Thursday, April 23, 2020

Nefsin Terbiyesi Adına Orucun Kazandırdıkları



Eskilerin ifadesiyle, تَرْكُ الْعَادَاتِ مِنَ الْمُهْلِكاَتِ “Âdetleri, tiryakilikleri terk etmek insanları öldürür, helâk eder.” Biraz da görenek tiryakiliği ile çeşit çeşit yiyip içmeye alışan bir insanın gerektiğinde bunlardan vazgeçmesi zordur. Oysa bir mü’min, nefsini en ağır şartlarda yaşamaya alıştırmalıdır. İşte insanın, oruç vesilesiyle, nefsin alıştığı âdet ve alışkanlıkları terk etmesi ve bir mânâda bağımsız yaşamaya alışması mümkündür. Açlığa ve susuzluğa alışan biri, zorunlu olarak böyle bir şeye maruz kaldığında sabredip dayanmasını da bilir.

**

Günah bir iç çöküntü, bir terslik ve fıtratla bir zıtlaşmadır. Günaha giren kimse kendini, vicdanî azaplara ve kalbî sıkıntılara bırakmış bir talihsiz ve bütün ruhî meleke ve kabiliyetlerini şeytana teslim etmiş bir mazlum ve mağdurdur. Bir de o günahı işlemeye devam ederse, bütün bütün ipi elden kaçırır ve artık ne bir irade ne bir direnme ne de kendini yenilemeye mecali kalmaz.

İnsanın geçip gittiği yollarda yığın yığın günah vardır ve bunlar birer kobra gibi onu gözetlemektedir. Birinden kurtulması mümkün olsa bile diğerlerine kendini kaptırmadan yoluna devam etmesi bir hayli zordur. Polat gibi sağlam bir irade gerektir ki bu yollar aşılabilsin.
İşte bu tehlikeye karşı oruç, bir kefil ve bir teminat hükmündedir. Bazı kimseler için, onları inhiraftan koruyucu bir sütredir. Masiyetlere karşı yapılmış bir tahşidattır. Evet o, bir kalkan gibi sahibini korur ve ona Cennet’e giden yolu kolaylaştırır.

Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

يَا مَعْشَرَ الشَّبَابِ مَنِ اسْتَطَاعَ مِنْكُمُ البَاءَةَ فَلْيَتَزَوَّجْ، وَمَنْ لَمْ يَسْتَطِعْ فَعَلَيْهِ بِالصَّوْمِ فَإِنَّهُ لَهُ وِجَاءٌ
“Ey gençler topluluğu! Sizden evlenmeye güç yetirebilen evlensin. Güç yetiremeyenler ise oruç tutsun. Zira oruç, (günahlardan koruyan) bir kalkandır.”

Oruç bir alıştırmadır; kişide cismanî arzulara karşı koyma melekesini geliştirir. İnsan, oruçlu olduğu zamanlarda her türlü negatif istek ve meyillere engel olabildiği gibi, kazandığı dirençle oruçlu olmadığı zamanlarda da bunu yapabilir. Zira oruç, sadece midenin aç bırakılması demek değildir. Aksine o, mideyle birlikte bütün duygulara; göze, kulağa, akla, kalbe, hayale ve sair cihazat-ı insaniyeye de oruç tutturmak, onları günahlardan, mâlâyani şeylerden çekmek ve her birini kendisine mahsus ubudiyete sevk etmektir. Bu şekilde oruç tutan bir insan helâl yörüngeli bir hayat yaşıyor demektir.

**
Nefsi kontrol altında tutmanın en etkili yoludur oruç. Zira midenin sürekli dolu olması, vücudun bütün organlarını en yüksek enerji kapasitesine ulaştırır. Bu durum, nefsin arzu ve isteklerinin önünü açar. Bir bakarsınız insan, diline hâkim olup da mahzurlu şeyleri konuşmaktan kendini alıkoyamaz. Bu yüzden prensip kararı almalı; mesela dil, tilavet-i Kur’ân, zikir, tesbih, salavat ve istiğfar gibi şeylerle meşgul edilerek yalandan, gıybetten ve kötü sözlerden alıkonulmalıdır.

**
Kontrolsüz dil, insanın ahiret hayatı için en büyük tehlikelerden biridir. Onu kontrol altına almanın tek yolu ise nefsin arzu ve isteklerini kısıtlamaktır. Oruç, bu fonksiyonu eda etmesi bakımından herkes için şayan-ı tavsiye en önemli reçetedir. Nitekim Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) şu hadisi de bunu teyit etmektedir:

مَنْ لَمْ يَدَعْ قَوْلَ الزُّورِ وَالعَمَلَ بِهِ، فَلَيْسَ لِلَّهِ حَاجَةٌ فِي أَنْ يَدَعَ طَعَامَهُ وَشَرَابَهُ
“Kim oruçlu iken yalan konuşmaktan ve kötü hareketlerden vazgeçmezse bilsin ki onun yeme-içmeyi bırakmasına Allah’ın ihtiyacı yoktur.''

