmadı. Ve ihtimal Kaşıkçı cinayeti de dahil böyle olmayacak.
Pekâlâ İslam kültürü, İslam-siyaset ilişkisi, İslam siyasetindeki iktidar-muhalefet ilişkisi ile irtibatlandırma? Bu başta yaptığım tasnifteki “doğrudur” kısmının da cevabını teşkil edecek. Tekrara düşme pahasına açık ve net olarak bir kez daha ifade edeyim, Kaşıkçı cinayetinin İslam dini ile irtibatlandırılması yanlıştır ama Müslümanların tarihsel siyasi tecrübesi ile irtibatlandırılması doğrudur. İslam; bağlayıcı hükümleri, değerleri ve ilkeleri ile Kur’an ayetleri ve Hz. Peygamber pratiğinin adıdır. Müslümanların tarihsel tecrübesi ise onların İslam’dan anladıklarını söz ve eylemle ortaya koyduğu şeyin adıdır. Bu açıdan bakınca Müslümanların tarihsel siyasi tecrübelerinde görüyoruz ki iktidarı elde etmek, elde edilen iktidarı ve gücü başkalarına devretmemek, bu uğurda muhalefetin sesini kesmek ve öldürmek de dahil her türlü yola müracaat etmek inkarı kabil olmayan bir gerçekliktir. Burada da ağzıma “siyasetin doğası” deyimi pelesenk oluyor.
Bu gözlükle gayri-Müslim dünyaya baktığımızda da farklı bir manzara karşımıza çıkmıyor. Bakın isterseniz Hıristiyanların tarihsel siyasi tecrübesine. Katolik kilisesinin devlete hâkim olduğu yıllara. Siyasi erke muhalif olan vatandaşlarını aynı dine inanmış olmalarını dikkate almaksızın nasıl bertaraf ettiklerine, nasıl zulümler, eziyetler ve işkenceler yaptıklarına. Orta çağ Avrupası bunun örnekleri ile dolu.
Bu cümlelerimle Müslümanlarda var ama Hıristiyanlarda da var demek istemiyorum. Öyle bir kolaycılığa düşmek istemem. Aksine siyasetin doğası diyorum. Demek ki güç, iktidar, hükmetme makamına gelen insanlar oradan bir daha inmek istemiyor ve bu uğurda orantısız güç kullanarak muhaliflerini sindiriyor, bastırıyor, hapsediyor ve nihayet öldürüyorlar.
“Müslümanların tarihsel siyasi tecrübesinde var” cümleme geri döneyim. Eğer seçici bir tarih okuması yapmaz, tarihi inanç alanı ve tarihi şahsiyetleri inanç nesnesi haline getirmezseniz –ki bu ikisi de tarihi doğru anlama adına hayatî öneme sahip iki yaklaşımdır- bunu görebilirsiniz. Hz. Peygamber’den sonraki erken dönem siyasi tecrübeye bakın isterseniz. Hz. Ebu Bekir’in ‘Beni Saide’ bahçesinde devlet başkanı seçilmesi ile sonuçlanan tartışmalarla başlamıştır bu süreç. “Halifeler Kureyş’tendir” yaklaşımları bu tartışmaları sembolize eden beyanlardır.
Hz. Ömer, Hz, Osman ve Hz. Ali gibi Müslüman oldukları andan itibaren İslam dinine çok büyük yararlılıkları dokunan, Hz. Peygamberin arkadaşı, yeğeni, damadı ve kayınpederi sıfatlarına haiz olan insanlar öldürülmüştür. Hz. Ali döneminde cereyan eden 80 bine yakın insanın ölümü ile neticelenen iç savaşların hepsi de Müslümanların tarihsel siyasi tecrübesinde gördüğümüz iktidar-muhalefet savaşlarının sonucudur. ‘Şeyhu’l İslam’ fetvaları, kazasker onayları ile Osmanlı’lar döneminde öldürülen şehzadelere ne demeli? Hele bu fetvaların “Her kimesneye evladımdan saltanat müyesser ola, karındaşlarını nizamı alem için katletmek münasiptir” fermanları ile kanunlaştırılması ve ardından “siyaseten katl” kavramları ile meşrulaştırılması?
Diyelim ki iktidarı elde etme, padişah olma uğruna girdiği silahlı mücadelelerle halkın huzurunu bozan şehzadeler mer’i kanunlara göre öldürülmesi normal; pekâlâ beşikte öldürülen şehzadelere nasıl açıklama getirilecek?
Hasılı, seçici okuma yapmaz ve yukarıda dediğimiz gibi tarihi ve tarih içinde yerine alan ve bugünlere gelmemizde çok büyük emekleri olan şahsiyetleri kutsallaştırmazsanız bu gerçekleri görebilir, onlarla yüzleşebilir ve dediğim gibi İslamda değil ama Müslümanların tarihsel siyasi tecrübesinde muhalifleri yok etme vardır hükmüne varabilirsiniz. Yanlış anlaşılmalara sebebiyet vermemesi için tekrar edeceğim, siyasi iktidarlar için devlet gücünü arkasına alarak muhalefeti sindirme, bastırma, ortadan kaldırma İslam dininde, dinin temel değerlerinde, Hz. Peygamber pratiğinde yoktur ama Müslümanların tarihinde vardır. Hem de dine rağmen vardır.
Kaşıkçı cinayetinin bunla alakası var mıdır? Bu soruya Kaşıkçı’nın Suud rejimi ile olan münasebetlerine bakarak cevap verebilirsiniz. Bu bakış açısı ile elde edeceğiniz malumatlar ise soruya evet cevabını vermenizi gerekli kılar. Zira Kaşıkçı’nın en önemli özelliği Suud halkı için takındığı özgürlükçü makale, konuşma ve davranışları ile tam bir rejim muhalifi olması. Dolayısıyla İstanbul Suud konsolosluğunda öldürülmesi de haklı olarak bununla irtibatlandırılıyor. Bizim söylediğimiz şey de bunun Müslümanların tarihi siyasal tecrübesinde var olduğudur. Küçümsediğim, önemsemediğim için değil ama benim için hiç de şaşırtıcı olmadı. Sadece 14 asırdan beri var olagelen ‘siyaseten katl’ zincirine bir halka daha eklendi. Hepsi bu. Hesabı da ahirete kaldı. Çünkü dünyada bunun hesabını görecek, gerçek manada suçluları cezalandırabilecek ne bir irade ne de bir idare var vesselam.

