Tuesday, December 29, 2020

Kur'ân'ın Tarih Üstü Oluşu vs Olaylar Üzerine İnen Kur'ân Ayetleri


 

İşin özü şudur; Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) 23 yıllık risalet hayatı boyunca öyle olaylar vukua gelmiştir ki Kur’ân aracılığıyla bu olaylar üzerinden doğrudan bir diyalektik kurulmuş, birçok dinî, insanî ve toplumsal sorun bu olayların bağlamları içerisinde çözüme bağlanmıştır.


Kur’ân âyetlerine genel bir bakış buraya kadar söylediğimiz şeyleri açıkça ortaya koyar. Kur’ân’da yer alan Bedir, Uhud ve Hendek savaşı ile alakalı nice anlatım, savaş esirlerine yapılacak muameleler, Hudeybiye anlaşması, Mekke fethi, Tebuk ve Mûte seferleri, köle ve cariye hukuku, savaşlarda namazın nasıl kılınacağı vb. onlarca hatta yüzlerce mesele hep bu tarihsel ve pratik toplumsal bağlama vurgu yapmaktadır. Meselâ Havle binti Sa’lebe, kocası Evs ibn Sâmit ile tartışmış ve gelip bu olayı Hz. Peygamber’e şikâyet etmiştir. Allah indirdiği âyet ile karı-koca arasındaki anlaşmazlığı çözmüştür.


İlâhî irade ile o toplumda yaşayan insanlar arasındaki diyalektik ilişki adına başka örnekler de verebiliriz. Nitekim Kur’ân doğrudan isim vererek Zeyd ibn Hârise’nin hanımı Zeynep’i boşaması ve Efendimiz ile nikâhının kıyılmasına yer veriyor sayfaları arasında. Ebû Leheb ismen, karısı Ümmü Cemîl de “onun karısı” işaretiyle neredeyse sarahaten nazara verilerek Hz. Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) olan düşmanca tutumları deşifre edilip ilan ediliyor. Sözün özü, insandan, yaşanan gerçekliklerden, en genel manada toplumsal hayattan bağımsız bir Kur’ân tasavvur etmek mümkün değildir.


Pekâlâ, problem nedir? Problem, söz konusu âyetlerin Kur’ân’da yer alması değil, bizim Müslümanlar olarak bu âyetlere bakış açımız ve yaklaşım keyfiyetimizdir. En genel manasıyla Kur’ân tasavvurumuz, âyetlere verdiğimiz mana ve hayata taşıma şeklimizdir. Elbette İlâhî hitap olan Kur’ân’ın tarih üstü özelliği vardır. Zaten tarih üstü olma genel olarak tüm vahye dayalı dinler için –az çok farklı telakkiler olsa da– geçerli teolojik bir ilkedir fakat İlâhî hitabın/vahyin/kelâmın kelâmî ve teolojik hakikati ile tarih ve toplum içinde, bireysel hadiselerle doğrudan diyelaktik içindeki tecellisi ve bunların okuma, anlama ve değerlendirme biçimi arasında sağlıklı bir ilişki kurulamadığı ve her kesimi ikna edecek bir yorum geliştirilemediği için konu, Müslüman düşünürler arasında sık sık tartışma sebebi olmuştur. Hâlbuki teknik olarak üretilen fikrî mirasa yani klasik tefsir ve özellikle de usul-i fıkıh metinlerine baktığımızda sözünü ettiğimiz diyelaktik ilişkinin nasıl kurulduğunu görürüz. Bu klasiklerde öyle sanıldığı gibi Kur’ân’a her şeyiyle evrenseldir, tarih üstüdür, tarihsel hiçbir bağlamı olmayan, hiçbir bireysel olayı merkeze alarak müdahalede bulunmayan, nüzûl sebebi olmayan, toplumsal ve beşerî hiçbir illeti (hukukî gerekçesi) bulunmayan bir metafizik buyruk gibi genel teolojik bir yaklaşım sergilenmediğini biliyoruz.


Sözün geldiği bu noktada açıkça ifade edelim ki İlâhî kelâm elbette Cenabı Hakk’ın aşkın ve müteâl hakikatine uygun olarak anlaşılmak, müzakere edilmek ve yorumlanmak zorundadır ama fıkıh ve ahkâm boyutu –bahsini ettiğimiz ilim mirasımız içindeki klasiklerde görüldüğü gibi– tamamen ve son derece rasyonel, aklî, beşerî, hukukî ve siyasî bağlamlarla tartışılmaktadır. Zaten aksi bir durum olsaydı ne fıkıh ve tefsir ne de diğer yorumsal gelenekler ve ilimler ortaya çıkardı. Bu yorumsal ve fikrî gelenekler sözünü ettiğimiz İlâhî hitabı, tarihsel ve toplumsal diyelaktik bağlamları içerisinde ele alıp tartışmışlardır.


**

Kur’ân âyetlerinin tarih üstü mesaj taşıdığı şeklindeki temellendirmelerin kelâm, hadis, fıkıh ve usul ilimleri çerçevesinde yapıldığını biliyoruz. Başka bir ifadeyle bu disiplinler sözünü ettiğimiz temellendirme sürecine kendi yöntem ve ilkeleri ile katılarak geniş bir fikri zemin inşa etmişlerdir. Ne var ki bugün dâhil meseleye hâlâ son nokta konulmuş değildir. Bunu kısaca “Müslümanlardan, herkesi ikna ve tatmin edecek yorum ve sistematik düşünme yöntem ve usulleri ortaya çıkmış değildir.” şeklinde ifade edebiliriz. Dolayısıyla bazı âyetlere yönelik uluslararası camiada saldırıların olması ya da farklı çağrıların yapılmasının ardında yatan sebeplerden biri de budur.