**

“Her insanın zinadan bir payı vardır ve bundan kurtulması pek zordur. Gözün zinası (harama) bakmak, dilin zinası (haram) konuşmaktır. Nefis buna can atar. Organları ise onun bu isteğini ya kabul eder ya da reddeder.”

Maalesef günümüzde bu tür günahlar çok yaygındır. Hâlbuki günah her yönüyle, her hâliyle, her ünitesiyle, her müessesesiyle şeytana hizmet eder. Günahlara karşı İslâm’ın ortaya koyduğu bir kısım düstur ve esaslar vardır. İnanan insanlar bu düsturlara başvurdukları sürece günah girdabına kapılmayacak, günah selleriyle sürüklenip yok olmayacaklardır. Fakat İslâm’ın esaslarına riayet edilmediği zaman, insanların tıpkı kütükler gibi bu günah sellerine kapılıp sürüklenmeleri mukadderdir.

**
Bir insan, bütün gün aç durup da akşam vakti tıka-basa karnını doyursa, sahurda da yine iftar vaktiyle yarışır gibi yiyip içse, elbette ki oruçtan beklenen neticeyi elde edemeyecektir. Zira orucun önemli hedeflerinden biri de şehveti kırmaktır. Hâlbuki günde belli kalorinin üstünde alınan gıdalar şehvetin kırılması şöyle dursun, onun güçlenmesine sebep olmaktadır. Dolayısıyla da böyle yiyip-içen bir insanın oruçtan bu mânâda bir fayda görmesi imkânsızdır. Haddizatında insan, normal vakitlerde de yeme-içmesine dikkat etmelidir. Az yeme, az uyuma ve az konuşma değişmeyen İslâmî birer prensiptir.


Binaenaleyh iradenin hakkını vererek, nefse ait beslenme musluklarını kısmak çok mühimdir. 

**
Nefsi kontrol altına almanın uygulamalı metodu oruçtur. Bunun içindir ki o, dinin temel rükünlerinden biri olmuş, insanın İslâm’ı nefsinde uygulamasının pratik ifadesi olan takvaya ulaştıran yollardan biri sayılmıştır.

**
İnsanı ruhen terakki ettirmeyi hedefleyen bütün dinlerde, şekil farklılıkları bir tarafa bırakılacak olursa, oruç önemli bir esastır. Hatta insanların bu mânâdaki olgunlaşmasında rehberlik rolü ile vazifelendirilen bütün peygamberler, böyle bir misyonu yüklenmeye hazırlanma dönemlerini hep oruçlu geçirmişlerdir. Bu da yine orucun insanı olgunlaştırmadaki tesirini gösteren ayrı bir delildir.

Hazreti Musa’ya (aleyhisselâm) Tevrat nazil olmaya başladığında o, kırk günlük orucunu tamamlamış bulunuyordu. İncil’in ilk âyetleri Hazreti İsa’ya nazil olduğunda kim bilir bu büyük peygamber kaç gündür oruçluydu. İnsanlığın İftihar Tablosu, peygamberlik verilmeden önceki günlerini hep oruçlu geçirmişti. O, Hira’da itikâfa girmiş gibiydi. Zaten vahiy de bir Ramazan gününde gelmeye başlamıştı. İtikâfın Ramazan ayında olması da nazara alınacak olursa, Efendimiz’in Hira’ya çekilişinin Ramazan ayına denk gelmesi cidden manidardır.

Evet, insanlarda çoğu zaman ruh bedenin, beden de ruhun rağmına gelişir. Ruhanî yönleri itibarıyla gelişmek isteyenler mutlaka oruç tutmalıdırlar. Veya şöyle söyleyelim: Oruç tutmayanlar, bedenlerinin altında kalır ve istenen ölçüde ruhanî olgunluğa ulaşamazlar.

**
Orucun ruh ve beden sağlığına faydaları hakkında bugüne kadar birçok söz söylenmiş, birçok makale ve kitap yazılmıştır. Az yemenin insan sağlığına faydası öteden beri bilinen ilmî bir gerçektir. Dolayısıyla bedene gerekli kalori ve enerjiyi sağlayacak besinleri almak şartı ile günün belirli öğünlerinde yemek yiyerek vakitsiz atıştırmalardan kaçınmak, mideyi yararlı-yararsız şeylerle tıka-basa doldurmaktan çok uzak durmak gerekir. İşte orucun insan vücuduna sağladığı en önemli faydalardan biri budur. Çünkü oruç tutan bir insan, gün boyu ağzına bir lokma dahi götüremeyeceği gibi iftarda da az bir yemekle yetinir. Peygamberimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) oruç konusundaki sünneti de bu yöndedir.