Türk Oblomov'u



Yavuz Altın, tr724.com
Rus yazar Ivan Goncharov’un 1859’da yayınlanan romanı Oblomov, gününün çoğunu yatağında geçiren, ilgisizlik, hissizlik ve uyuşuklukla malul bir aristokratı anlatır. Kısa zaman içinde dönemin Rus toplumunu niteleyen sağlam bir hiciv olduğu konuşulur. Kitap o kadar etkili olmuştur ki, “Oblomov” kelimesi bugün bile hevessizliği, tembelliği, uyuşukluğu, iktidarsızlığı, aylaklığı nitelemek için kullanılır.
Bu tembel aristokrat Oblomov’un bu kadar gerçekçi ve sarsıcı bir karakter olmasının bence iki sebebi var: (1) Onun hareketsizliği, salt tembellikten ya da imkânsızlıktan değil, hevesinin tarif edilmez şekilde kırılmış olmasından (kelimenin Rusça’daki kökü oblov kırılmak, koparılmak anlamlarına geliyormuş) kaynaklanıyor. Aslında hayalleri olan, adaletsizliğe itiraz eden bir doğası var, hatta yer yer naif de; ancak onun adım atmasının önünde bir nevi öğrenilmiş çaresizlik mevcut. Bu sebeple de aslında (2) onun tembelliği zihniyle değil doğrudan doğruya bedeniyle ilişkili. Gün boyu çıkmadığı yatağında insanlığın hepsiyle ilişkili görüyor kendini ancak odasından dışarı adım atmaya mecali yok. Aslında bir bakıma bildikçe, adım atmaya da korkar hâle geliyor. Gevezeleştikçe, hareketsizleşiyor.
Rus Bolşevik Devrimi’nin mimarı Vladimir İlyiç Lenin, Oblomov’u konuşmalarında sıklıkla kullanmıştı. Onun için Rusya’nın ivedilikle kurtulması gereken şey, topluma sinmiş bu Oblomov karakteriydi. Kendisinden önceki ve sonraki Marksist geleneğin alışılagelmiş uzun kavramsal tartışmalarının ortasında, Lenin entelektüel kimliğiyle birlikte bir aksiyon insanı olarak ortaya çıkmıştı. Çoğu zaman Goethe’den şu alıntıyı söylerdi: “Tüm teori gridir dostum; ebediyen yeşil kalan ise hayat ağacıdır.” Lenin’e göre Oblomov romanının konusu, insanın harekete geçmedeki korkusu ve tembelliği üzerineydi.
Elbette Rus toplumu durduk yere Oblomov karakterine bürünmedi. Çarlık Rusya’sının baskıcı yönetimi, devasa bütçeli savaşlar (bir uçta Japonlar, diğer uçta Osmanlı), bunların getirdiği sefalet (19. yüzyıl Rus romanının her yerinden akar bu yoksulluk), hayatın değersizleşmesi, umutsuzluğun kökleşmesi… üstelik hepsi bir anda da olmadı. Yine de ama entelektüel hayat, Avrupa’ya öykünerek, varlığını sürdürüyordu. Rus romanı bir yandan o günün toplumunu resmederken, diğer yandan (çok da farkında olmadan) gelecekle ilgili kehanetlerini sıralıyordu.
Yani kabaca Oblomov gibiydi: Reel hayatta alabildiğine uyuşuk, zihin ve hayal dünyasında cevval bir varoluş biçimi. Ve bu toplumsal karakteri biçimlendiren neredeyse yüzyıllık bir baskı, çaresizlik ve yer yer aptallık dönemiydi.
