Friday, March 26, 2021

Süt

 


Beşer fıtratı, hususiyle Ümmet-i Muhammed’in fıtratı, süte benzetilmektedir. O olduğu gibi kalsa ekşir, bozulur, içindeki virüsler çoğalır. Sonra da hiçbir işe yaramaz hâle gelir. Ve artık yağından, ayranından, peynirinden istifade edilmez. Ama kimyasal bir operasyona tâbi tutulursa, ondan yağ ve peynir elde edildiği gibi ayranından da istifade edilir. Tıpkı insan da bunun gibidir. Meselâ insan, tamamen terkedilmiş bir hâlde kalsa, ona ne iyi ne de kötü hiçbir şey telkin edilemese ve lâhut âlemiyle olan münasebeti kesilse, o da, süt gibi işe yaramaz hâle gelecek ve atılacaktır. Onun içindir ki, çok yüce gayeler için yaratılmış olan insan, eğer Cenâb-ı Hakk’ın kâinatta hâkim olan terbiyesine uygun hareket etmez ve O’nun yolundakilere dahil olmazsa, esfel-i safilîn denen en aşağı derekeye sukut eder. Ve Cehennem’e yakıt olur.


“Rabbü’l-âlemîn” unvanıyla kendisini bize tanıttıran ve bu unvan sayesinde binbir isminin cilvesini gösteren Allah’ın isimlerine yakın olduğumuz nisbette terbiyeli ve insanî kâb-ı kavseyne yükselmiş olacağız. Yoksa hayvandan daha aşağı bir duruma düşecek ve sukut edeceğiz.

















Kur'ân Okuyan Mü'min





























 

Thursday, March 25, 2021

Yahya Kemal

 


Üsküplü Sehsüvar. Yeni divan şiiri. Şair-i azam dediler. Dokuz yıl hiçbir okulu bitirmeden gezip tozdu Avrupa’yı. Kilo derdi olmadı, sofrasıyla hatırlandı. Sofrada konuştu, sofrada yazdı. Şiir nağmedir, okunmaz söylenir’e inandı. Çok bilmediği ve inanmadığı Müslümanlığı hatırlattı şiirleri. İç gıcıklayan, hoşa giden. Başka türlü bir erotizm. Gök kubbemiz dedi, Aziz İstanbul ve rubailer. Eski şiirin rüzgârı, zeytinyağlı yemekler. Hiç eve dönmedi, hiç yalnız kalmadı. Süleymaniye’de Bayram Sabahı dendiğinde ağlamaya hazır hayranları vardı. Yahya Kemal, güzel okunan şiir, Türkçenin uçurulan şeyhi…


Kaynak: Levent Cantek

Çay ve Ulus

 


Kaynak: Çay ve Ulus, Besim F. Dellaloğlu, Duvar Gazetesi, 25.03.2021

Türkiye Cumhuriyeti’nde ulus-kimlikle yoğun çay tüketimi neredeyse özdeşleşmiştir. “Bu topraklarda” çay içmek neredeyse genetiktir. Buralara ait olmanın en tipik göstergelerinden biridir. “Bu ülke”de aşağı yukarı herkes güne çayla başlar ve bu bütün gün devam eder.

Vikipedia’nın 2014 verilerine göre Türkiye kişi başına 7.54 kilogram (kg.) çay tüketimiyle dünyada ilk sıradadır. Bu rakam ikinci sırada yer alan Fas’ta 4.34 kilogramdır. Çay deyince ilk akla gelen ülkelerden biri olan Birleşik Krallık kişisi başına 2.74 kg. tüketimle beşinci sıradadır. Rusya 1.21 kg ile on beşinci, İran 1.07 kg. ile yirminci sıradadır. Yirmi dördüncü sırada 0.99 kg. ile Japonya, yirmi yedinci sırada 0.93 kg. ile Mısır vardır. Dünya ortalaması ise 0.57 kilogramdır. Sanırım bu rakamlar Türkiye’de çayın önemini vurgulamak için yeterlidir.

Çayın “bu topraklara” gelişi on dokuzuncu yüzyılın sonlarını bulur. Murat Bardakçı’ya göre çayla tanışma, İstanbul’daki bazı dükkânların az miktarda da olsa çay ithal etmeye başlamasıyla olmuştur. Çay üzerine ilk metin ise Hacı Mehmed İzzet Efendi’nin 1879 tarihli “Çay Risalesi”dir.

National Geographic Türkiye dergisinin Ağustos 2009 tarihli çay özel sayısına göre, Osmanlı’da çay yetiştirmeye yönelik bilinen ilk ciddi girişim Sultan II. Abdülhamid dönemine rastlıyor. 1892’de yayınlanan “Coğrafya-yı Sınaî ve Ticarî” adlı kitapta, dönemin Ticaret Nazırı Esbak–ı İsmail Paşa’nın aracılığı ile Çin’den getirilen çay fidanları ve tohumlarının Bursa’da ekildiği anlatılıyor ancak ekolojik koşulların uygun olmaması nedeniyle sonuç alınamadığı belirtiliyor.

ÇAYKUR’un internet sitesine göre, Türkiye´de çay tarımının başlangıcı 1917 yılına kadar uzanmaktadır. Batum ve çevresinde incelemeler yapmak üzere, bölgeye aralarında Halkalı Ziraat Mektebi Âlisi Müdür Vekili Ali Rıza Erten´in de yer aldığı bir heyet gönderilmiştir. Yapılan inceleme sonucu hazırlanan raporda, Batum ile benzer ekolojiye sahip Doğu Karadeniz Bölgesinde çay ve narenciye bitkilerinin yetiştirilebileceği belirtilmiştir.