Göz, Dil, Kulak ve Oruç


Yukarıda, insana emanet edilmiş organlardan üç tanesini zikrettik(göz, dil, kulak). Zira insan çoğunlukla bu üç organını iyi koruyamadığı için günaha girer. Bunları koruyabildiği takdirde zamanla Cennet’e ehil hâle gelir. İnsan, bu organlar vasıtasıyla dış dünyaya açılır. Dolayısıyla dışarıdan ruhunu ve vicdanını kirletecek şeylere maruz kalmamak için bunlara çok dikkat etmesi gerekir.

Vicdanın dört ana unsuru ve ruhun dört mühim hususiyeti vardır. Bunlar, irade, zihin, his ve lâtife-i Rabbaniye olarak isimlendirilir. Mü’min, bu unsurların temiz kalmasına gayret etmeli, bunları kirletebilecek şeylerden sakınma adına zâhir ve bâtınındaki bütün iç ve dış duyularını muhafaza etmesini bilmelidir. Midesiyle birlikte gözüne, kulağına, diline, kalbine, hayaline ve fikrine yani bütün cihazât-ı insaniyesine oruç tutturma gayreti içinde olmalıdır.

Hak dostları, orucu üçe ayırmışlardır:

Avamın Orucu: Sadece midesine oruç tutturan, zâhirî olarak orucu bozacak davranışlardan uzak duran sıradan insanların orucudur. Bu oruçta, yeme, içme ve cinsî münasebetten uzak durma yeterli sayılır.

Havassın Orucu: Midesine oruç tuttururken onunla birlikte el, dil, göz ve kulak gibi azalarını da çirkin şeylerden koruyan, bu sayede orucun bereket ve feyzini tatmaya çalışan seçkin kulların orucudur. Böyleleri dövene elsiz, sövene dilsizdirler. Konuşmaları hep rıza-i ilâhî çerçevesinde cereyan eder. Kulakları, çirkin şeyleri dinlemeye kapalıdır. Gözleri de haram şeylere asla nazar etmez.

Ehassü’l-havassın Orucu: Havassın orucuna ilave olarak kalb, hayal ve fikirlerini dahi dergâh-ı ilâhide güzel görülmeyen yabancı şeylerden uzak tutarak Allah’ın seçkin kulları arasında hususi bir yere sahip olan müttakilerin orucudur. Bu oruçta, Allah’tan başkasını kalbden tamamen uzaklaştırmak esastır. Allah rızası eksenli olmayan her türlü dünyevî düşünce bu orucu mânen bozar.

Thursday, April 9, 2020

Şefkat Örneği İki Hadis


“Bir adam Resûlullah’a gelerek, ‘Ya Resûlallah! Ben mahvoldum.’ dedi. Peygamber Efendimiz, ‘Seni mahveden şey nedir?’ buyurdu. Adam, ‘Ramazan’da hanımımla ilişkide bulundum.’ dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: ‘Köle azad edecek kadar mal bulabilir misin?’ Adam, ‘Hayır’ dedi. Peygamber Efendimiz, ‘Peş peşe iki ay oruç tutabilir misin?’ buyurdu. Adam, ‘Hayır’ dedi. Peygamber Efendimiz, ‘Altmış fakiri doyuracak kadar mal bulabilir misin?’ buyurdu. Adam yine, ‘Hayır.’ dedi. Sonra adam bir köşeye oturdu. Peygamber Efendimiz’e bu esnada bir zembil içinde hurma getirildi. Efendimiz bu hurmaları adama uzatarak, ‘Bunları al, sadaka olarak dağıt.’ buyurdu. Adam, ‘Bizden daha fakiri mi var? Medine’de bizden daha muhtaç bir aile yok.’ dedi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz dişleri görününceye kadar gülümsedi ve şöyle buyurdu: ‘Git bunları ailene yedir.’”

**

“Bir gün ben ve Hafsa oruçlu iken bir yemek getirildi. Canımız çekti de o yemekten yiyiverdik. Bir müddet sonra Resûlullah geldi. Hafsa benden önce davranıp Resûlullah’a şöyle dedi: ‘Ey Allah’ın Resûlü! Biz oruçlu idik. Bir yemek getirildi. Canımız çekti ve onu yedik.’ Bunun üzerine Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu: ‘Bunun yerine kaza olarak bir gün oruç tutunuz.’”