Modern devletlerin günlük hayatın her alanına nüfuz eden uygulamaları (eğitim, yargı, askerlik, düzenleyici kurumlar vs.) bilerek veya bilmeyerek belirli bir “vatandaş tipi” üretir. Orhan Pamuk, Kafamda Bir Tuhaflık romanında o meşhur hikâyeyi tekrarlar: Bir avukat 1980 darbesinden hemen sonra Diyarbakır’a gider, taksiye biner ve taksiciye vaziyeti sorar. Taksici önce onun iyi giyimli biri olmasından yola çıkarak temkinli konuşur. Devletten memnuniyetini ifade eder. Ardından onun bir avukat olduğunu ve şehre işkence iddialarını araştırmak için geldiğini öğrenince de, duyduğu vahşi uygulamaları anlatır. Avukat şaşırır. Taksici kendinden emin, “İlki resmî görüşümdü, ikincisi şahsî görüşüm,” diyecektir. Pamuk, kitabın girişine kendi karakterine ait şu alıntıyı yerleştirmiştir: “Vatandaşlarımızın şahsi görüşleriyle resmi görüşleri arasındaki farkın derinliği devletimizin gücünün kanıtıdır.”
Rus Oblomov’u, kendine bir hayatta kalma reçetesi yazmıştı: Minimum hareket, maksimum hayalcilik. Türk Oblomov’u ise görüşlerini ikiye ayırmış, devletin gücü karşısında şizofreniye teslim olmuştu. Kamusal alanda, kerli ferli isimlerin belirli anaakım mesajlara mahkum kalışları, özel sohbetlerde ise daha açık şekilde fikirlerini ifade etmeleri, Türk Oblomov’unun sadece Diyarbakırlı bir taksici olmadığını gösteriyor bize. Rusya’da entelijansiyanın Sovyet döneminde bile fikirlerini savunmak için neler çektiği ortada. Türkiye’de bunun çok az örneğini görüyoruz maalesef, çoğu zaman sansüre bile değmeyecek gündelik sloganlar çıkıyor karşımıza.
Hareket kabiliyetimizi yitirdiğimiz gibi, hayal dünyamızda da kısırlaşma yaşıyoruz. Eskiden hep düşünürdüm, 1999 depremi gibi olağanüstü bir olayın sinema ve edebiyatta yeterince işlenmemesi, bize ne anlatmalı? Normal şartlar altında kurgu hikâye yazarları, böylesi dönüştürücü etkiye sahip olayların peşinde koşarlar. Milyonlarca insanın hayatını etkileyen depremin adamakıllı bir hikâyeye konu olmaması, entelektüel hayatımızın günlük hayatla iletişiminin kopukluğuna bir delil olmalı.
Ama daha derinde başka meseleler de var. Bu düşünce Oblomov’luğu, üzerimize çöken karabasanın sınırlarını görmeyi, otoriter devletin ruhlarımıza sızan karanlığını fark edip ondan kaçınabilmeyi de imkânsız kılıyor. Türk Oblomov’u, şark kurnazlığı ve köylü pragmatizminin üzerinde yükseliyor. Karşı tarafı “kandırmaya” yetecek kadar bir stratejik donanım ve “sadece sonuca odaklı” bir ahlak üretiyor.
Bunların acı, karamsar cümleler olduğunu biliyorum. Maksadım “halkı aşağılamak” da değil üstelik, zira bu karakterin ortaya çıkışında asıl etken neredeyse yüzyıldır süren devlet politikaları. Kötü ebeveynler gibi aile hayatını cehenneme çeviren, bu arada çocuklarının ruhunda binlerce yara açan “devletlûler”.
Ama öte yandan çocukların da “büyümeye”, bu karabasanı sırtından atmaya pek hevesi yok. Hâlen her türlü gelecek hayali, ebeveynlerin “değişme ihtimali” üzerine kuruluyor. “Şu seçimi bir kazansak var ya!” Bu halet-i ruhiyeye bir de rehine psikolojisini ekleyelim. Olayın sona ermesini ve “normal hayata dönmeyi” bekliyoruz hep birlikte. Nedir o normal hiçbir fikrimiz yok. Baskıcı otoriter rejimlerin devamını sağlayan şeylerden biri de bu felç durumu zaten. Her hafta düzenli olarak yüzlerce kişiyi gözaltına alan bir devlet mekanizmasından bahsediyoruz bu arada.