Bunun en son örneğini Nisan 2018’de Fransa eski Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, üç eski başbakan ve Fransa Yahudi ve Hristiyan kuruluşlarının liderlerinin de yer aldığı yaklaşık 300 imzalı bir oluşumun (collectif) “Yahudilerin, Hıristiyanların ve kâfirlerin öldürülmesi ve cezalandırılması” âyetlerinin kaldırılması için çağrıda bulundukları bildiride gördük. Bu çağrının dinî ve kutsal bir metne karşı yapılan saygısızca ve yakışıksız bir çağrı olduğu düşünülebilir. Zira kutsal bir metne karşı bu tür çağrılar o metnin ontolojik hakikatini tartışmaya davet etmek anlamına gelir ki bu son derece sağlıksız, tahrik edici ve yanlış bir yöntemdir. Üzerinden beş bin yıl geçmiş gnostik ve hermetik metinlere bile bu kadar usturupsuz ve tahrik edici bir üslupla yaklaşamazsınız. Bugün hem o tür metinleri hem de kutsal kitapları yorumlamanın oturmuş, sistematik ve metodolojik gelenekleri vardır. Her metni kendi yorum geleneği içerisinden hareketle yeni durumlara, toplumsal ve tarihsel gelişmelere uyarlamak, tatbik etmek ya da diyaloğa sokmak daha salim ve sahih bir netice verir. Bir bakteri kolonisi bile nesline yönelik bir tehdit algıladığında hızlı bir üreme sürecine girerek hayatta kalma mücadelesi verir. Dindarlar için vahiy, yalnızca bir inanç ve yaşama biçimi değildir; aksine o hayatlarının tüm anlamlarını belirler. O yüzden kutsal bir metin üzerinde ontolojik soruna yol açabilecek bu tür çağrılar inançlı kitleleri tahrik eder nitekim etmiştir de. Bu açıdan hem siyasîler hem uluslararası stratejistler hem de düşünürler böylesi mevzularda son derece temkinle ve mesuliyetle hareket etmelidirler. Aksi halde çözüme müspet katkıları olmadığı gibi, iyi niyetli okuma ve yorumların önünü de bloke etmiş olurlar. Hiçbir çağrı dışarıdan geldiği sürece içeride kılcallarda bir yansıma meydana getirmez. Bu nedenle Müslüman düşünürlere bugün daha çok mesuliyet düşmektedir.


Bunun yanında artık iletişim çağındayız. Her tür bilgi kirliliği, tahrik ve manipülatif beyanlar dünya genelinde süratle yayılmaktadır. Radikal örgütlerin beslenme kaynaklarının başında bu tür uluslararası tehdit savurularının geldiği herkesin malumudur. Oysa İslâm tarihinin kendi iç tecrübelerinden örnekler göstermektedir ki bu tür âyetleri, bugün radikal biçimde okuyan grupların fikrî ve geleneksel referansları o kadar güçlü değildir. Tam aksine İslâm devletlerinin en güçlü olduğu devir ve çağlarda bile söz konusu âyetler, bu radikal grupların anladığı ve algıladığı gibi uygulamaya sokulmamıştır. Bunun yüzlerce örneği vardır. “Müşrikleri nerede bulursanız öldürün!” âyetine bile bu gözle baksak hakikat bütün çıplaklığı ile ortada durmaktadır. Zira bu âyet, herhangi bir bağlamı ya da usul ilkesi göz önünde bulundurulmadan yorumlanmış olsaydı, İslâm tarihi yalnızca savaş ve öldürmeden ibaret bir tarih olarak sahnede var olurdu. Çünkü lafzî manasıyla âyet savaş kapsamı dışında da müşriklerin öldürülmesini emretmektedir. Oysa böyle bir şey tarihte asla vâki olmamıştır. Bu da göstermektedir ki “Müşrikleri nerede bulursanız öldürün!” âyeti belli bir usul ve sistem içerisinde, diğer Kur’ân âyetleriyle birlikte ele alınıp yorumlanmıştır. Kur’ân’da “Öldürün!” formu beş yerde geçtiği halde tarih boyunca Müslümanlar, müşriklere karşı topyekûn bir savaş açmamışlardır. Üstelik “İnanmayanları öldürmek Kur’ân’da yer alan bir emir olduğuna göre onları öldürmeme her Müslümanı teker teker günahkâr yapar.” dememişlerdir. Eğer deselerdi, “Dininizden ötürü sizinle savaşmayan, sizi yerinizden, yurdunuzdan etmeyen kâfirlere gelince, Allah sizi, onlara iyilik etmeden, adalet ve insaf gözetmeden menetmez. Çünkü Allah âdil olanları sever.” âyetine mana veremezlerdi. Eğer deselerdi –hâşâ ve kellâ– Hz. Peygamber’i bu emre muhalefet eden baş günahkâr ilan etmeleri gerekirdi. Zira Efendimiz’in başkanlığını yaptığı Medine şehir site devletinde müşrikler de sözleşme temelinde Müslümanlarla birlikte yaşamışlardı.


**

Küçük bir grubun menfaatlerini ve şiddet eğilimlerini meşrulaştırmak ve tatmin etmek için onlarca âyetin hükmünü bloke etmekten dahi çekinmiyorlar. Mesela İŞİD terör örgütünün “seyf/kılıç âyeti” olarak bilinen Tevbe sûresinin 5. âyetinin, barışı emreden yüzlerce âyetin hükmünü ortadan kaldırdığını ilan etmeleri bu yaklaşıma verilebilecek en keskin ve net örnektir. Onlar böyle düşünüyor ve böyle inanıyorlar. Belki de ileri sürdükleri “nesih” yöntemini bir teori olarak bile algılamıyorlar, bunu ibadet neşvesi içinde Allah’ın açık bir emri ve beyanı olarak alıyorlar. Çünkü genellikle cihadcı yapıların Kur’ânî algıları herhangi bir fikrî sistematiği takip etmiyor. Arapların “hafiyyetu’n-nusûs” dedikleri aşırı şekilci ve lafızların yalnızca zahiri ve lügat anlamlarına abanan sığ, donuk, katı, hikmetten ve erdemden uzak bir kavrayıştır bu. Tarihin içine girmek, ders ve ibret almak yerine, tarihsel çinilerden fırlamış ve hortlamış heykeller gibi katı ve duygusuz bir insan profiline vücut veriyorlar. Bu yüzden savaş ve şiddetle beslenen insan kasaplarını ve vicdanlarını tamamen yitirmiş terminatörleri yetiştiriyorlar. Cephe yaşamlarında da yalnızca Kur’ân okuyup vakitlerinin çoğunu dövüş ve savaş filmi seyrederek geçiren gerilla yaşamını esas alıyorlar. Böyle bir yaşam içinde felsefe ve hikmet barınmaz. Böylelerinin elinde Kur’ân sadece el altında taşınan bir ant ve yemin kitabıdır. Bu kitle ellerini Kur’ân üzerine koyarak ölmeye, öldürmeye, yok etmeye ve yıkmaya ant içmiş bir gruptur. Cihad ve kıtâl âyetleri de onlar için adeta bir can simidi mesabesindedir.