Oruç




Hazreti İsa (aleyhisselâm), havarilerine oruçla alâkalı şu tavsiyeleri yapar:

“Oruç tuttuğunuz zaman riyakârlar gibi mahzun çehreli olmayınız. Çünkü onlar, oruç tuttuklarını insanlara göstermek için yüzlerini asarlar. Doğrusu size derim ki onlar karşılıklarını aldılar. Fakat sen oruç tuttuğun zaman, başına yağ sür ve yüzünü yıka. Ta ki (oruç tuttuğunu) insanlara değil ancak gizlide olana göstermelisin ve gizlide gören sana aşikâr olarak mükâfat verecektir.”



Gufranla Tüllenen İbadet: Oruç


Üç ayların kendine mahsus güzelliklerini ve insan gönlüne akseden zevk ve lezzetlerini kâmil mânâda duyup tadabilmek için daha baştan bunların “ganimet ayları” olduğunun bilinip takdir edilmesi, arkasından da saniyesi zayi edilmeksizin gece ve gündüzüyle ciddi şekilde değerlendirilmesi gerekir. Azim ve kararlılıkla geceleri kalkıp Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmeyen ve gece vâridâtını yudumlamayan bir kişinin, dile getirilen güzellikleri derinliğiyle hissedip onların tadına varması mümkün olmaz. Evet, insan ciddi bir metafizik gerilim içinde bu aylara girmez, ciddi bir kulluk şuuruyla kendini ibadete vermez ve işin içine salmazsa, bu bereketli zaman parçalarının ifade ettiği mânâlar bardaktan boşanırcasına yağıp dursa da onun nasibine bir şey düşmez. Hatta o, başkalarının en harikulâde ifadelerini kendi idrak ve istidadının mihengine vurur da onları bir lüks ve fantezi olarak değerlendirebilir ya da o çok canlı ve parlak sözler, onun nazarında cansız bir ceset gibi sönük kalır. Öyle ki bu mevzuda ne İbn Recep el-Hanbelî’nin bamteline dokunan ifadeleri ne de İmam Gazzâlî Hazretleri’nin yüreklere aşk u heyecan salan sözleri onun gönlünde bir aks-i seda bulur. “Acaba bu adamlar ne söylüyor ki!” der, geçer gider. Çünkü bir sözün tesiri adına, söylenilen sözün kıymeti kadar, muhatapların bakış açısı, niyeti, idrak ve sinelerinin o meseleye açık oluşu da önem arz eder.

Evet, bu mübarek günlerin tepemizden aşağıya sağanak sağanak boşalttığı vâridatı duyabilmek, öncelikle ona inanıp teveccüh etmeye bağlıdır. Zira teveccühe teveccühle mukabele edilir. Siz bu ayların ruh ve mânâsına teveccüh etmezseniz onlar da size kapılarını açmaz.

Bu itibarla insan meseleyi öyle sahiplenmeli ki âdeta Recepleşmeli, Şabanlaşmalı ve Ramazanlaşmalıdır. Evet, bu kutlu aylarla öyle bütünleşmeli ki onların insan ruhuna neler söylediğini duyup hissedebilsin. Bu açıdan, sathilikten kurtulamayan, laubaliliğe açık duran, böyle bir ganimet mevsiminde kendini yenileme gibi bir gayret içinde olmayan, hâl ve hareketlerinde ciddiyeti yakalayamayan insanların bu aylardan istifade etmeleri çok zordur.