Gelgelelim, 1990’lardan bu yana devam eden, arada “nefes de alabilmiş” bir Cumartesi Anneleri anmasının, bu tepeden tırnağa tertemiz mağduriyet hikâyesinin bile entelektüel bir yaratıcılığın nesnesine dönüştürülememesi, bu hikâyelerin dünyayla bağlantısının kurulamaması, üstelik böyle bir zemin varken buradan 1990’ların geneline dair adamakıllı bir hesaplaşmanın gazete sayfaları dışında pek üretilememiş olması, demek istediğim şeye bir örnek.
Rehine psikolojisi, günübirlik çözümler üretmeye meyilli. Elimizdeki hayatın artık bundan ibaret olduğunu ve buradan çıkış için, yeni bir hikâye anlatmaktan başka da işimiz olmadığını görmek, acı verse de, gerekli. Sosyal medyada görünür muhalefetin, sokağa hiç dokunmaması, bilmem kaç milyon oy alan muhalefetin seçmenlerine hitap eden, onlarla etkileşim içinde büyüyen, gelişen ve böylece “ebeveynlere” meydan okuyan bir kültür havzasının oluşmaması, Türk Oblomov’unun marifetleri.
Bir yabancı gazeteci şunu keşfetti yakınlarda: Türklerin şu sıralar en çok okuduğu kitaplar, yıllar önce ölmüş yazarlara ait. Çünkü onlar “garanti”, canımızı sıkan bir laf edip de huzurumuzu bozamazlar artık. Onların kitaplarını okuyup üstünde rahat rahat tepinebiliriz. Üstelik meseleler de geçmişe dair, tertemiz. Akarı yok, kokarı yok. Oysa bugünü, bütün kabullerimizi, rahatımızı bozacak sözlere ihtiyaç var. Nazilerin kötülüğü, bütün Batı’yı temellerinden sarstı. Albert Camus, bu kötülüğün “kökü dışarıda” kabul edilemeyeceğini, hepimizin hayatlarını köşe bucak araştırarak buna nasıl el birliğiyle sebep olduğumuzu, medeniyetimizin nasıl buna müsaade ettiğine bakmamız gerektiğini söylemişti.
Ama bunun da yanında, nasıl bir gelecek istiyoruz? Bizim öğrendiklerimiz arasında neler yanlıştı ve çocuklarımıza, bize anlatılan hangi yalanları söylemeyi bırakmamız gerekiyor? Madem Erdoğan’ın hikâyesini beğenmiyoruz, bizim hikâyemiz ne? Bizce Türkiye’de doğup büyümek ne anlama geliyor? Türkçe’yi nasıl, öğrenenlerin yepyeni zenginlikler bulabileceği bir dil hâline getirebiliriz? Hepsinden önemlisi, bu yeni hikâyenin kaynaklarını oluşturmak adına neler yapıyoruz? Hangi fikir alışverişleri ile geçiyor zamanımız? İyi ve güzel işler yapan insanlara destek oluyor muyuz yeterince?
Bütün bu sorular üzerine düşünmek için rehine durumunun geçmesini beklemeye gerek yok. Oblomov’un gölgesini kovup, kendi yetersizliğimizin farkına varıp, daha yükseğe bakabilmek için büyümeye çalışmak hemen şimdi yapmaya başlayabileceğimiz bir şey. Kendi hikâyelerinizi yazmaya çalışarak başlayabilirsiniz. Yazmak, aynı zamanda düşünmek, tefekkür etmek demek. Her şey normalmiş gibi yapmanın lüzumu yok ama madem hiçbir şey normal değil, alışkanlıkları değiştirmeli ve daha anlamlı işler peşinde koşturmalı.
Sürekli çağlayan bir “sivil” kültür havzası oluşturamazsak, gelecek kuşaklar da bizim kafa karışıklığımızdan beslenecek ve hiçbir şeyi değiştirememiş olacağız.