Bu tarz bir nesih teorisi elbette onlar için bir izah tarzı, okuma ve yorumlama biçimi, zihin ve gönül rahatlığı, ondan öte pratik bir mücadeleyi örgütleyen bir manifesto görevi görüyordur kuşkusuz. Fakat bu tarz, Kur’ân’ın genel makâsıdından, tarihsel bağlamından ve diğer âyetlerle olan münasebetlerinden tecrid edilmiş lafzî ve şekli yorumlar, onlar ve Müslümanlar adına daha büyük çelişkileri ve daha büyük sorunları açığa çıkarmaktadır. Zira tutundukları nesih teorisi bile yüz yüze kaldıkları çelişki ve sorunları çözmeye yetmez. Nitekim bunun farkına varanlar, bu çelişki ve yorum sorunlarını aşmak için takyîd, tahsîs, ta’lîk, tercîh hatta makâsıd vb. kavramlarla çıkış yolu aramaya çalışmışlardır. Hâlbuki bunlar Allah’ın 610-632 yılları arasındaki tarihe ilk elden müdahalesi olarak ele alınsa, bağlamları katiyen nazardan dûr edilmese, gâî yorum veya makâsıd dediğimiz çizgiye daha fazla ağırlık verilse ve yorumlar bu eksen üzerinde yapılsa İlahi mesaj nüzûl gayesine daha çok hizmet eder diye düşünüyorum. Nitekim zahirî zihniyetin karşısında yerini alan ulemâ da bunu yapmıştır tarih boyunca. Yukarıda ifade ettiğim gibi usul kitapları bu tartışmalarla doludur. Ama ne yazık ki bu derin ve zengin metodolojik yöntem ve tecrübeler yeterince işletilemediği için geniş kitleler arasında “halk İslâm’ı” dediğimiz sığ ve şeklî dindarlık hükümferma olmaktadır. Bu da işte sözünü ettiğimiz radikal grupların ekmeğine yağ sürmektedir.


**

Fetih hareketleriyle gelen coğrafi ve sosyo-kültürel genişlemeye kadar bu ilk tecrübeler, –daha sonraları gerekli olan kompleks ve karmaşık yorum metodolojilerine ve fikrî araçlara gerek duymadan– kendi sosyal pratiklerinde karşılaştıkları her nevi fikrî/amelî ihtiyaçları karşılıyordu. Çünkü Müslüman toplum da henüz o kadar karmaşık mesâile sahip değildi. Kur’ân âyetleri, Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ve sonraki ardıllarının söz ve uygulamaları ile yeni karşılaşılan durumlar arasında uzun ve ciddi bir fikrî çabayı gerektirecek kadar bir ayrışma ve farklılışma olmuyordu. Başka bir ifadeyle nüzûl dönemi ve hemen sonrasında hayat şartlarında değişim yavaş sürdüğü için gerek bizatihi Kur’ân âyetleri gerekse Efendimiz’in kavlî, fiilî ve takrîrî beyanları, davranış ve kabulleri, bu değişimi karşılamada, yeni yorumlara ihtiyaç bırakmayacak ölçüde yeterli olmuştur. Ama sonraki dönemler için değil. Hızla gelişen fetih hareketleri ile yabancı kültürlere, dinî, idarî ve yeni ahlâkî sistemlere açılan İslâm toplumu, artık o ilk ve sade formunu koruyabilecek reflekslerle yetinemezdi, yetinmedi de. Gelişme ve büyüme o kadar hızlı gerçekleşiyordu ki nüzûl dönemi toplumu bambaşka ve devasa bir hilafet devletine dönüşüyordu.


Yeri gelmişken şunu da ifade etmeden geçmeyelim. Sanayi inkılabı ve onu takip eden dönemlerde yaşanan büyük ve köklü değişimlere kıyasla, İslâm toplumunda fetih hareketleriyle yaşanan değişim bir hiç mesabesindedir. Çünkü bu dönemin insanları bile sanayi devrimi ile gelen kültürel ve sosyal altüst oluşları öngörememişlerdir. Bu altüst oluşlardan sosyoloji ve iktisat gibi birkaç farklı bilim doğmuş ve bu ilim dallarının her biri modern sanayi toplumunun yol açtığı devasa problemleri ve değişimi anlamaya ve yorumlamaya çalışmışlardır. Aynen bunun gibi tedvin döneminde ortaya çıkan İslâmî disiplinlerin birçoğu, işte o geniş fetih hareketleriyle gelen sosyo-kültürel toplum formundaki değişimi anlamak, yorumlamak ve meşruiyetini tartışmak ya da sağlamak ekseninde yapılanmıştı. İslâm düşünürleri bu köklü değişimi bir derece öngörmüşlerdi. Özellikle farazî fıkıh alanında karşılaşılması muhtemel, akla gelebilecek soru ve sorunlarla baş edebilecek teorik bir metedolojinin temellerini dahi atmış ve kurmuşlardı.


Başka bir ifadeyle tedvin dönemi âlimleri karşılaşmış oldukları sorunları yalnızca fikhî bir formda tartışmış da değildir, diyebiliriz. İslâm’ın diğer fikrî gelenekleri de kendi disiplinleri açısından aynı şeyi yapmışlardır. Onlar adeta yekvücut olarak İslâm toplumunun yeni meseleler karşısındaki refleksini öngörmeye çalışmışlar ve her bir ilim dalı kendi kulvarında toplumun yeniden inşasına yardımcı olacak argümanlar ortaya koymuştur. Hz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) sonrası ilk üç asra damgasını vuran tedvin döneminde yapılan ilmî faaliyetlerin toplamı bunun delilidir. Nitekim bu dönemde yapılanan İslâm fikrî gelenekleri, onu takip eden sekiz-on asır boyunca Müslüman toplumların karşılaşacağı dinî, siyasî, idarî, ahlâkî ve sosyal bütün problemlerle nasıl baş edebileceğinin fikrî, felsefî ve metedolojik çerçevesini oluşturmuştur.


Diğer taraftan bu fikrî gelenekler Müslüman toplumların reflekslerini yönlendirmede ve biçimlendirmede etkin bir rol üstlenmiş olsa da yeni meseleler karşısında her zaman tüm ihtiyacı karşıladıkları da söylenemezdi. Nitekim çok erken bir dönemde içtihadî faaliyetlerde aksamalar görüldüğü tarihsel bir gerçektir. Yani tüm uzun ve katı düşünsel geleneklerde olduğu ve yaşandığı gibi İslâm düşünsel geleneklerinde de tıkanmalar ve sorunlar yaşandı.