Tuesday, April 7, 2020

Covid-19 ve Faşizm



İrfan Aktan - Gazete Duvar
1918’de ABD’de başlayıp dünyaya yayılan ve sadece bir buçuk yıl içinde 50 milyonu aşkın insanı öldüren İspanyol gribi, korona virüsünden farklı olarak yaşlıları değil, gençleri vurmuştu. (Salgına İspanyol gribi denmesinin nedeni, hastalığın İspanya’dan çıkması değildi. Hastalık ABD’de çıkmıştı ama o dönemin otoriter rejimleri bu konuda yazılıp-çizilmesini yasakladıkları için, salgına karşı sansürün devreye konmadığı tek ülke olan İspanya’da mesele tartışıldı ve hastalık bu ülkeyle anılır oldu.)
Birinci Dünya Savaşı’nın sürdürülemez hale gelmesinde önemli bir etkenin, İspanyol gribinin gençleri vurması olduğu söylenir. Zira salgın ordulara sıçramış ve sayısız asker, birbirlerini yok edemeden, grip tarafından öldürülmüştü.
Peki sonrasında nasıl oldu da insanlık, Birinci Dünya Savaşı ve onu takip ederek milyonlarca insanın daha hayatını kaybetmesine yol açan İspanyol gribi deneyimiyle mutlak bir barış ve tüm insanlığı kapsayacak geniş bir halk sağlığı sisteminde ortaklaşamadı?
2004 tarihinde yayınladığı Kaygı Üzerine isimli kitabında Renata Salecl, savaş ve salgın hastalıklar sırasında artan kaygının, toplumları otoriter iktidarlara sarılmaya ittiğini tarihsel örneklere yaslanarak aktarıyor.
Salecl, Birinci Dünya Savaşı’ndaki “askeri krizin” daha sonra yerini ekonomik ve “zihinsel” krize bıraktığını, bunun da toplumsal kaygıyı beslediğini vurguluyor ve şöyle devam ediyor: “Âdemoğlu handiyse yapayalnız kalmıştı, zira Tanrı’ya olan inancını kaybetmişti. Gelgelelim bilime, ilerlemeye ve akla inancın kaybolması da bir o kadar önemli olmuştu. Avrupa’nın da ölümü gibiydi bu. Ne var ki kaygı zamanları Avrupa’da yeni totaliter liderlere yer açmıştı. İtalyan faşizmi ve Almanya’da Hitler’in iktidara gelişi, kaygı çağına çözüm bulma girişimleriydi. Öte yandan uyguladıkları politikalar ikinci kaygı çağının doğmasına katkıda bulunmuştu. Nitekim İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, bir kez daha, bilhassa Yahudi Soykırımı ve Hiroşima deneyimiyle yoğunlaşan bir kaygı çağına girilmişti. Bir kez daha, görülmedik gaddarlıkta bir şiddete yol açan kitle imha silahları, savaş bittikten sonra ortaya çıkan kaygı duygusunu tırmandırmıştı. (…) Tabii ki en son kaygı çağı, 1990’larda en zalim şiddet biçimlerine tanıklık etmiş olmamızla ve son birkaç yıldır yirminci yüzyılın yeni savaşları ve şerleriyle -terörist saldırı ve ölümcül virüs kullanımı tehdidiyle- meşgul oluşumuzla ilgilidir…”
Birinci Dünya Savaşı sonrası yaşanan toplumsal kaygı üzerinden yükselen, daha doğrusu Almanlar tarafından yükseltilen Adolf Hitler’in, şu günlerde korona virüsünün yaptığıyla da örtüşen bir vahşet politikası vardı.
Hitler’in “ari ırk” hedefi sadece Yahudileri, eşcinselleri, çingeneleri değil, aynı zamanda sakatları, “işe yaramaz” yaşlıları da yok etmeye odaklıydı. Eylül 1939’da devreye konan politikaya göre hastalar, sakatlar, “işe yaramazlar”, doktorlar tarafından tedavi edilmeyerek, aç bırakılarak ölüme terk edilecekti. Büyük tepkiler sonrası rafa kaldırıldığı söylense de, Nazilerin bu politikayı 1945 yılına kadar sürdürdüğü ve 200 bine yakın engelliyi bu şekilde öldürdüğü söylenir.
Bu açıdan bakıldığında, Birinci Dünya Savaşı sonrası Almanya’da oluşan kitlesel kaygının yücelttiği Nazizmin, kapitalizmle uyumlu bir vahşet uyguladığı ve “gereksiz yük” olarak görülen sakatları, “işe yaramazları” da hedef aldığı görülüyor.
Korona virüsü de kapitalizmin artık sömüremediklerini, kâr elde edemediklerini, yoksullaştırarak bağışıklık sistemlerinin zayıflamasına yol açtıklarını aramızdan alıyor. Teksas Vali Yardımcısı Dan Patrick’in açıktan söylediğini dünya liderleri zaten kabullenmiş görünüyor.
Bakın, dünyanın en zengin ülkesi olan ABD’nin Los Angeles kentinde, korona virüsü teşhisi konan ama sigortası olmadığı için evine yollanan 17 yaşındaki bir genç, hayatını kaybetmiş.
O halde karşımızdaki esas düşman virüsten ziyade kapitalizm. Üstelik vahşi kapitalizmin, virüsü işlevsel bir silaha dönüştürmesi son derece olası: Faşizmin bir alt uygulaması olarak yaşizm.
İtalyan doktorların, yoğun bakım ünitelerinde hangi hastayı gözden çıkarabilecekleri konusundaki mecburi tercih sırasında yaptıkları da bu kapsamda. Düşünsenize, korona virüsünden yoğun bakımda tutulan iki hasta ama tek bir solunum cihazı var. Sağlık personeli bir tercih yapmak zorunda ve bunun da kriteri yaş. İhtiyarın ağzındaki solunum cihazını alıp gence takıyorlar… Bu, ne yazık ki evrensel bir ahlaki sorunsal olarak karşımızda duruyor.
