Tuesday, May 5, 2020

A Case of Exploding Mangoes - Mohamed Hanif


Major Kiyani doesn’t carry a briefcase or a file or a weapon. I look hungrily at his packet of cigarettes and gold lighter lying on the dashboard in front of him. He sits back, his hands resting lightly on the steering wheel, ignoring me. I study his pink manicured fingers, the fingers of a man who has never had to do any real work. One look at his skin and you can tell he has been fed on a steady diet of bootleg scotch, chicken korma, and an endless supply of his agency’s safe-house whores. Look into his sunken cobalt blue eyes and you can tell he is the kind of man who picks up a phone, makes a long-distance call, and a bomb goes off in a crowded bazaar. He probably waits outside a house at midnight in his Corolla, its headlights switched off, while his men climb the wall and rearrange the lives of some hapless civilians. Or, as I know from personal experience, he appears quietly at funerals after accidental deaths and unexplained suicides and wraps things up with a neat little statement, takes care of any loose ends, saves you the agony of autopsies and the foreign press speculating about decorated colonels swinging from ceiling fans. He is a man who runs the world with a packet of Dunhill, a gold lighter, and an unregistered car.

•••
As the outriders switched their sirens on one by one, General Akhtar and Bill Casey got into the fourth limousine, a posse from the CIA’s Special Operations Group, wearing suits and carrying no visible arms, and a group of Pakistani commandos with their sleek little Uzis got into the other limousines, and the journey to the Army House started. It was a forty-minute drive for civilians. The VIP convoy, with all traffic and pedestrian crossings blocked, could make it in twelve minutes, but General Akhtar seemed to be in no hurry. “Would you like a drink before dinner, sir?” he asked, both his hands in his lap. “Are we going straight to dinner?” Bill asked wearily. “Prince Naif is already there, sir.” “And my friend”—Bill mimed General Zia’s moustache with the thumb and forefinger of his right hand—“ is he really having these visions?” General Akhtar smiled a coy smile, puffed out his chest, and said in a very concerned tone, “Eleven years is a long time. He’s a bit tired.” “Tell me about it.” Bill slumped into his seat. “Go ahead. Get me drunk.” General Zia never served alcohol at his dinners, even state dinners, not even for known alcoholics. General Akhtar Abdur Rehman considered it his duty to keep his guests in good humour, either at his office or during the drive to the Army House. He tapped the driver’s seat, and, without looking back, the man passed him a black canvas bag. Akhtar produced two glasses, a silver ice bucket, a bottle of Royal Salute whisky and poured Bill half a glass and himself a glass of water; he asked the driver to slow down and said, “Cheers.” “Cheers,” said Bill. “Cheers to you, General. Nice country you got here.” He flicked open the curtain on the limousine window and watched the crowd gathered along the roadside, straining against the security police and waiting for this convoy to hurry up and pass so that they could get on with their lives. “Sad, though, you can’t sit down somewhere and have a goddamn drink. Cheers.” Behind the cordons set up along the road by the police for this VIP procession, people stood and waited and guessed: a teenager anxious to continue his first ride on a Honda 70, a drunk husband ferociously chewing betel nuts to get rid of the smell before he got home, a horse buckling under the weight of too many passengers on the cart, the passengers cursing the cart driver for taking this route, the cart driver feeling the pins and needles in his legs begging for their overdue opium dose, a woman covered in a black burka—the only body part visible her left breast—feeding her infant child, a boy in a car trying to hold a girl’s hand on their first date, a seven-year-old selling dust-covered roasted chickpeas, an old water carrier hawking water out of a goatskin, a heroin addict eyeing his dealer stranded on the other side of the road, a mullah who would be late for the evening prayer, a gypsy woman selling bright pink baby chickens, an air force trainee officer in uniform in a Toyota Corolla being driven by a Dunhill-smoking civilian, a newspaper hawker screaming the day’s headlines, a Singapore Airlines crew cracking jokes in three languages in a van, a pair of home-delivery arms dealers fidgeting with their suitcases nervously, a third-year medical student planning to end his life by throwing himself on the rail tracks in anticipation of the Shalimar Express, a husband and wife returning from a fertility clinic on a motorbike, an illegal Bengali immigrant waiting to sell his kidney so that he could send money back home, a blind woman who had escaped prison in the morning and had spent all day trying to convince people that she was not a beggar, eleven teenagers dressed in white impatient to get to the field for their night cricket match, off-duty policemen waiting for free rides home, a bride in a rickshaw on her way to the beauty salon, an old man thrown out of his son’s home and determined to walk to his daughter’s house fifty miles away, a coolie from the railway station still wearing his red uniform and carrying in a shopping bag a glittering sari he’d change into that night, an abandoned cat sniffing her way back to her owner’s house, a black-turbaned truck driver singing a love song about his lover at the top of his voice, a busful of trainee Lady Health Visitors headed for their night shift at a government hospital. As the smoke from idling engines mixed with the smog that descends on Islamabad at dusk, as their waiting hearts got to the bursting point with anxiety, they all seemed to have one question on their minds: “Which one of our many rulers is this? If his security is so important, why don’t they just lock him up in the Army House?”