Hâsılı, erken dönemlerdeki İslam toplumları modern dönemlerde olduğu kadarıyla hızlı ve köklü dönüşümlere maruz kalmadılar. Dolayısıyla tedvin döneminde üretilen fikrî geleneklerin ve metedolojilerin yardımıyla yeni durumlar ve sorunlarla baş etmeye çalıştılar ve üstesinden de geldiler. Sorunlar giderek karmaşık hale gelip daha kompleks toplum formları ortaya çıkmaya başlasa da bu geleneksel metedolojik kalıplar uzun asırlar Müslüman toplumların dinî, ahlâkî ve sosyo-kültürel reflekslerini koordine etmeye yaradı. Başka bir ifadeyle zaman yine de sakin akıyordu. Bu yüzden değişim ve dönüşümün günümüzün aksine yıllar hatta asırlar aldığı o dönemlerde yaşanılan sorunlara âyetler ve hadisler zahirî manalarıyla dahi büyük oranda birebir çözüm üretiyordu. Bunun yeterli olmadığı yerlerde de ulema devreye girerek, kurdukları metolojik yorum ve içtihad yöntemleriyle yeni çözümler üretmeye çalışıyordu.


Erken dönem İslâm toplumunda yeni durumlar, toplumsal, kültürel ve yaşamsal gelişmeler karşısında iki farklı tavır ortaya çıktı; ehl-i hadis ve ehl-i re’y. Ehl-i hadis, Kur’ân ve hadis nasslarının yalnızca zahirî delâletlerini esas kabul edip, yeni gelişmeler ve durumlar karşısında daha muhafazakâr bir tutum sergilemeyi kendi dindarlık telakkileri açısından daha doğru ve daha güvenli gördü. Sadece metne bağımlı bir dindarlık sâikiyle hareket ederek hayatta boy gösteren ehl-i hadis, zamanla ekolleşti ama orada durmadı, duramadı. İlerleyen zaman dilimlerinde yeni durum ve gelişmeler karşısında tepkisel tutum alan bir geleneğe dönüştü.


Ehl-i re’y adını verdiğimiz ikinci grup ise daha çok Kûfe çevresinde ilmî ve içtihadî faaliyetler göstererek ortaya çıktı. Bu ekol daha ilk adımını atarken, nasslar ile sosyal çevre ve değişim arasında bir korelasyon kurdu. Metodolojisini de bu değişimi okuyup belli bir yoruma bağlayacak şekilde vaz’ etti. Zamanla diğer düşünce ekollerini de etkiledi. Hanefî mezhebinin ilk kurucu üstatlarıyla özdeşleşecek olan akıl ve içtihad ilkesini onların da metodolojilerine dâhil etmelerine katkı sağladı. Öyle ki aklın daha işlerlik kazandığı bu re’y, içtihad, maslahat ve makâsıd fıkhı zamanla daha da gelişerek

hem fıkhî faaliyetlerin hem de bazı itikadî mesâilin temelini oluşturdu.


Özetle, geriye dönüp baktığımızda gördüğümüz şey şudur; ehl-i re’y dediğimiz sınıf içinde fıkhî alanda Hanefî ve Mâlikîler, itikadî sahada ise Mâturîdîler ve Mu’tezililer yerini almış ve bunlar içtihadî faaliyetlerinde aklı daha işlevsel kılmışlardır. Ehl-i hadis grubunda yer alan Şâfiîler, Hanbelîler ve Eş’arîler ise zahirî yaklaşımlara ağırlık vermişlerdir. Ehl-i re’y yeni gelişmeler karşında mevcut nassların zahirî anlam ve lafzî delâletlerinin yeterli olmayacağını görmüş, akla daha geniş kapılar açarak onu işlevsel kılmış; ehl-i hadis ise tam aksine yeni gelişmeler karşışında yeni yorum ve içtihadî tepkiler geliştirmek yerine mevcut nassların zahirî delâlet ve kapsamıyla sınırlı bir çözüme odaklanmışlardır.





Barış Esastır - Kurucu Metinlerde Cihad Tasnifi

 


Klasik dönem kurucu metinler üzerinde öteden beri ilmî ve akademik çalışmalar sürmekte, yoğun entelektüel tartışmalar yaşanmaktadır. Bununla birlikte bu çalışma ve tartışmaların hem faydasından hem de kafa karıştırıcılığından söz edilebilir. Çünkü yaşanan siyasî ve sosyal-kültürel konjonktür sık sık değiştiğinden yeni gelişmelere ve tartışmalara da yol açmaktadır. Ne var ki bu hızlı değişim ile konu üzerindeki akademik ve entelektüel çalışmalar her zaman örtüşmemektedir. Bu da kaçınılmaz olarak yeni tartışmalara ve kafa karışıklıklarına neden olmaktadır. Terör ve şiddet, toplumların kronik bir gerçeğidir. Bunu şu ya da bu sebebe bağlayalım fakat bu gerçekle yaşamaktayız ve yıkıcı sonuçlarına çözüm bulabilmek için de dinî, siyasî, kültürel ve uluslararası akademik toplantılar, seminerler, sempozyumlar ve siyasî anlaşmalar yapmaktayız. Çok fazla maddî ve manevî bedel ödüyoruz. Yani ilmî ve akademik çalışmalar sürse de bu konjonktürel gerçeklik sürdüğü müddetçe çalışmaların rengi ve seyri de değişeceğe benziyor.


**


Cihad tasnifini hatırlatmak isterim.


Birincisi, “büyük ve küçük cihad” tasnifidir. Bu tasnifin kaynağı, –rivayet kriterleri açısından tartışmalı olsa da– Hz. Peygamber’den (sallallahu aleyhi ve sellem) gelen bir hadis rivayetidir1. Buna göre göğüs göğüse savaş meydanlarında düşmanla fiilî olarak yapılan askerî savaş “küçük cihad” olarak tanımlanmıştır. “Büyük cihad” ise insanın en büyük düşmanı olarak tanımlanan nefsi ile verdiği mücadelenin adıdır. Söz konusu rivayet zayıf olsa da bunu destekleyecek başka hadisler bulmak mümkündür. Mesela “Hakiki mücahid nefsine karşı cihad açan kimsedir.” hadisi buna bir örnektir.


Hadisçiler ve tasavvuf erbabı başta olmak üzere âlimlerin farklı kritik ve değerlendirmelerine konu olmuş rivayetlere dayandırılan bu tasnif, hakikat ve gerçekle örtüşmesine bağlı olarak tarih boyunca en çok kabul gören tasniflerin başıda gelir.


İkincisi, “ilmî, sosyal, askerî ve nefisle mücadele” gibi dört ayrı alanda yapılan tasniftir. Yoğun entelektüel ve fikrî çaba sarf etmeyi esas alan tanım “ilmî”; yardımlaşma, dayanışma ve kardeşlik, fakir ve yoksullara sahip çıkma, iyi ilişkiler geliştirme, kötülüğün yayılmasını önlemek gibi toplum yararını merkeze alan her tür gayret, tedbir ve çabayı esas alan tanım “sosyal”; diplomatik münasebetlerle karşılıklı barış içinde yaşamanın hiçbir imkânı kalmadığı ve karşı bir devletin düşmanca saldırısı ya da fiilî bir savaşı gerektirecek güç kullanımının sergilendiği durumlarda son çare olarak başvurulan her tür fiilî tedbir “askeri”; manevî ve ahlâkî anlamda kişisel gelişimi, psikolojik dönüşümü, kemali, terbiye ve tezkiyeyi merkeze alan sistematik ve oldukça da özel bir çaba “nefisle mücadele” kapsamında tanımlanır ve bunların hepsine “cihad” adı verilir.