Sunday, October 7, 2018

How did Europe Conquered the World and Why China, Persians and Ottomans Could Not?

Image result for why europe

The fact that people from a large island in the northern Atlantic conquered a large island south of Australia is one of history’s more bizarre occurrences. Not long before Cook’s expedition, the British Isles and western Europe in general were but distant backwaters of the Mediterranean world. Little of importance ever happened there. Even the Roman Empire – the only important premodern European empire – derived most of its wealth from its North African, Balkan and Middle Eastern provinces. Rome’s western European provinces were a poor Wild West, which contributed little aside from minerals and slaves. Northern Europe was so desolate and barbarous that it wasn’t even worth conquering.

Only at the end of the fifteenth century did Europe become a hothouse of important military, political, economic and cultural developments. Between 1500 and 1750, western Europe gained momentum and became master of the ‘Outer World’, meaning the two American continents and the oceans. Yet even then Europe was no match for the great powers of Asia. Europeans managed to conquer America and gain supremacy at sea mainly because the Asiatic powers showed little interest in them. The early modern era was a golden age for the Ottoman Empire in the Mediterranean, the Safavid Empire in Persia, the Mughal Empire in India, and the Chinese Ming and Qing dynasties. They expanded their territories significantly and enjoyed unprecedented demographic and economic growth. In 1775 Asia accounted for 80 per cent of the world economy. The combined economies of India and China alone represented two-thirds of global production. In comparison, Europe was an economic dwarf.

The global centre of power shifted to Europe only between 1750 and 1850, when Europeans humiliated the Asian powers in a series of wars and conquered large parts of Asia. By 1900 Europeans firmly controlled the worlds economy and most of its territory. In 1950 western Europe and the United States together accounted for more than half of global production, whereas Chinas portion had been reduced to 5 per cent. Under the European aegis a new global order and global culture emerged. Today all humans are, to a much greater extent than they usually want to admit, European in dress, thought and taste. They may be fiercely anti-European in their rhetoric, but almost everyone on the planet views politics, medicine, war and economics through European eyes, and listens to music written in European modes with words in European languages. Even today’s burgeoning Chinese economy, which may soon regain its global primacy, is built on a European model of production and finance.


How did the people of this frigid finger of Eurasia manage to break out of their remote corner of the globe and conquer the entire world? Europe’s scientists are often given much of the credit. It’s unquestionable that from 1850 onward European domination rested to a large extent on the military–industrial–scientific complex and technological wizardry. All successful late modern empires cultivated scientific research in the hope of harvesting technological innovations, and many scientists spent most of their time working on arms, medicines and machines for their imperial masters. A common saying among European soldiers facing African enemies was, ‘Come what may, we have machine guns, and they don’t.’ Civilian technologies were no less important. Canned food fed soldiers, railroads and steamships transported soldiers and their provisions, while a new arsenal of medicines cured soldiers, sailors and locomotive engineers. These logistical advances played a more significant role in the European conquest of Africa than did the machine gun.

But that wasn’t the case before 1850. The military-industrial-scientific complex was still in its infancy; the technological fruits of the Scientific Revolution were unripe; and the technological gap between European, Asiatic and African powers was small. In 1770, James Cook certainly had far better technology than the Australian Aborigines, but so did the Chinese and the Ottomans. Why then was Australia explored and colonised by Captain James Cook and not by Captain Wan Zhengse or Captain Hussein Pasha? More importantly, if in 1770 Europeans had no significant technological advantage over Muslims, Indians and Chinese, how did they manage in the following century to open such a gap between themselves and the rest of the world?