Monday, May 4, 2020

Hadislerle İslam Cilt 3: Hayır




Resûlullah (sav) çeşitli münasebetlerle ve kendine özgü üslûbuyla mümini seçkin ve mümtaz kılacak çeşitli niteliklere işaret etmiştir. Güzel ahlâk bu nitelemelerin başında gelmektedir. Kûfe"ye yerleşip orada vefat eden sahâbîlerden Câbir b. Semüre, babasıyla birlikte bulunduğu bir mecliste Allah Resûlü"nün (sav) şöyle dediğini aktarmaktadır: “Çirkin söz ve davranışların İslâm"da hiç yeri yoktur. Müslümanlığı en iyi olan insanlar, ahlâkı en güzel olanlardır.” 
Bir başka hadiste ise, sosyal dayanışma ve kaynaşmayı teşvik sadedinde, “İslâm"ın en hayırlısı” olarak, “Başkasına yedirmek ile tanıdık tanımadık herkese selâm vermek.” gösterilmiştir. Borcunu en güzel şekilde ödeyenler, hanımlarına karşı en iyi olanlar,ömrü uzun, ameli güzel olanlar, Kur"an" ı öğrenen ve öğretenler,canıyla ve malıyla Allah yolunda mücadele edenler ile kuytu bir köşede Rabbine ibadet edenler ve insanlara kötülüğü dokunmayanlar, idarecilik veya yöneticilik gibi görevleri talep etmeyenle Hz. Peygamber"in çeşitli vesilelerle “insanların en hayırlıları” olarak işaret ettiği kimselerdir.
Bunların yanı sıra bir hadisinde, “Biliniz ki sizin en hayırlı ameliniz namazdır.” buyuran Hayır Önderi (sav) bir başka hadisinde de, “Hayâ ancak hayır getirir.” buyurmuştur. Yine, “Hayâ sırf hayırdır.” diyen Efendimiz (sav) hayâ erdemini hayırla özdeşleştirmiş, Ebu"d-Derdâ"nın naklettiği bir hadiste ise yumuşak huyla hayır arasında bir ilgi kurmuştur: “Kime rıfktan (nezaket ve kibarlıktan) bir pay verilmişse o kimse hayırdan nasibini almış demektir. Rıfktan mahrum olan kimse ise hayırdan nasip alamamış demektir.” 

Hadislerle İslam Cilt 3: İhsan

“Kişinin değeri, işindeki ihsanıyla ölçülür.” (Hz. Ali)

**
İhsan, kişinin kulluk görevini yerine getirirken Allah"ın kendisini gördüğünü, davranışlarını gözetlediğini hissetmesidir. Bu şekilde ihsan ile hareket edenler, “Allah, her an beni görmektedir, her yaptığımı bilmektedir, benim kalbimden geçenlerden bile haberdardır.” duygularını taşıyacaklardır. İnsanlardan kimileri, sorumlu oldukları şeyleri sırf üzerlerinden sorumluluk gitsin diye yaparlar. Gerçek ihsana ulaşanlar ise yaptıkları her şeyi, Yüce Allah"ın kendilerini görüp murakabe ettiğinin farkında olarak samimi bir ruh ve ihlâsla yerine getirirler. “Nerede olursanız olun, Allah sizinle beraberdir.” , “Göklerdeki ve yerdeki her şeyi Allah"ın bildiğini görmüyor musun?” gibi birçok âyette aynı şekilde Yüce Yaratıcı"nın murakabesi vurgulanmakta ve her şeyden haberdar olan, her zaman ve her yerde yapılanlara şahit olan Allah"a bilinçli bir şekilde ibadet edilmesi gereğine işaret edilmektedir. Nitekim Resûlullah da (sav) “ihsan”ı,“Allah"ı görür gibi ibadet etmendir. Sen O"nu görmüyor olsan da O seni görmektedir.”  şeklinde tanımlayarak aynı gerekliliğe vurgu yapmaktadır.