Üçüncüsü, büyük Hanefi âlimi Kâsânî başta olmak üzere birçok farklı mezhebe mensup âlime ait olan kalp, dil, el ve kılıçla cihad şeklinde yapılan tasniftir. İnsanın şeytan ve nefisle mücadelesi kalp; insanları iyiliğe teşvik ve kötülükten sakındırma dil; mevcut kötülükleri önleme el ve düşmanlarla savaşma kılıç ile yapılan cihad olarak ele alınır. Hemen ilave edelim ki kötülükleri önleme devletin yetki alanı içindedir ve devlet bunu güvenlik güçleri ve hukuk aracılığı ile yerine getirir. Aksi halde ihkâk-ı hak devreye girer. İhkâk-ı hak, şahısların kendi haklarını kendilerinin sağlamaya çalışması demektir. Bu ise toplumda düzenin değil kaosun sebebi olur.







Şükrü Saraçoğlu

Kaynak:Eli Haligua, Avlameroz 


       Türkiye’de ırkçıların, ismi katliamlarla, soykırımlarla anılanların isimlerini sokaklara, okullara vermek adeta adettendir. Bu isim veriş halleri bazen devletin Türkleştirme politikası olarak kendisini gösterirken bazen de bu ‘mühim şahıslara’ verilen önemden ötürü mekanlar utanılacak isimlerle özdeşleşmiş olarak belleklerdeki yerini alır. Bu mekanlardan birisi de Fenerbahçe Şükrü Saracoğlu Stadyumu.

Şükrü Saracoğlu’nu Avlaremoz’da yer alan bir yazıda belirtildiği gibi başta biz ‘azınlıklar’ pek iyi bilmezdik. Belli ki kendisini iyi bilenler varmış. Fenerbahçe Spor Kulübü, Saracoğlu’nu ölüm yıldönümünde,  “16 yıllık başkanlık, stada ismi verilecek kadar büyük bir saygı, 8 Türkiye şampiyonluğu, sayısız hatıra… Rahat uyu Şükrü Saracoğlu, bu kalpler seni unutmayacak…” cümleleriyle anmıştı.

Şükrü Saracoğlu Varlık Vergisi’nin mimarı olup Ermeni, Rum ve Yahudilerin varlıklarının gaspını yasalaştıran, vergisini ödeyemeyenlere Aşkale çalışma kamplarında dondurucu soğukta taş kırdırtan, burada insanların ölümüne neden olan bir şahsiyettir.

Saracoğlu’nun yeri Yahudiler için ayrıca özeldir.  Holokost’tan kaçan Struma gemisindeki Yahudi mültecilerin ülkeye alınmasına engel olup aralarında yaşlılar ve çocukların bulunduğu 768 kişiyi Karadeniz’de ölüme terk ettiği kararla da “bu kalplerin kendisini unutmaması” için gerekeni yapmıştır. Nazi Almanyası ile dostluk paktı imzalamaktan çekinmeyip Nazi bayrağı ile Türkiye Cumhuriyeti bayrağının da yan yana yer almasından hicap duymamıştır.

Dedim ya genelde devlet politikası olarak bazen ise şuursuzluktan bazı isimler başta Türk olmayanlara kast edilircesine çeşitli şekillerde kendisini bulmuştur. Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı mahallede Talat Paşa İlköğretim Okulu’nun olması, gene Rumların, Ermenilerin ve Yahudilerin çoğunlukla yaşadıkları ve eskiden Rumca sokak isimlerinin olduğu Tatavla bölgesine Kurtuluş, mahalleye giden caddeye Ergenekon deyip ara sokakları da Bozkurt, Türkbeyi gibi isimlerle bezeyen bir zihniyetin olduğu ortamda Saracoğlu isminin stada veriliyor olması bir yanıyla çok da şaşırtıcı olamamıştır. 

Africa, Libya and DRC

 


There are now fifty-six countries in Africa. Since the ‘winds of change’ of the independence movement blew through the mid twentieth century, some of the words between the lines have been altered – for example, Rhodesia is now Zimbabwe – but the borders are, surprisingly, mostly intact. However, many encompass the same divisions they did when first drawn, and those formal divisions are some of the many legacies colonialism bequeathed the continent.

The ethnic conflicts within Sudan, Somalia, Kenya, Angola, the Democratic Republic of the Congo, Nigeria, Mali and elsewhere are evidence that the European idea of geography did not fit the reality of Africa’s demographics. There may have always been conflict: the Zulus and Xhosas had their differences long before they had ever set eyes on a European. But colonialism forced those differences to be resolved within an artificial structure – the European concept of a nation state. The modern civil wars are now partially because the colonialists told different nations that they were one nation in one state, and then after the colonialists were chased out a dominant people emerged within the state who wanted to rule it all, thus ensuring violence.


Take, for example, Libya, an artificial construct only a few decades old which at the first test fell apart into its previous incarnation as three distinct geographical regions. In the west it was, in Greek times, Tripolitania (from the Greek tri polis, three cities, which eventually merged and became Tripoli). The area to the east, centred on the city of Benghazi but stretching down to the Chad border, was known in both Greek and Roman times as Cyrenaica. Below these two, in what is now the far south-west of the country, is the region of Fezzan.


Tripolitania was always orientated north and north-west, trading with its southern European neighbours. Cyrenaica always looked east to Egypt and the Arab lands. Even the sea current off the coast of the Benghazi region takes boats naturally eastwards. Fezzan was traditionally a land of nomads who had little in common with the two coastal communities.


This is how the Greeks, Romans and Turks all ruled the area – it is how the people had thought of themselves for centuries. The mere decades-old European idea of Libya will struggle to survive and already one of the many Islamist groups in the east has declared an ‘emirate of Cyrenaica’. While this may not come to pass, it is an example of how the concept of the region originated merely in lines drawn on maps by foreigners.



However, one of the biggest failures of European line-drawing lies in the centre of the continent, the giant black hole known as the Democratic Republic of the Congo – the DRC. Here is the land in which Joseph Conrad set his novel Heart of Darkness, and it remains a place shrouded in the darkness of war. It is a prime example of how the imposition of artificial borders can lead to a weak and divided state, ravaged by internal conflict, and whose mineral wealth condemns it to being exploited by outsiders.