Genci yaşlıya tercih eden aslında doktorlar değil, böylesi bir salgının her an kapımızı çalabileceğine ilişkin güçlü delil ve emarelere rağmen olağanüstü dönemde devreye girecek şekilde acil durum sistemi inşa etmeyi fazladan maliyet olarak gören kapitalizmin kendisi. Silaha, savaşa, şatafata, tüketime ayrılan payın yüzde biri sağlığa ayrılsa, insanların plastikten farkı olmayan ucuz tüketim maddeleriyle değil sağlıklı gıdayla beslenmesi sağlansa, önleyici aşı araştırmalarına ağırlık verilse, muhtemelen İtalyan doktorlar yaşlının solunum cihazını söküp gence takmak gibi travmatik, korkunç bir tercihi yapmak zorunda kalmayacaklardı.
**
Ayrıcalıklı sınıflar daha fazla yiyebilsin, yediğiyle acıkan kapitalistler daha fazla tüketebilsin diye yaşlılar sistem dışına, yahut Narayama’da olduğu gibi dağ başında, korona virüsünün pençesine terk edilmek üzere. Böylece aşının bulunmasını bekleyerek zaman kaybedilmeyecek, sürü bağışıklığı sağlanacak, “dayanıklı” genç işçi-köleler fabrikaları dolduracak, kapitalist çark durmaksızın dönebilecek.
Sağlık Bakanı’nın, virüs vak’alarına ilişkin istatistikler paylaşırken, ölenlerin şehrini sır gibi saklayıp yaşlarına ısrarla vurgu yapmasıyla, daha sonra İçişleri Bakanlığı’nın 65 yaş üstü yurttaşlara sokağa çıkma “sınırlandırması” getirmesiyle, yaşlılara yönelik saldırganlık bir nevi meşrulaştı ve korona virüsü ile “yaşistlerin” ittifakı hızla sokağa taşındı.
Sokak serserileri yaşlıların önünü kesip tehditler savuruyor. “Bu seferlik seni affediyoruz” denilerek korkutulan, kafasına kolonya dökülüp alay edilen, binmesine müsaade edilmediği için toplu taşıma aracının önüne yatan, sadece yaşlı olduğu için bir polisin sözlü şiddetine maruz kalan, dışlanan, horlanan, virüsün hedefiyken kaynağı olarak lanse edilmeye çalışılan yaşlılar sadece hastalıktan, “yaşist” politikalardan ve bahse konu saldırganlıktan korktukları için içeride.
Bu iş üç-beş sokak serserisinin, “terbiyesizin” veya İçişleri Bakanı’nın ifade ettiğinin aksine “etkileşim hastasının” işi değil.
Bu, yeryüzü kaynaklarının paylaşımı mücadelesinde, sınıflar arası savaşın ötesinde, artık yaşlar arası bir gerilim noktasının da yeni halkası. Bu anlamda yaşizmi, kapitalizmin bir virüsü olarak okumak mümkün. Türkiye örneğinde ise durum biraz daha ilkel saldırganlığı andırıyor. Meseleyi idrak edecek tefekkür yeteneğinden yoksun, “devletine-milletine bağlı” güruh, dün Çinli sandıkları herhangi bir uzak Asyalıya, bir mülteciye, bir Kürde, bir “vatan hainine” yaptığını şimdi dedelerine yapıyor.
Elbette iktidarın vak’a sayılarını aktarırken ısrarla yaşlıları vurgularken aslında hitap ettiği “kod” bu değil. Başka.
YAŞLILARI ÖLÜME TERK: NARAYAMA TÜRKÜSÜ
Yaşizmin tarihsel bir arkaplanı var. Mazisi nereye kadar uzanıyor, bilemiyoruz. Fakat 19. yüzyıl Japonya’sındaki Ubasuteyama geleneği fikir verici olabilir. Shichirô Fukazawa’nın 1956 yılında yazdığı Narayama isimli romanı, daha sonra 1958 ve 1983 yılında iki ayrı filmin konusu oldu. Bizler daha çok Keisuke Kinoshita’nın yönettiği 1983 yapımı “Narayama Türküsü” filmini biliyoruz. Kıtlığın hâkim olduğu 19. yüzyıl Japonya’sının uzak bir dağ köyünde geçen hikâyede insanlar 70 yaşına geldiklerinde, aileye daha fazla yük olmamaları için yüksek bir dağın tepesine götürülüp ölüme terk edilirler. Yaşlıların çoğu bu kadere razı olmak durumundalar, zira gençliklerinde kendileri de anne-babalarını götürüp o dağa bırakmışlardır. Kaderine razı olmayan yaşlıların elden ayaktan düşmediklerini kanıtlamak için “gençlik rolü” oynamaları da sonucu değiştirmez. Zira kıt kaynaklardan dolayı nüfus sabit tutulmalıdır!
Peki halihazırda dünya, Narayama Türküsü’ndeki gibi, gerçekten de yaşlıları sırtında taşımayacak kadar kıt kaynaklara mı sahip?
Bu soruya “evet” yanıtı verenler, kapitalizmden ve dolayısıyla korona virüsünden yana saf tutmuş sayılır. Zira dünyanın kıt kaynakları, insanları doyurmaya fazlasıyla yetiyor. Fakat ayrıcalıklı sınıflar daha fazla yiyebilsin, yediğiyle acıkan kapitalistler daha fazla tüketebilsin diye yaşlılar sistem dışına, yahut Narayama’da olduğu gibi dağ başında, korona virüsünün pençesine terk edilmek üzere.
Böylece aşının bulunmasını bekleyerek zaman kaybedilmeyecek, sürü bağışıklığı sağlanacak, “dayanıklı” genç işçi-köleler fabrikaları dolduracak, kapitalist çark durmaksızın dönebilecek.
Bu sene Parazit filmiyle Oscar alan Güney Koreli yönetmen Bong Joon-ho’nun 2013 yapımı Snowpiercer filmindeki tren gibi… Filmde, dünya buzul çağına dönmüş, hayatta kalan insanlar ise Snowpiercer adında, “olağanüstü tasarımlı” ve hiç durmayan bir trende yaşıyorlar. Fakat katı eşitsiz koşullarda! Film, trenin en arka kompartımanında yaşayan yoksulların, insani şartlarda yaşamak için öne doğru gidiş mücadelesini, bu esnada acımasızca katledilişlerini ve ilerledikçe gördükleri olağanüstü şatafatı, ayrıcalığı anlatıyor.
Alttakiler, daha doğrusu arkadakiler, ileriye gitmelerinin her şeyi mahvedeceğine inandırılmak isteniyor. “Yaşıyorsunuz işte, daha ne istiyorsunuz?”