**

Muhsinler her türlü iyi hasleti kendilerinde toplamak için çaba sarf eden, yaptıkları işleri de en güzel şekilde yerine getirmek için gayret gösteren kişilerdir. Çünkü en güzel olanı en güzel şekilde yapan Allah, aynı şekilde insanlardan da işlerini güzel yapanlara muhabbet besler, onlara sevgi ve merhametiyle muamele eder. Bundan dolayı Peygamber Efendimiz, “Allah"ım! Benim yaratılışımı güzel kıldığın gibi ahlâkımı da güzelleştir.”  şeklinde dua etmiştir. Çünkü en güzel surette yaratılan insanın sorumluluklarını da en iyi şekilde yerine getirmesi sürekli ihsan ile karşılaşması için gereklidir.

**

Borç alıp verme, aile içi haklar ve boşanma gibi durumlarda da ilişkilerin adaletin ötesinde yani ihsan düzeyinde olması istenmiştir. Ebû Hüreyre anlatıyor: “Bir adamın Peygamber Efendimizden genç bir deve alacağı vardı. Bu zât Peygamber Efendimize gelerek alacağını istedi. Hz. Peygamber de, "Bu adama devesini verin." buyurdu. Sahâbîler onun alacağına denk bir deve aradılarsa da bulamadılar. Ancak ondan daha değerli bir deve bulabildiler. Peygamber Efendimiz, "(Bulabildiğinizi) ona verin." buyurdu. Bunun üzerine bedevî, "Benim borcumu tastamam verdin, Allah da senin mükâfatını tastamam versin." dedi. Ardından Resûlullah da (sav), "Sizin en hayırlınız, borcunu ihsan ile (en güzel şekilde) ödeyeninizdir." buyurdu.” Bu şekilde de kişinin herhangi bir şarta bağlı olmaksızın borcundan fazlasını vermek suretiyle ihsanda bulunabileceği anlaşılmaktadır.

Hadislerle İslam Cilt 3: İhlâslı Amel ve Kalp Temizliği




İnsanların Allah katındaki kıymeti, dış görünüşlerine ve mal varlıklarına göre değil niyetlerinin samimiyetine ve işledikleri amellere göredir. Bu konuda Allah Resûlü şöyle buyurmaktadır: “Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz, ancak kalplerinize ve amellerinize bakar.” Niyetin samimiyeti, ihlâslı amelle, kalbin temizliği de dışa yansıyan samimi tutum ve davranışlarla belli olur. Amelin onaylamadığı bir kalp temizliği ve iyi niyet iddiası samimiyetten ve inandırıcılıktan uzaktır. Hayatı ve ölümü, hangimizin daha iyi amel yapacağını sınamak için yarattığını bildiren Cenâb-ı Hakk"ın bireysel ve toplumsal alanda sonucu görülmeyen soyut bir kalp temizliği iddiasına değer vermeyeceği açıktır.

İslâm, iyi niyet ve samimi tutuma verdiği önemden dolayı, niyet etmesine rağmen mazereti sebebiyle yerine getiremediği amelin sevabından bile kişiyi mahrum bırakmamıştır. Sevgili Peygamberimizin şu hadisi buna işaret etmektedir: “Her kim şehit olmayı Allah"tan samimiyetle isterse, yatağında ölse bile Allah onu şehitlerin derecesine ulaştırır.”