The DRC is an illustration of why the catch-all term ‘developing world’ is far too broad-brush a way to describe countries which are not part of the modern industrialised world. The DRC is not developing, nor does it show any signs of so doing. The DRC should never have been put together; it has fallen apart and is the most under-reported war zone in the world, despite the fact that six million people have died there during wars which have been fought since the late 1990s.


The DRC is neither democratic, nor a republic. It is the second-largest country in Africa with a population of about 81 million, although due to the situation there it is difficult to find accurate figures. It is bigger than Germany, France and Spain combined and contains the Congo Rainforest, second only to the Amazon as the largest in the world.

The people are divided into more than 200 ethnic groups, of which the biggest are the Bantu. There are several hundred languages, but the widespread use of French bridges that gap to a degree. The French comes from the DRC’s years as a Belgian colony (1908–60) and before that, when King Leopold of the Belgians used it as his personal property from which to steal its natural resources to line his pockets. Belgian colonial rule made the British and French versions look positively benign and was ruthlessly brutal from start to finish, with few attempts to build any sort of infrastructure to help the inhabitants. When the Belgians went in 1960 they left behind little chance of the country holding together.


The civil wars began immediately and were later intensified by a blood-soaked walk-on role in the global Cold War. The government in the capital, Kinshasa, backed the rebel side in Angola’s war, thus bringing itself to the attention of the USA, which was also supporting the rebel movement against the Soviet-backed Angolan government. Each side poured in hundreds of millions of dollars’ worth of arms.


When the Cold War ended both great powers had less interest in what by then was called Zaire and the country staggered on, kept afloat by its natural resources. The Rift Valley curves into the DRC in its south and east and it has exposed huge quantities of cobalt, copper, diamonds, gold, silver, zinc, coal, manganese and other minerals, especially in Katanga Province.


In King Leopold’s days the world wanted the region’s rubber for the expanding motor car industry; now China buys more than 50 per cent of the DRC’s exports, but still the population lives in poverty. In 2014 the United Nations Human Development Index placed the DRC 186th out of 187 countries it measured. The bottom eighteen countries in that list are all in Africa.


Because it is so resource-rich and so large, everyone wants a bite out of the DRC, which, as it lacks a substantive central authority, cannot really bite back.


The region is also bordered by nine countries. They have all played a role in the DRC’s agony, which is one reason why the Congo wars are also known as ‘Africa’s world war’. To the south is Angola, to the north the Republic of the Congo and the Central African Republic, to the east Uganda, Rwanda, Burundi, Tanzania and Zambia. The roots of the wars go back decades, but the worst of times was triggered by the disaster that hit Rwanda in 1994 and swept westward in its aftermath.


After the genocide in Rwanda the Tutsi survivors and moderate Hutus formed a Tutsi-led government. The killing machines of the Hutu militia, the Interahamwe, fled into eastern DRC but conducted border raids. They also joined with sections of the DRC army to kill the DRC’s Tutsis, who live near the border region. In came the Rwandan and Ugandan armies, backed by Burundi and Eritrea. Allied with opposition militias, they attacked the Interahamwe and overthrew the DRC government. They also went on to control much of the country’s natural wealth, with Rwanda in particular shipping back tons of coltan, which is used in the making of mobile phones and computer chips. However, what had been the government forces did not give up and – with the involvement of Angola, Namibia and Zimbabwe – continued the fight. The country became a vast battleground, with more than twenty factions involved in the fighting.


The wars have killed, at a low estimate, tens of thousands of people, and have resulted in the deaths of another six million due to disease and malnutrition. The UN estimates that almost 50 per cent of the victims have been children aged under five.


In recent years the fighting has died down, but the DRC is home to the world’s most deadly conflict since the Second World War and still requires the UN’s largest peacekeeping mission to prevent full-scale war from breaking out again. Now the job is not to put Humpty Dumpty together again, because the DRC was never whole. It is simply to keep the pieces apart until a way can be found to join them sensibly and peacefully. The European colonialist created an egg without a chicken, a logical absurdity repeated across the continent and one that continues to haunt it.












p




le of how the concept of the region originated merely in lines drawn on maps by foreigners.




Thursday, December 24, 2020

Syria

 


Syria is another multi-faith, multi-confessional, multi-tribal state which fell apart at the first time of asking. Typical of the region, the country is majority Sunni Muslim – about 70 per cent – but has substantial minorities of other faiths. Until 2011 many communities lived side by side in the towns, cities and countryside, but there were still distinct areas in which a particular group dominated. As in Iraq, locals would always tell you, ‘We are one people, there are no divisions between us.’ However, as in Iraq, your name, place of birth or place of habitation usually meant your background could be easily identified, and, as in Iraq, it didn’t take much to pull the one people apart into many.


When the French ruled the region they followed the British example of divide and rule. At that time the Alawites were known as Nusayris. Many Sunnis do not count them as Muslims, and such was the hostility towards them they rebranded themselves as Alawites (as in ‘followers of Ali’) to reinforce their Islamic credentials. They were a backward hill people, at the bottom of the social strata in Syrian society. The French took them and put them into the police force and military, from where over the years they established themselves as a major power in the land.

Lebanon

 


Until the twentieth century, the Arabs in the region saw the area between the Lebanese mountains and the sea as simply a province of the region of Syria. The French, into whose grasp it fell after the First World War, saw things differently.


The French had long allied themselves with the region’s Arab Christians and by way of thanks made up a country for them in a place in which they appeared in the 1920s to be the dominant population. As there was no other obvious name for this country the French named it after the nearby mountains, and thus Lebanon was born. This geographical fancy held until the late 1950s. By then the birth rate among Lebanon’s Shia and Sunni Muslims was growing faster than that of the Christians, while the Muslim population had been swollen by Palestinians fleeing the 1948 Arab–Israeli War in neighbouring Israel/Palestine. There has only been one official census in Lebanon (in 1932), because demographics is such a sensitive issue and the political system is partially based on population sizes.


There have long been bouts of fighting between the various confessional groups in the area, and what some historians call the first Lebanese civil war broke out in 1958 between the Maronite Christians and the Muslims, who by this time probably slightly outnumbered the Christians. They are now in a clear majority but there are still no official figures, and academic studies citing numbers are fiercely contested.


Some parts of the capital, Beirut, are exclusively Shia Muslim, as is most of the south of the country. This is where the Shia Hezbollah group (backed by Shia-dominated Iran) is dominant. Another Shia stronghold is the Beqaa Valley, which Hezbollah has used as a staging post for its forays into Syria to support government forces there. Other towns are overwhelmingly Sunni Muslim. For example Tripoli, in the north, is thought to be 80 per cent Sunni, but it also has a sizeable Alawite minority, and given the Sunni–Alawite tensions next door in Syria this has led to sporadic bouts of fighting.