Friday, April 3, 2020

Habit 3: Put First Things First


WILL YOU TAKE JUST A MOMENT and write down a short answer to the following two questions? Your answers will be important to you as you begin work on Habit 3.

Question 1: What one thing could you do (you aren’t doing now) that if you did on a regular basis, would make a tremendous positive difference in your personal life?

Question 2: What one thing in your business or professional life would bring similar results?

**
Habits 1 and 2 are absolutely essential and prerequisite to Habit 3. You can’t become principle-centered without first being aware of and developing your own proactive nature. You can’t become principle-centered without first being aware of your paradigms and understanding how to shift them and align them with princi­ples. You can’t become principle-centered without a vision of and a focus on the unique contribution that is yours to make.

But with that foundation, you can become principle-centered, day-in and day-out, moment-by-moment, by living Habit 3—by practicing effective self-management.

**
My own maxim of personal effectiveness is this: Manage from the left; lead from the right.

**
The degree to which we have developed our independent will in our everyday lives is measured by our personal integrity. Integrity is, fundamentally, the value we place on ourselves. It’s our ability to make and keep commitments to ourselves, to “walk our talk.” It’s honor with self, a fundamental part of the Character Ethic, the essence of proactive growth.

Effective management is putting first things first. While leadership decides what “first things” are, it is management that puts them first, day-by-day, moment-by-moment. Management is discipline, carrying it out.

**

Urgent matters are usually visible. They press on us; they insist on action. They’re often popular with others. They’re usually right in front of us. And often they are pleasant, easy, fun to do. But so often they are unimportant!

Importance, on the other hand, has to do with results. If some­thing is important, it contributes to your mission, your values, your high priority goals.

We react to urgent matters. Important matters that are not urgent require more initiative, more proactivity. We must act to seize opportunity, to make things happen. If we don’t practice Habit 2, if we don’t have a clear idea of what is important, of the results we desire in our lives, we are easily diverted into responding to the urgent.
Look for a moment at the four quadrants in people. They are crisis managers, problem-minded people, deadline-driven producers.

As long as you focus on Quadrant I, it keeps getting bigger and bigger until it dominates you. It’s like the pounding surf. A huge problem comes and knocks you down and you’re wiped out. You struggle back up only to face another one that knocks you down and slams you to the ground.

Some people are literally beaten up by problems all day every day. The only relief they have is in escaping to the not important, not urgent activities of Quadrant IV. So when you look at their total matrix, 90 percent of their time is in Quadrant I and most of the remaining 10 percent is in Quadrant IV, with only negligible attention paid to Quadrants II and III. That’s how people who manage their lives by crisis live.