Hadislerle İslam Cilt 3: Sevgi


Kalplere sevgiyi yerleştirecek olan şey davranışlardır. Dolayısıyla sevginin teşvik edilmesinde temel gaye aslında kâmil imanı elde edebilmektir. Zira insan, sevgi sayesinde olgun bir imana sahip olur, imanın lezzetini alır. Resûlullah, insanın hakiki sevgilere gönlünde yer vererek imanın tadına varabileceğini şu şekilde ifade eder: “Şu üç özellik kimde bulunursa o kişi imanın tadına erer: Allah ve Resûlü"nü herkesten çok sevmek, sevdiği kişiyi sadece Allah için sevmek, imandan sonra küfre dönmekten, ateşe atılmaktan çekindiği gibi çekinmek.” Dâvûd (as) da Allah"tan sevgisini şöyle istemektedir: “Allah"ım, senden seni sevmeyi, seni seven kişiyi sevmeyi, senin sevgine ulaştıran ameli isterim. Allah"ım, senin sevgini bana kendimden, ailemden ve soğuk sudan daha sevimli eyle”  Hz. Dâvûd'un Allah'tan talebi sevgi olduğu gibi, “Allah"ım beni sevginle rızıklandır.” buyuran Allah Resûlü"nün duası da O'nun sevgisidir. Çünkü sevgi imanın özüdür. Sevgiyi öğrenmemiş, sevgiye kapılarını açmamış, sevmeye yeteneksiz bir kalp, mümin kalbi olamaz. Hz. Peygamber bu durumu şöyle ifade eder: “İman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olmazsınız.” Bu nedenle müminin kalbi, kemale ermiş bir imanı elde etmek uğruna sevgiyi arar, sevmeyi ister. Allah ve Resûlü'nün sevgisi nihayetinde cennete girmeye vesile olur. Zira kıyamet günü için Allah ve Resûlü'nün sevgisini hazırladığını söyleyen sahâbîye Sevgili Peygamberimiz, “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” buyurmuştur.

**

Hanımlarına karşı sevgisini esirgemeyen ve her zaman nazik bir eş olan Allah Resûlü, ilk eşi Hz. Hatice'yle ilgili, “Bana onun sevgisi bahşedildi.” buyurmuştur. Onun vefatından sonra hatırasına hürmeten eşinin sevdiği insanlarla ilişkisini devam ettiren Hz. Peygamber zaman zaman Hz. Hatice'ye karşı duyduğu özlemi de dile getirmiştir. Hz. Hatice'nin vefatından yıllar sonra kız kardeşi Hâle, Resûlullah'ı ziyarete geldiğinde, Hâle'nin sesinin Hatice'ninkine benzerliği karşısında bir an ürperen Allah Resûlü, onu Hz. Âişe'yi kıskandıracak sevinç ve heyecanla karşılamıştı.

Sevgili Peygamberimiz, Hz. Âişe'yi çok severdi. Amr b. Âs bir gün Peygamberimize, “Sana insanların en sevimlisi kimdir?” diye sormuş ve “Âişe” cevabını almıştı. Bir defasında Hz. Âişe, mescitte kılıç kalkan gösterisi sunan Habeşli grubu seyretmek istediğinde Resûlullah, Hz. Âişe gösteriden sıkılana kadar, yanağı Âişe'nin yanağında gösteriyi izlemişlerdi. Allah Resûlü"nün Hz. Âişe'ye olan bu muhabbetinin farkında olan hanımlarından Hz. Sevde, Peygamber"in kendisine ayırdığı günü Âişe'ye hibe etmişti. Böylelikle Sevde, sevgide fedakârlığın hangi boyutlara varabileceğini göstermesi bakımından emsalsiz bir davranış sergilemişti.

Hadislerle İslam Cilt 3: Kalbin Hastalıkları


Allah Resûlü, kalbin hastalıkları üzerinde çok fazla durmaktadır. Pek çok hadiste, insanlar bencillik, haset, kibir, başkalarına tepeden bakmak (ucb), sûizanda bulunmak, kin beslemek (hıkd), insanların başına gelen musibetten zevk almak (şematet), dostlara darılıp onları yüzüstü bırakmak (hecr), sözde durmamak (gadr), dünyaya karşı gözü doymamak (tûl-i emel) gibi kötü duygulara karşı uyarılmıştır.

Saturday, May 2, 2020

Bediüzzaman: Boğazına Sahip Olamayan Hiçbir Yerine Sahip Olamaz










Mücahid bir hayvan mersiyesi!