Lebanon appears to be a unified state only from the perspective of seeing it on a map. It takes just a few minutes after arriving at Beirut Airport to discover it is far from that. The drive from the airport to the centre takes you past the exclusively Shia southern suburbs, which are partially policed by the Hezbollah militia, probably the most efficient fighting force in the country. The Lebanese army exists on paper, but in the event of another civil war such as that of 1975–90, it would fall apart, as soldiers in most units would simply go back to their home towns and join the local militias.

Bilimsel Numeroloji

 

Bu yazı Salih Durhan'ın blogundan alınmıştır. (Akademik Matematik Blogu)

Diyelim “elma kansere iyi geliyor” diye bir hipoteziniz var, bunu nasıl kanıtlarsınız? Uygulama detaylarını bir kenara bırakacak olursak, temel yöntem şu: Bir grup kanser hastasını alıp ikiye ayırıyorsunuz, birinci gruba elma yedirmiyorsunuz (kontrol grubu), ikinci gruba her gün bir elma yediriyorsunuz (deney grubu). Sonra bakıyorsunuz, hangi grup daha uzun yaşadı. Ortalama yaşam süresinde azıcık fark varsa, mesela bir kaç ay, bu kadarı elmayı kanser ilacı yapmaya yeter mi? Tam ne kadar fark olursa, “evet elma kansere iyi geliyor” diyeceğiz? O yüzden ver elini istatistik, ver elini p değeri.

Kanser çeşidi, hastaların yaşı, cinsiyeti, tıbbi geçmişleri soruyu daha da zorlaştırıyor, ama biz bunlara takılmayalım. Diyelim ki kanser üzerinde etkili olabilecek bütün değişkenleri aynı 100’er kişilik iki grup insan var, kontrol grubu grup elma yemiyor, deney grubu her gün birer elma yiyor. Yıllarca izledik her iki grubu da baktık ki, deney grubunun ortalama yaşam süresi 1 yıl daha uzun. Bilimsel olarak bu 1 yıl fark elmadandır demek için kıvranıyoruz, Allah göstermesin bu sonuç tamamen tesadüfen de olabilirdi. Genel kabul gören bilimsel yaklaşıma göre, önce “boş hipotezi” (null hypothesis) ortaya koyuyoruz:

H0:Elmanın kanser hastalarının yaşam süresi üzerinde bir etkisi yoktur.Sonra kendimize şunu soruyoruz: Eğer boş hipotez doğru olsaydı, iki grup arasındaki 1 yıllık yaşam süresi farkını ne kadar ihtimalle gözlemleyebilirdik?

Detaylar teknik bir yazının konusu, ama bu soruya yanıt vermek gerçekten bilimsel bir yanıt vermek mümkün, yanıtın literatürdeki adı p değeri. Bu p değeri çok küçükse, mesela 0.001 0.01’den küçükse, o zaman şu sonuca varabiliriz:

Eğer elma kansere iyi gelmeseydi, 100’er kişilik kontrol ve deney gruplarının yaşam ortalaması farkının 1 yıl olması ihtimali %1’den küçük olurdu. Demek ki elma kansere iyi geliyormuş.

Kullanılan modeller, test edilen hipotezler bizim uyduruk senaryomuzdan çok daha karmaşık olabilir ama bilimin önemli bir kısmı p değeriyle yapılıyor. Bu, sorunları saymakla bitmeyecek kadar yanlış bir yaklaşım. Yıllardır bırakalım bu p fetişini diye bir sürü insan yazıp çiziyor ama nafile. Bilim camiası hala p’yi çok seviyor, kocaman karmakarışık bir soruyu, yılların bilgi birikimi ve literatürünü tek bir sayıya indirgemek herkesi rahatlatıyor olmalı. En basitinden, p’nin kaçtan küçük olması sonucu bilimsel yapacak sorusunun cevabı yok. Eğer bir hipotez pek çok araştırmacı tarafından denenirse, eninde sonunda birileri p’yi yeterince küçük bulacak, nasıl olsa p’yi yeterince küçük bulamayan (istediği sonuca ulaşamamış) çalışmalar genellikle yayınlanmıyor. Ya da bazı kötü niyetli kişiler p değerini düşürmek için çeşitli numaralar çeviriyorsa?

Fakat bunlardan çok çok daha büyük bir sorun daha var. Aslında p değerinin ne olduğunu da bilmiyoruz. Yoldan geçenler değil, biliminsanları da bilmiyor. Çok muhterem bir biliminsanı Gigerenzer çalışmasında psikoloji alanında öğrenciler, hocalar ve istatistik dersini anlatan hocalara p değeriyle ilgili 6 tane yanlış önerme vermiş. Sonuçlar korkunç. En az bir tane yanlışa doğru diyenlerin oranı öğrencilerde %100, hocalarda %90, istatistik dersi anlatan hocalarda %80! Bilimsel yöntemi bu sefillikten kurtarmak zorundayız, yoksa aşı otizm yapıyor kafasıyla mücadele etmek tamamen imkansız hale gelecek.

Gigerenzer’in çalışmasında sorduğu sorulara gelelim. Yukarıdaki kanser çalışmasında olalım, p değerini hesapladık %1 çıktı. Aşağıdaki önermelerden hangileri doğrudur?

  1. Elmanın kansere iyi gelmediği kesinlikle yanlıştır.
  2. Elmanın kansere iyi gelmiyor olma ihtimali %1’dir.
  3. Elmanın kansere iyi geldiği kesinlikle doğrudur.
  4. Elmanın kansere iyi geliyor olması ihtimalini hesaplayabilirsiniz.
  5. Elmanın kansere iyi gelmiyor olması ihtimali hesaplayabilirsiniz.
  6. Aynı deneyi defalarca tekrar etseydiniz %99 ihtimalle aynı sonuca ulaşırdınız.

1 ve 3 tabii ki yanlış, çünkü kesin bir sonuç elde etmiyoruz. Diğerleri daha kandırmacalı. Yukarıda yazanları bir kere daha okursanız, p değerinin tam olarak “elma kansere iyi gelmiyorsa, veri setlerinin bu sonucu vermesi ihtimali” olduğunu göreceksiniz. Yanisi, p değeri doğrudan elmanın kansere iyi gelip gelmediğiyle ilgili herhangi bir olasılık ölçmüyor, ve önermelerin hepsi yanlış.