There are other people who spend a great deal of time in “urgent, but not important” Quadrant III, thinking they’re in Quadrant I. They spend most of their time reacting to things that are urgent, assuming they are also important. But the reality is that the urgency of these matters is often based on the priorities and expectations of others.


People who spend time almost exclusively in Quadrants III and IV basically lead irresponsible lives.

Effective people stay out of Quadrants III and IV because, urgent or not, they aren’t important. They also shrink Quadrant I down to size by spending more time in Quadrant II.

Quadrant II is the heart of effective personal management. It deals with things that are not urgent, but are important. It deals with things like building relationships, writing a personal mission statement, long-range planning, exercising, preventive mainte­nance, preparation—all those things we know we need to do, but somehow seldom get around to doing, because they aren’t urgent.


To paraphrase Peter Drucker, effective people are not problem-minded; they’re opportunity-minded. They feed opportunities and starve problems. They think preventively. They have genuine Quadrant I crises and emergencies that require their immediate attention, but the number is comparatively small. They keep P and PC in balance by focusing on the important, but not urgent, high leverage capacity-building activities of Quadrant II.

**
You have to decide what your highest priorities are and have the courage—pleasantly, smilingly, nonapologetically—to say “no” to other things. And the way you do that is by having a bigger “yes” burning inside. The enemy of the “best” is often the “good.”

Keep in mind that you are always saying “no” to something. If it isn’t to the apparent, urgent things in your life, it is probably to the more fundamental, highly important things. Even when the urgent is good, the good can keep you from your best, keep you from your unique contribution, if you let it.

**
We accomplish all that we do through delegation—either to time or to other people. If we delegate to time, we think efficiency. If we delegate to other people, we think effectiveness.

Many people refuse to delegate to other people because they feel it takes too much time and effort and they could do the job better themselves. But effectively delegating to others is perhaps the single most powerful high-leverage activity there is.

Transferring responsibility to other skilled and trained people enables you to give your energies to other high-leverage activities. Delegation means growth, both for individuals and for organiza­tions. The late J. C. Penney was quoted as saying that the wisest decision he ever made was to “let go” after realizing that he couldn’t do it all by himself any longer. That decision, made long ago, enabled the development and growth of hundreds of stores and thousands of people.

**
If you know the failure paths of the job, identify them. Be honest and open—tell a person where the quicksand is and where the wild animals are. You don’t want to have to reinvent the wheel every day. Let people learn from your mistakes or the mistakes of others. Point out the potential failure paths, what not to do, but don’t tell them what to do. Keep the responsibility for results with them—to do whatever is necessary within the guidelines.

**
Trust is the highest form of human motivation. It brings out the very best in people. But it takes time and patience, and it doesn’t preclude the necessity to train and develop people so that their competency can rise to the level of that trust.

I am convinced that if stewardship delegation is done correctly, both parties will benefit and ultimately much more work will get done in much less time. I believe that a family that is well organized, whose time has been spent effectively delegating on a one-on-one basis, can organize the work so that everyone can do everything in about an hour a day. But that takes the internal capacity to want to manage, not just to produce. The focus is on effectiveness, not efficiency.

Certainly you can pick up that room better than a child, but the key is that you want to empower the child to do it. It takes time. You have to get involved in the training and development. It takes time, but how valuable that time is downstream! It saves you so much in the long run.







The Moon is Down - John Steinbeck



Lanser had been in Belgium and France twenty years before and he tried not to think what he knew—that war is treachery and hatred, the muddling of incompetent generals, the torture and killing and sickness and tiredness, until at last it is over and nothing has changed except for new weariness and new hatreds. Lanser told himself he was a soldier, given orders to carry out. He was not expected to question or to think, but only to carry out orders; and he tried to put aside the sick memories of the other war and the certainty that this would be the same. This one will be different, he said to himself fifty times a day; this one will be very different.

In marching, in mobs, in football games, and in war, outlines become vague; real things become unreal and a fog creeps over the mind. Tension and excitement, weariness, movement—all merge in one great gray dream, so that when it is over, it is hard to remember how it was when you killed men or ordered them to be killed. Then other people who were not there tell you what it was like and you say vaguely, “Yes, I guess that’s how it was."

**

-
Orden fingered his gold medallion. He said quietly, “You see, sir, nothing can change it. You will be destroyed and driven out.” His voice was very soft. “The people don’t like to be conquered, sir, and so they will not be. Free men cannot start a war, but once it is started, they can fight on in defeat. Herd men, followers of a leader, cannot do that, and so it is always the herd men who win battles and the free men who win wars. You will find that is so, sir.”