Canan Yıldız'ın t24'te yayınlanan Halil İbrahim Yenigün röportajından alıntı
Mustafa İslamoğlu, kendisiyle yaptığım söyleşi de “Sünnilikte devlet çoktan kutsallığa bulanmış bir yarı-tanrıdır” demişti. Bunu da Emeviler dönemine dayandırmıştı. Siz İslamcıların devletle kurduğu ilişkiyi ya da iktidar ile kurduğu ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tabii ki takip ediyorum ve o söyleşiyi de çok önemsedim. Ben şahsen şu son bir iki yılda bu konularda birçokları gibi tekrar tekrar muhasebeler yapıyor ve ana hatlardaki devamlılıkla birlikte kimi eski kanaatlerimi gözden geçiriyorum. Artık İslâmcıların devletle kurduğu ilişkiden çok daha geriye gitmek gerekiyor. Elbette farkındaydık ama tekrar altını çizmek gerekir ki bu patoloji bu iktidarla ilişkilenen İslamcılarla başlamadı. Yirminci yüzyıl tabii ki enini sonunu düşünmeden, kendilerince İslami ideallerle süblime ettikleri birtakım global iktidar oyunlarında ellerini güçlendirmek için İngiliz Mısır Yüksek Komiseri Cromer’den Hitler, Mussolini gibilere, Kral Abdulaziz gibilere varıncaya dek her türlü pragmatist ittifaka girmekten çekinmeyen Müslüman aktivist isimlerle dolu.
Ama hikâyeye, Muaviye zihniyetinin Ali ve Hüseyin’inkinin tam zıddı bir siyasal vizyona müesses İslam’ın neredeyse bütün tarihini mahkum etmesinden, kitlelerin ise suç ortaklığı ile o zihniyeti ve siyasayı başta tutan tutumlarından başlamak gerekir. Şunu görmek gerekir ki müesses Sünni İslam, dinin tebliğ edicisi peygamberinin öz torunu Hüseyin’in hunharca katli üzerine, Hüseyin’in kanı üzerine inşa edilmiş bir yapı. Fıkhından tefsirine, hadisinden tarihine, aslında İslam’a ilişkin herkesin o ana kadar dine ve siyasete ilişkin düşündüğü her şeyi allak bullak etmesi gereken travmatik bir faciayı son kertede örtbas etmeye ve bastırmaya dönük bir zihnî ameliye ve birikim. Alimleri de en ustaca ve usturuplu yollarla bunu başarabilmiş, farklı damarları da aynı ustalıkla yok edebilmiş. Düşünün ki bütün yapınız, kurumlaşmanız aslında o en kritik dönüm noktasında peygamberin torununun vahşice katledilmesi sayesinde var olabilmiş, tamamen ve ancak o cinayetin o bedeni yok edip, onun başını şehir şehir dolaştırmasıyla var edebildiği bir yapı. Ve durum bu kadar açıkken milyarlarca Müslüman “İslam’ın bin yılı aşkın dünya hakimiyetini, “Allah’ın vaad ettiği gerçekleşmiş bir üstünlüğü” yad ediyor. Bence apaçık absürdlük olan bu durumun ta kendisi Müslüman ile siyasetin ilişkisini tasvir ediyor, onun kodlarını elimize veriyor.
Bunun günümüz için yarattığı en büyük patoloji de şu –ki benim siyasetlerinde nispeten ahlâka yer açtığını söylediğim reformist İslâmcı düşünürler de bundan muzdariptir: İslam’a bağlılığın bu Müslüman kitleye insanlığa önderlik vaadini vaki kılacağı hülyası. “Mustazafların” yeryüzüne varis olması, hele ayette de geçiyorsa, çoğu Müslüman’ı elbette cezbediyor. Yalnız bu yukarıda daha önce bahsettiğim geçmiş zaferler ve üstünlük çağı kurgusu da onları işte o tarihi o vaadin gerçekleştirildiği bir zaman dilimi olarak çok sorunlu bir tasavvura itmiş durumda. Haliyle Müslümanlar asırlarca tadını çıkardıkları “efendilik” psikolojisinden sonra şu an bulundukları hezimet ve mağlubiyet durumunu kabullenemiyorlar. Yahudiler’e bilip bilmeden “seçilmiş millet” mantığı atfederler de aslında kendileri bu duruma daha çok düşmüş durumdalar. Bu, mazlumiyetten, adaletsizlik karşısında hak namına isyandan kaynaklı bir dürtü değil, “biz alemin efendisi olmalıydık, nasıl bu mağlubiyet durumundayız, dünyayı, özellikle ‘mazlum’ Afrika’yı nasıl biz değil de Avrupalı Hristiyan yönetiyor?” misali bir hınç, kendine yedirememe hali. Biz bunu en çok üstünlüğü ve imtiyazı kaybetmiş gruplarda görürüz. Trumpçı beyaz üstüncülüğü ve milliyetçiliğinde gördüğümüzde herkes beyazların bu hallerinin zavallılığını görür de aslında Müslüman aktivizmi adına dolaşımda olan söylemlerin önemli bir kısmının, belki de çoğunluğunun aynı söylemin Müslümancası olduğunu pek az kişi fark eder.