Why did the military-industrial-scientific complex blossom in Europe rather than India? When Britain leaped forward, why were France, Germany and the United States quick to follow, whereas China lagged behind? When the gap between industrial and non-industrial nations became an obvious economic and political factor, why did Russia, Italy and Austria succeed in closing it, whereas Persia, Egypt and the Ottoman Empire failed? After all, the technology of the first industrial wave was relatively simple. Was it so hard for Chinese or Ottomans to engineer steam engines, manufacture machine guns and lay down railroads?

The world’s first commercial railroad opened for business in 1830, in Britain. By 1850, Western nations were criss-crossed by almost 40,000 kilometres of railroads – but in the whole of Asia, Africa and Latin America there were only 4,000 kilometres of tracks. In 1880, the West boasted more than 350,000 kilometres of railroads, whereas in the rest of the world there were but 35,000 kilometres of train lines (and most of these were laid by the British in India). The first railroad in China opened only in 1876. It was twenty-five kilometres long and built by Europeans – the Chinese government destroyed it the following year. In 1880 the Chinese Empire did not operate a single railroad. The first railroad in Persia was built only in 1888, and it connected Tehran with a Muslim holy site about ten kilometres south of the capital. It was constructed and operated by a Belgian company. In 1950, the total railway network of Persia still amounted to a meagre 2,500 kilometres, in a country seven times the size of Britain.

The Chinese and Persians did not lack technological inventions such as steam engines (which could be freely copied or bought). They lacked the values, myths, judicial apparatus and sociopolitical structures that took centuries to form and mature in the West and which could not be copied and internalised rapidly. France and the United States quickly followed in Britain’s footsteps because the French and Americans  “already shared the most important British myths and social structures. The Chinese and Persians could not catch up as quickly because they thought and organised their societies differently.

This explanation sheds new light on the period from 1500 to 1850. During this era Europe did not enjoy any obvious technological, political, military or economic advantage over the Asian powers, yet the continent built up a unique potential, whose importance suddenly became obvious around 1850. The apparent equality between Europe, China and the Muslim world in 1750 was a mirage. Imagine two builders, each busy constructing very tall towers. One builder uses wood and mud bricks, whereas the other uses steel and concrete. At first it seems that there is not much of a difference between the two methods, since both towers grow at a similar pace and reach a similar height. However, once a critical threshold is crossed, the wood and mud tower cannot stand the strain and collapses, whereas the steel and concrete tower grows storey by storey, as far as the eye can see.


What potential did Europe develop in the early modern period that enabled it to dominate the late modern world? There are two complementary answers to this question: modern science and capitalism. Europeans were used to thinking and behaving in a scientific and capitalist way even before they enjoyed any significant technological advantages. When the technological bonanza began, Europeans could harness it far better than anybody else. So it is hardly coincidental that science and capitalism form the most important legacy that European imperialism has bequeathed the post-European world of the twenty-first century. Europe and Europeans no longer rule the world, but science and capital are growing ever stronger. 


Modern science flourished in and thanks to European empires. The discipline obviously owes a huge debt to ancient scientific traditions, such as those of classical Greece, China, India and Islam, yet its unique character began to take shape only in the early modern period, hand in hand with the imperial expansion of Spain, Portugal, Britain, France, Russia and the Netherlands. During the early modern period, Chinese, Indians, Muslims, Native Americans and Polynesians continued to make important contributions to the Scientific Revolution. The insights of Muslim economists were studied by Adam Smith and Karl Marx, treatments pioneered by Native American doctors found their way into English medical texts and data extracted from Polynesian informants revolutionised Western anthropology. But until the mid-twentieth century, the people who collated these myriad scientific discoveries, creating scientific disciplines in the process, were the ruling and intellectual elites of the global European empires. The Far East and the Islamic world produced minds as intelligent and curious as those of Europe. However, between 1500 and 1950 they did not produce anything that comes even close to Newtonian physics or Darwinian biology.


This does not mean that Europeans have a unique gene for science, or that they will forever dominate the study of physics and biology. Just as Islam began as an Arab monopoly but was subsequently taken over by Turks and Persians, so modern science began as a European speciality, but is today becoming a multi-ethnic enterprise.

What forged the historical bond between modern science and European imperialism? Technology was an important factor in the nineteenth and twentieth centuries, but in the early modern era it was of limited importance. The key factor was that the plant-seeking botanist and the colony-seeking naval officer shared a similar mindset. Both scientist and conqueror began by admitting ignorance – they both said, ‘I don’t know what’s out there.’ They both felt compelled to go out and make new discoveries. And they both hoped the new knowledge thus acquired would make them masters of the world.