Yunan Kralı Alexandros
Nedim Hazar-tr724.com
Hazret-i Bediüzzaman’ın ilk dönem eserlerinin bazılarının artık baskısı bulunmasa da, pek çoğu kitapçık olarak ya da başka büyük eserlere dercedilerek yayınlanmıştır. 
Makalat, Nutuk, Reçete'tül Ulema, Reçete'tül Avam ve daha onlarca eserine bakıldığında hep aynı tekniği kullandığı görülecektir. Bediüzzaman çağın sorunlarına Kur’an perspektifiyle bakıp müthiş birikim ve analitik kabiliyetiyle bir tür ilahi reçete yazıyordu. 
Güncel hadiselere dair yorum yaparken de gündelik sığlıktan ziyade ilmi ve tasavvufi bir derinliğe dayanıyor ve dolayısıyla pek çok muasırından ayrılıyordu bu yönüyle. 
İngiliz yazar Louis de Bernieres’in en az kitapları kadar enteresan bir kişiliktir. 1954 doğumlu yazar sığır çobanlığından araba tamirciliğine, öğretmenlikten bahçıvanlığa kadar pek çok iş yapmıştır. Onu üne kavuşturan kitap ise daha sonra filme de çekilen Yüzbaşı Corelli’nin Mandolini isimli kitabı oldu. Kitap bir dönem Avrupa’da fenomendi. 
Yazarın son kitabı (2004) “Birds Without Wings – Kanatsız Kuşlar” isimli romanında geçtiğimiz yüzyılın başlarındaki bir aşk öyküsünü anlatır. Roman Fethiye’nin Eskibahçe isimli bir köyünde yaşanan aşk öyküsünü anlatırken fonda enteresan bir tarihsel tanıklık vardır. Şüphesiz bir tarihçiden ziyade bir romancının kurgusu olarak ele alınması gereken roman hakkında kimi kesimler aşırı tepki gösterse de Dünya Savaşı esnasında bir Ege köyünde Müslüman-Hıristiyan toplum arasındaki ilişki/çatışma mümkün mertebe gerçekçi olarak irdelenir kitapta. 
Köyün çobanı gariban İbrahim ile güzeller güzeli Philothei arasındaki aşk aslında klasiktir. Bu arada bir de sağlam bir feodalite ihanet öyküsünü romanına eklemleyen Bernieres, yaklaşan işgal ile ilgili köylülerin gelgitlerini de kaleme alır. 
Köyün ağasının İtalyan işgalcilerin komutanıyla hemen kaynaşması, o güne kadar bir arada huzur içinde yaşayan köy halkı için sıkıntı günlerin başlangıcıdır. Ağa Rüstem ise “Yunan’ın çarığındansa İtalyan’ın potinini tercih ederim” kafasındadır. 
Tirajik neticelenen aşk macerası sonrasında akli melekelerini yitiren sadece çoban İbrahim değildir. Toplum kolektif bir çıldırmanın eşiğine gelmiştir. Dağılmalar, savrulmalar yaşanır ve İngiliz yazar hikayesini pek çok damara bölerek farklı öyküler üzerinden akıtır. 
Roman bir yandan minimal bir aşk öyküsünü olanca yakıcılığıyla aktarırken diğer yandan büyük bir projeksiyon ile devletler arası ilişkilere kadar değinir. Örneğin Fransa ve Rusya desteğini alan Osmanlı ordusu, karşısında Yunanistan-İngiliz işbirliğiyle çatışırlar. Çok derinlemesine olmasa da kendine has bir perspektif ile Ermeni meselesine de değinir yazar. 
İşte tam bu esnada Bediüzzaman ile İngiliz yazar Louis Berniere’n yolu kesişir. 
Kanatsız Kuşlar’da bir maymundan bahsedilir. İsmi Moritz’dir. Yunana Kralı Kostantinos her ne kadar savaşmaya istekli değilse de Yunanistan Başbakanı Venizelos’un entrikalarına kurban gider ve Almanya’ya sürgüne gönderilir. Venizelos kendine yeni bir kukla imparator bulmuştur. İngiliz Başbakanı Llyod George ile arasından artık su sızmamaktadır.
Gerisi Mondros’tan Sevr’e uzanan bilindik tarihi öykü… Ancak savaş bitmesine rağmen kin ve düşmanlık bitmemiş ve Venizelos’un Anadolu’yu işgal etme hayali bitmediği gibi uygulama fırsatı bulmuştu. 
O zaman 27 yaşında olan Aleksandros’u elinde oyuncak ettiği için hiçbir sıkıntı ile karşılaşmadan 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgal etti. Ardından Ege sahilindeki başka merkezleri zapt etmeye kalkıştı. Sevr Antlaşması’ndan sonra ise, Batı Anadolu’nun tamamını içine alan çok geniş bir cephe harekâtına girişti ve İngiltere Başbakanı David Lloyd George’un da yardımıyla Anadolu’nun birçok yerleşim merkezini işgal etti.