Halil İbrahim Yenigün |
İlmi Etüdler Derneği (İLEM)’in İslamcılık Çalışmalarında Yönelimler Çalıştayı Raporunda “İslamcılık çalışmalarında sosyolojik ve tarihi dönüşüm seyrinin kişiler bazından çekilmesi gereklidir. Kişiler, yüceltmeler, politik öteleştirmelerden uzaklaşmak bunun ilk adımı olabilir. Dilin ve kavramların dönemi içindeki anlamına yapılan işaretlerden yola çıkılırsa, örneğin 1945 sonrası İslamcılığın politik gündemi içinde milliyetçiliği bir paravan olarak kullandığını söylemek mümkün” deniyor. ‘Ümmet’ ve ‘milliyetçilik’ kavramları üzerinden bakarsak Türkiye’deki siyasal İslam pratiklerinde hangisi mümkün oldu ya da geçerliydi?
İslamcılık, daha doğrusu kimi İslamcılar milliyetçiliği paravan olarak kullanmak istedi veya İslamcı fikirleri ancak tek meşru dil milliyetçilik üzerinden ifade edebilirlerdi ama giderek bu dil içselleştirildi. Zaten Türk-İslamcılar’a karşı Babanzade Ahmed Naim gibi İslamcı Kürtlerin itirazları ulus-devlet şartlarında uzun ömürlü olamadı. Rabıta projesinin öngörülmemiş sonucu olarak tavsif ettiğim devrimci İslamcı hareket ufak bir parantez, bir istisna olma durumunu çok aşamadı. Söylemlerinin kuvveti ve sofistikasyonu geniş dindar kitlede belki öykünme yarattı, sıkı biçimde takip edildi ama geniş dindar kitlelerin çoğunluğunun milliyetçilikten ümmetçiliğe bu fikirlere kapılarak geçtiğini iddia etmek zaten çok abartı olur. En İslâmcı görüneni dahi çoğu kritik noktada Türkiye merkezli ve önderliğinde bir model peşinde olduğunu ifşa ediyor. Bu da zaten mevhum Türk imtiyazlarından kolay kolay vazgeçmeye hazır olmadıklarını gösteriyor. Bazen Kürt, Arap veya Çerkes olanların da etnik kimliklerini anarak bu projenin ulusçu olmadığını iddia ettiklerini görseniz de sonuçta onlar da Türk’ün hegemonya projesine katılmış, onun üzerinden büyüyerek kendi iktidar istencini gerçekleştirmiş Kürt, Arap, Çerkes olmaktan ibaret değiller mi?
Akademisyen Mücahit Bilici “Eleştirel Dindarlık İhtiyacı ve Demokrasi Meselesi” isimli makalesinde ‘Müslümanlar din adına yapılan yanlışlara karşı din adına pozisyon almalı, ta ki yapılan yanlışlar dinle özdeşleştirilmesin” diyor. Türkiye özelinde sorarsam, dini söylemin güçlü olduğu bir iktidara Müslümanların eleştirelliğini nasıl buluyorsunuz? Böyle bir eleştirellik var mı? Varsa neden? Yoksa neden?