Bilim yayın yapmaya, iş bulmaya ve fon almaya programlanmış düzene bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir, p değeri üzerinde ortaya saçılan sefillik bence bunu gösteriyor.

Kendini Önemli Sananların Hiçbiri Önemli Değil



 

IRAQ


Iraq is a prime example of the ensuing conflicts and chaos. The more religious among the Shia never accepted that a Sunni-led government should have control over their holy cities such as Najaf and Karbala, where their martyrs Ali and Hussein are said to be buried. These communal feelings go back centuries; a few decades of being called ‘Iraqis’ was never going to dilute such emotions.


As rulers of the Ottoman Empire the Turks saw a rugged, mountainous area dominated by Kurds, then, as the mountains fell away into the flatlands leading towards Baghdad, and west to what is now Syria, they saw a place where the majority of people were Sunni Arabs. 


Finally, after the two great rivers the Tigris and the Euphrates merged and ran down to the Shatt al-Arab waterway, the marshlands and the city of Basra, they saw more Arabs, most of whom were Shia. They ruled this space accordingly, dividing it into three administrative regions: Mosul, Baghdad and Basra.


In antiquity, the regions very roughly corresponding to the above were known as Assyria, Babylonia and Sumer. When the Persians controlled the space they divided it in a similar way, as did Alexander the Great, and later the Umayyad Empire. The British looked at the same area and divided the three into one, a logical impossibility Christians can resolve through the Holy Trinity, but which in Iraq has resulted in an unholy mess.


Many analysts say that only a strong man could unite these three areas into one country, and Iraq had one strong man after another. But in reality the people were never unified, they were only frozen with fear. In the one place which the dictators could not see, people’s minds, few bought into the propaganda of the state, wallpapering as it did over the systematic persecution of the Kurds, the domination by Saddam’s Sunni Muslim clan from his home town of Tikrit, nor the mass slaughter of the Shia after their failed uprising in 1991.


The Kurds were the first to leave. The smallest minorities in a dictatorship will sometimes pretend to believe the propaganda that their rights are protected because they lack the strength to do anything about the reality. For example, Iraq’s Christian minority, and its handful of Jews, felt they might be safer keeping quiet in a secular dictatorship, such as Saddam’s, than risk change and what they feared might, and indeed has, followed. However, the Kurds were geographically defined and, crucially, numerous enough to be able to react when the reality of dictatorship became too much.


Iraq’s five million Kurds are concentrated in the north and north-eastern provinces of Irbil, Sulaymaniyah and Dahuk and their surrounding areas. It is a giant crescent of mostly hills and mountains, which meant the Kurds retained their distinct identity despite repeated cultural and military attacks against them, such as the al-Anfal campaign of 1988, which included aerial gas attacks against villages. During the eight-stage campaign, Saddam’s forces took no prisoners and killed all males aged between fifteen and fifty that they came across. Up to 100,000 Kurds were murdered and 90 per cent of their villages wiped off the map.



When in 1990 Saddam Hussein over-reached into Kuwait, the Kurds went on to seize their chance to make history and turn Kurdistan into the reality they had been promised after the First World War in the Treaty of Sèvres (1920), but never granted. At the tail end of the Gulf War conflict the Kurds rose up, the Allied forces declared a ‘safe zone’ into which Iraqi forces were not allowed, and a de facto Kurdistan began to take shape. The 2003 invasion of Iraq by the USA cemented what appears to be a fact – Baghdad will not again rule the Kurds.

Sykes - Picot

 

After the First World War, there were fewer borders in the wider Middle East than currently exist, and those that did exist were usually determined by geography alone. The spaces within them were loosely subdivided and governed according to geography, ethnicity and religion, but there was no attempt to create nation states.


The Greater Middle East extends across 1,000 miles, west to east, from the Mediterranean Sea to the mountains of Iran. From north to south, if we start at the Black Sea and end on the shores of the Arabian Sea off Oman, it is 2,000 miles long. The region includes vast deserts, oases, snow-covered mountains, long rivers, great cities and coastal plains. And it has a great deal of natural wealth in the form that every industrialised and industrialising country around the world needs – oil and gas.


It also contains the fertile region known as Mesopotamia, the ‘land between the rivers’ (the Euphrates and Tigris). However, the most dominant feature is the vast Arabian Desert and scrubland in its centre which touches parts of Israel, Jordan, Syria, Iraq, Kuwait, Oman, Yemen and most of Saudi Arabia including the Rub’ al Khali or ‘Empty Quarter’. This is the largest continuous sand desert in the world, incorporating an area the size of France. It is due to this feature not only that the majority of the inhabitants of the region live on its periphery, but also that until European colonisation most of the people within it did not think in terms of nation states and legally fixed borders.


The notion that a man from a certain area could not travel across a region to see a relative from the same tribe unless he had a document, granted to him by a third man he didn’t know in a faraway town, made little sense. The idea that the document was issued because a foreigner had said the area was now two regions and had made up names for them made no sense at all and was contrary to the way in which life had been lived for centuries.


The Ottoman Empire (1299–1922) was ruled from Istanbul. At its height it stretched from the gates of Vienna, across Anatolia and down through Arabia to the Indian Ocean. From west to east it took in what are now Algeria, Libya, Egypt, Israel/Palestine, Syria, Jordan, Iraq and parts of Iran. It had never bothered to make up names for most of these regions; in 1867 it simply divided them into administrative areas known as ‘Vilayets’, which were usually based on where certain tribes lived, be they the Kurds in present-day Northern Iraq, or the tribal federations in what is now part of Syria and part of Iraq.


When the Ottoman Empire began to collapse, the British and French had a different idea. In 1916 the British diplomat Colonel Sir Mark Sykes took a Chinagraph pencil and drew a crude line across a map of the Middle East. It ran from Haifa on the Mediterranean in what is now Israel to Kirkuk (now in Iraq) in the north-east. It became the basis of his secret agreement with his French counterpart François Georges-Picot to divide the region into two spheres of influence should the Triple Entente defeat the Ottoman Empire in the First World War. North of the line was to be under French control, south of it under British hegemony.


The term ‘Sykes–Picot’ has become shorthand for the various decisions made in the first third of the twentieth century which betrayed promises given to tribal leaders and which partially explain the unrest and extremism of today. This explanation can be overstated, though: there was violence and extremism before the Europeans arrived. Nevertheless, as we saw in Africa, arbitrarily creating ‘nation states’ out of people unused to living together in one region is not a recipe for justice, equality and stability.


Prior to Sykes–Picot (in its wider sense), there was no state of Syria, no Lebanon, nor were there Jordan, Iraq, Saudi Arabia, Kuwait, Israel or Palestine. Modern maps show the borders and the names of nation states, but they are young and they are fragile.