Savaş yorgunu Osmanlı, fakir Anadolu insanının bu büyük işgal girişimine karşı duracak mecali pek yok gibiydi. 
Tahtta oturan Aleksandros hayvan tutkunu bir kraldı. Moritz isimli bir maymunu ve Fritz isimli bir maymunu vardı. Fritz birkaç gün önce evin içindeki aynayı kırmış ve Aleksandros’un eşi Aspasia bunun uğursuzluk getireceğine inanıyordu. 
Bütün planlar yapılmış, geriye bir tek kralın onayı kalmıştı ama “yarım saat beklesinler” demişti genç kral. En büyük tutkusu olan motosikletle bahçede bir tur atıp gelecekti. Ancak sadık köpeği Fritz nedense ortalıkta görünmüyordu. 
Motosiklet gezisini bitiren kral odasına geçti ve köpeği Fritz’i orada görünce sevip okşamaya başladı. Ne acı ki bir maymunu kıskandırmanın pekiyi bir şey olduğunu bilmiyordu Yunan Kralı!
Maymun Moritz köpek Fritz’i fena halde kıskanmıştı!
Aniden uçarak üzerine atladı Alman köpeğinin. Sarayın Kral odasında maymunla köpek ölümüne dalaşıyor kral ise aralarına girip bu anlamsız kavgayı bitirmek istiyordu. Ancak Moritz’i durdurmak mümkün değildi. Kıskanmıştı bir kere Fritz’e unutamayacağı bir ders vermeden bırakmayacaktı. 
Ortalık kan revan olmuştu. Aleksandr üstü başı kan içinde maymunca mı köpekçe mi konuşacağını şaşırmış iki hayvanın arasında kalmıştı. Üzerindeki kanın ne kadarı kendisine ne kadarı hayvanlara ait bilmiyordu. 
Roman bu kavgayı dışarda olmuş gibi aktarıyor ama tarihçilerin pek çoğu yukarıdakinde mutabıktır. 
Maymun köpeği öldürmüştü sonunda Kral sinirlendi ve maymuna saldırınca Moritz dişlerini kralın baldırına geçirdi. Gürültü dolayısıyla odaya giren saray muhafızları Moritz’i vurarak öldürdüler. Odada ölü bir maymun, bir ölü köpek ve baldırından derin şekilde ısırılmış bir kral vardı. Yunan orduları ise son emri bekliyordu. 
Aspasia’nın korktuğu başına gelmişti. Hemen kocasını pansuman etsin diye hekimbaşını çağırdı. Kral önemsemiyordu, Venizelos haber bekliyordu ama işler daha da kötüleşti. Aleksandr’ın yaraları ağırlaştı, sonunda bacağının tamamı çürüdü, 8 kişilik hekimler heyeti “kesmek zorundayız” dediler ama kimse onaylamadı bu operasyonu. Bacaksız kral mı olunurmuş!
 Ve 13. günün sonunda ateşler içinde kıvranarak ruhunu teslim etti. Kitap ortalıkta Venizelos’un maymuna zehir enjekte ederek kralı ısırttığ yazılı ama tarihçilerden tam aksini söyleyenler de mevcuttur. Sürgündeki kralın bu işleri çevirdiği dilden dile dolaştı, nitekim sürgün kral kısa sürede sarayına geri döndü. 
Kitabı burada bırakıp Bediüzzaman’a geçmeden büyük usta merhum Yahya Kemal Eğil Dağlar’da meseleye genel hatlarıyla bakarken yazdıklarına bir göz atalım.  
“Kral Konstantin’in şu altı senelik macerası, epey bir romandır. Bu romanın maymun faslından evvelki fasıllarında Konstantin, vukuatı misli görülmemiş bir inat ve bir iradeyle idare ediyordu. Yunanistan kaza ve kaderin pençesindedir. Bir maymunun bile alel acayip bir rol oynadığı bir kaza ve kader dramında eşhas (şahıslar) zebundur.
Venizelos, Kral, hepsi alınlarının karayazısı ne ise, öyle hareket ediyorlar.
Yunanlıların Selanik’e soktukları bir krallarını günün birinde palikaryanın (Rum delikanlısı) biri vurdu.
Edirne’ye götürdükleri krallarını bir maymun ısırdı…”
 Molla Süleyman, üstadın ilk talebelerindendir. 
O anlatıyor: 
“Yunan Başbakanı Venizelos, İngiliz Başbakanı Lloyd George’dan 50 bin kişilik silâh alıyor. Bu silâhlarla Anadolu’ya taarruz edecekleri sırada, bir cuma gecesi Bediüzzaman, namazdan sonra duâya başladı. O gece sabaha kadar uyumadı. Devamlı duâ etti: ‘Ya Rabb! Senin askerin daha çoktur. Bu mel’unlara fırsat verme!'” “Sabahleyin, ben Divanyolu’ndan gazetesini ve çorbasını almaya çıktım. Gazeteler Yunan Kralı I. Aleksandros’u maymun ısırdığını, maymunun ise öldürüldüğünü yazıyordu. Gazeteyi görünce, Bediüzzaman çok sevindi ve gülerek, ‘Bir kalem getir de Süleyman, bu hayvanın arkasından bir mersiye yazalım.”