European imperialism was entirely unlike all other imperial projects in history. Previous seekers of empire tended to assume that they already understood the world. Conquest merely utilised and spread their view of the world. The Arabs, to name one example, did not conquer Egypt, Spain or India in order to discover something they did not know. The Romans, Mongols and Aztecs voraciously conquered new lands in search of power and wealth – not of knowledge. In contrast, European imperialists set out to distant shores in the hope of obtaining new knowledge along with new territories.



Thursday, October 4, 2018

Ramanujan's Monologues

Illustration: R Rajesh


When he was twenty-one, he showed up at the house of a teacher, got drawn into conversation, and soon was expatiating on the ties he saw between God, zero, and infinity—keeping everyone spellbound till two in the morning. It was that way often for Ramanujan. Losing himself in philosophical and mystical monologues, he’d make bizarre, fanciful leaps of the imagination that his friends did not understand but found fascinating anyway. So absorbed would they become that later all they could recall was the penetrating set of his eyes.


**

It had been Namagiri to whom Ramanujan’s mother and father, childless for some years after they married, had prayed for a child. Ramanujan’s maternal grandmother, Rangammal, was a devotee of Namagiri and was said to enter a trance to speak to her. One time, a vision of Namagiri warned her of a bizarre murder plot involving teachers at the local school. Another time, many years earlier, before Ramanujan’s birth, Namagiri revealed to her that the goddess would one day speak through her daughter’s son. Ramanujan grew up hearing this story. And he, too, would utter Namagiri’s name all his life, invoke her blessings, seek her counsel. It was goddess Namagiri, he would tell friends, to whom he owed his mathematical gifts. Namagiri would write the equations on his tongue. Namagiri would bestow mathematical insights in his dreams.
So he told his friends. Did he believe it?
His grandmother did, and so did his mother.

The Off-Scale Student

http://www.indiaart.com/Art-Marketplace/painting-details/19977/Ramanujan

“Ramanujan’s family, always strapped for cash, often took in boarders. Around the time he was eleven, there were two of them, Brahmin boys, one from the neighboring district of Trichinopoly, one from Tirunelveli far to the south, studying at the nearby Government College. Noticing Ramanujan’s interest in mathematics, they fed it with whatever they knew. Within months he had exhausted their knowledge and was pestering them for math texts from the college library. Among those they brought to him was an 1893 English textbook popular in South Indian colleges and English preparatory schools, S. L. Loney’s Trigonometry, which actually ranged into more advanced realms. By the time Ramanujan was thirteen, he had mastered it.

Ramanujan learned from an older boy how to solve cubic equations. He came to understand trigonometric functions not as the ratios of the sides in a right triangle, as usually taught in school, but as far more sophisticated concepts involving infinite series. He’d rattle off the numerical values of π and e, “transcendental” numbers appearing frequently in higher mathematics, to any number of decimal places. He’d take exams and finish in half the allotted time. Classmates two years ahead would hand him problems they thought difficult, only to watch him solve them at a glance.

Occasionally, his powers were put to good use. Some twelve hundred students attended the school and each had to be assigned to classrooms, and to the school’s three dozen or so teachers, while satisfying any special circumstances peculiar to particular students. At Town High, the senior math teacher, Ganapathi Subbier, was regularly shackled with the maddening job—and he would give it to Ramanujan.

By the time he was fourteen and in the fourth form, some of his classmates had begun to write Ramanujan off as someone off in the clouds with “whom they could scarcely hope to communicate. “We, including teachers, rarely understood him, remembered one of his contemporaries half a century later. Some of his teachers may already have felt uncomfortable in the face of his powers. But most of the school apparently stood in something like respectful awe of him, whether they knew what he was talking about or not.

He became something of a minor celebrity. All through his school years, he walked off with merit certificates and volumes of English poetry as scholastic prizes. Finally, at a ceremony in 1904, when Ramanujan was being awarded the K. Ranganatha Rao prize for mathematics, headmaster Krishnaswami Iyer introduced him to the audience as a student who, were it possible, deserved higher than the maximum possible marks.

An A-plus, or 100 percent, wouldn’t do to rate him. Ramanujan, he was saying, was off-scale.”