Bu aslında işin işten geçtiği bir durumu anlatıyor; “yanlışlara karşı din adına pozisyon almalı(ydı) ki...” demek daha doğru oluyor şu gün. O tren kaçalı maalesef çok zaman oldu. AKP’nin kendini tahkim ettiği zamandan önce biraz daha eleştirellik yine vardı ama Gezi kırılması sonrası Müslümanlar temsil ettiklerini düşündükleri İslam’ı nakzetmek pahasına, Müslümanlar’ı savunmayı tercih ettiler. “Bu neden oldu?” üzerine çok şey yazıldı çizildi. AKP ve Erdoğan lehine ve yanında aldıkları ahlâka mugayir her pozisyonda geniş kitlelerin zihninde İslam-ahlâk bağı üzerine koca bir parçayı daha koparıp götürdüler. Bugün sanmıyorum iktidarın yanında olsun karşısında olsun kişilerin zihninde iktidarın koruduğunu düşündükleri din ile ahlâk arasında bir bağ kalmış olsun. Zaten söylemlerine bakıyorsunuz Erdoğan savunuları herhangi bir ahlâkî idealle temellenmiyor, “Müslümanlar’ın çıkarlarını savunmak”tan ibaret, salt Schmittyen bir dost-düşman ayrımı temelli. Kitleyi de bir arada tutan herhangi bir ahlâkî ideal gözlemiyorum ben, söylem düzeyinde dahi. Temel olarak aynı kaynaktan maddi çıkarlar bakımından beslenmek itibariyle biz duygusunu idame eden bir kitleden bahsediyoruz. Ondan değil mi ki yıllarca taraftarlığını yaptıktan sonra eleştirel konuşmaya başlayan da aslında tekmeyi yediği ve kendini kapı dışarı bulduğu anda bunu yapmaya başlıyor?
Toplumsal bir tasarımı olduğunu varsayarsak “siyasal İslam” kavramsallaştırmasının sürekliliğinden ve vazgeçilmezliğinden söz edebiliriz. Siyasal İslam, bütün dünya genelindeki adaletsizliği, eşitsizliği evrensel olarak eleştirebilecek bir yerde duruyor mu?
“Siyasal İslam” kavramını daha çok muhalifleri kullanıyor sanırım. Taraftarlarının savunduğu ise kendi anlayışlarına göre İslam’ın yalın olarak kendisi. Onların özeleştirisi daha ziyade kendi İslam tasavvurlarına uymayan Müslümanlara yönelik ve onları bu tasavvur(lar)a devşirmek maksadıyla kullanılıyor. Burada amaç tabii Müslüman toplumları İslamlaştırmak. Siyasal olarak statüko eleştirisinden söz ediyorsanız; bu zaten hegemonik düzenin mağlubu (mağduru ve mazlumu demek değil) olarak adalet diliyle de süblime edilerek sıkça yapılıyor. Bu, çoğunlukla bir karşı-hegemonya projesi için yapılıyor. Yani emperyalizme karşı sahih bir anti-emperyalizm ve özgür, hakkaniyetli, eşit haklı, adil bir dünya için değil, adaletin tesisini, dünyanın yalnız Müslümanların kontrolü altında olmasına bağlandığı bir dünya düzeni hesabına yapıyor. Bu da düpedüz yeni bir emperyal proje.
İslam içinden eleştiri ise tabii ki Hakem olayı ve Kerbela’nın kanı üzerine inşa edilmiş müesses İslam’dan başlanarak yapılmalı. Hele ki postmodernlikten aparma kavramsal ve söylemsel araçlarla yapılan ucuz modernlik ve sekülerizm eleştirileri kadar yanıltıcı ve saptırıcı bir “İslâmcı gündem” belki de yoktur. Ben çok yerde vurguluyorum ki sorunların arasında kadim olmayan kolay kolay bulunmuyor. Müslümanlar’ın güzel bir dünyası vardı da Avrupa modernliğiyle geldi bozdu değil. Zaten özgürlüğü ve emeği çalınan kölelerle, başkasının eşi ve annesi iken kaçırılarak seks kölesi olarak sonsuz sayıda elde edilebilen cariyelerle, kanlı savaşlarla, yağmalarla, kitlesel cinayetlerle, katliamlarla o ilk gaspın ürünü fıkıh külliyatının imam şartlarının dahi hiçbirine uymayan despotların mutlak ve layüs’el tahakkümü altında idame edilen bir düzen vardı ve bu düzeni de asla Avrupa dayatmamıştı.