Nitekim yazıyor bur mersiyeyi Hz. Bediüzzaman. 
Mersiye Rumûz isimli eserinde 1921 yılında neşrediliyor. 
Müdessir suresi 31. Ayeti olan “Rabbinin ordularını Ondan başkası bilemez.” epifraf yapan Nursi şöyle yazıyor: 
“İşte o cünuddan bir gazi-i şehid,Nev-i hayvandaki meymun-u saîd.Ey maymun-u meymun! Mü’minleri memnun,Kâfirleri mahzun, Yunan’ı da mecnun eyledin.Öyle bir tokat vurdun ki, siyaset çarkını bozdun.Lloyd George’u kudurttun. Venizelos’u geberttin.Mizan-ı siyasette pek ağır oturdun ki, küfrün ordularını, zulmün leşkerlerini bir hamlede havaya fırlattın.Başlarındaki maskelerini düşürüp maskara ederek, bütün dünyayı güldürdün.Cennetle mübeşşer olan hayvanların isrine gittin.Cennette saîdsin; çünkü gazi hem şehidsin!”

Kişi lezzetini takip edebilir

Photo by Raphael Nogueira on Unsplash


Sâbık ikinci nüktede, kuvve-i zâika kapıcıdır dedik. Evet, ehl-i gaflet ve ruhen terakki etmeyen ve şükür mesleğinde ileri gitmeyen insanlar için bir kapıcı hükmündedir. Onun telezzüzü hatırı için israfata ve bir dereceden on derece fiyata çıkmamak gerektir.
Fakat hakiki ehl-i şükrün ve ehl-i hakikatin ve ehl-i kalbin kuvve-i zâikası –Altıncı Söz’deki muvazenede beyan edildiği gibi kuvve-i zâikası– rahmet-i İlahiyenin matbahlarına bir nâzır ve bir müfettiş hükmündedir. Ve o kuvve-i zâikada taamlar adedince mizancıklarla nimet-i İlahiyenin envaını tartmak ve tanımak; bir şükr-ü manevî suretinde cesede, mideye haber vermektir. İşte bu surette kuvve-i zâika, yalnız maddî cesede bakmıyor. Belki kalbe, ruha, akla dahi baktığı cihetle midenin fevkinde hükmü var, makamı var.
İsraf etmemek şartıyla ve sırf vazife-i şükraniyeyi yerine getirmek ve enva-ı niâm-ı İlahiyeyi hissedip tanımak kaydı ile ve meşru olmak ve zillet ve dilenciliğe vesile olmamak şartıyla, lezzetini takip edebilir. Ve o kuvve-i zâikayı taşıyan lisanı, şükürde istimal etmek için leziz taamları tercih edebilir. 

İktisat