Dünya savaşından sonra bölgede yaşanan ekonomik ve sosyal bunalımlar, işsizlik dolayısıyla meydana gelen aşırı göç, bölge insanına gelir kaynağı ve iş alanları yaratılmasını zorunlu hale getirmiştir. Bölgede yaşanan işsizlik, göç ve ekonomik sorunların çözüme kavuşturulması için, 1917 yılında hazırlanan rapor da dikkate alınarak, TBMM´de 1924 yılında, Rize ili ve Borçka Kazasında Fındık, Portakal, Mandalina, Limon ve Çay yetiştirilmesine dair 407 Sayılı Kanun kabul edilmiştir. Çay tarımı bu Kanun ile yasal güvenceye kavuşturulmuştur. Bu Kanuna göre başlatılan çay üretimi çalışmalarının yürütülmesinde Ziraat Umum Müfettişi Zihni Derin görevlendirilmiştir.

“Bu topraklarda” çay üretiminin yaklaşık bir asırlık bir tarihi vardır. Hepsi o kadar. “Bu ülke”nin insanlarının bu tarihlerden önce çayla ciddi bir samimiyeti yoktur. Çay tiryakiliği, hatta ulus-kimliğin çayla özdeşleşmesi özellikle Cumhuriyet döneminde hızla gelişmiştir. Bundan önceki dönemlere yönelik olarak bu ilişkinin yaygınlaştırılması tipik bir anakronizm örneği olabilir ancak.

İlginç biçimde çay tiryakiliğiyle ulus-kimlik arasında tarihsel bir paralellik vardır. Türkiye’de önce çay üretimi başlamış, ardında da çay tiryakiliği yaygınlaşmıştır. Tersi değil! Benzer bir değerlendirme aslında ulus-kimliğin üzerine kurulduğu Türklük için de yapılabilir. Türkiye, Turchia olarak önce İtalyancada ortaya çıkmıştır ve büyük ölçüde Osmanlı’yı nitelemek için kullanılmıştır. Oysa Osmanlı’da on dokuzuncu yüzyıla kadar Türklüğün yaygın bir kullanımı yoktur. Ne de olsa Osmanlı bir imparatorluktur, bir ulus-devlet değil. Türklük, Türkçülük ancak Osmanlı’nın son döneminde ortaya çıkmaya başlamıştır. Bir bakıma Türk milliyetçiliğinin Osmanlı'da en geç ortaya çıkan milliyetçilik olduğu bile söylenebilir. Yunan, Bulgar, Ermeni, Sırp, Arap vb. milliyetçiliklerine göre en azından.

Bunu Niyazi Berkes, Türk Düşününde Batı Sorunu kitabında, çok güzel anlatır. Aynen aktarıyorum:

“Abdülhamit zamanında Avrupa’da bulunan bir Jön Türkün anılarında anlattığı hikâye ilginçtir. Birkaç arkadaşıyla Paris’te bir kütüphaneye dadanmış. Oraya bakan memur ya da müdür, bunları ilgiyle izlermiş. Nihayet bir gün sormuş: “Siz nesiniz?” demiş. Bizimkiler bakışmışlar, hepsi birden, “Müslümanız” demişler. Fransız: “Bu, sizin dininiz. Milliyetiniz ne?”. Bizimkiler cevap vermişler: “Biz Osmanlıyız” demişler. Adam yine tatmin olmamış: “Bu, sizin tabiiyetiniz. Milliyetiniz nedir?” “Bakın” demiş, “şuradakini görüyor musunuz? Ona sordum “Ermeniyim” dedi. Bir de şurada oturan var; o da Rum olduğunu söyledi. Siz de Ermeni veya Rum olamazsınız ya!”. Jön Türk, bu hayali ya da gerçek hikâyeyi anlattıktan sonra, “İşte o zaman Türk olduğum aklıma geldi” der. Onun bu son yargısı Avrupalının, analize zorlayan soruları karşısında, düşünülerek bulunmuştur.”

Uzun lafın kısası “bu topraklarda” Türklüğün tarihi çayın tarihinden daha eski değildir. Milliyetçilik de modern ve Batılı bir fenomendir. Tıpkı diğer modern ideolojiler gibi. Milliyetçilik de, kurum olarak ulus-devlet gibi “bu topraklara” dışarıdan gelmiştir. Birçok başka şey gibi! Bu anlamda “yerli ve millî” değildir. Tıpkı çay gibi!

Saturday, March 13, 2021

History of Yakuza

 


The history of the yakuza is murky. There are two major types: tekiya, who are essentially street merchants and small-time con artists, and bakuto, originally gamblers but now including loan sharks, protection money collectors, pimps, and corporate raiders. Almost half of the yakuza are Korean-Japanese, many of them the children of Koreans brought over as forced labor during Japan’s colonial period. Another large faction is made up of dowa, the former untouchable caste of Japan that handled butchering animals, making leather goods, and doing other “unclean” jobs. Even though the caste system is gone, racism toward dowa remains.


There are twenty-two officially recognized yakuza groups in Japan. The big three are the Sumiyoshi-kai, with 12,000 members; the Inagawa-kai, with 10,000 members; and at the top the Yamaguchi-gumi. There are 40,000 members of the Yamaguchi-gumi and more than a hundred subgroups. Each group is required to pay monthly dues, which are funneled to the top of the organization. In essence, every month the Yamaguchi-gumi headquarters takes in (at a conservative estimate) more than $50 million in private equity. The Yamaguchi-gumi originally began as a loose labor union of dockworkers in Kobe. It began to branch out into industry in the chaos following the Second World War. Japan’s National Police Agency estimates that, including the Yamaguchi-gumi, there are 86,000 gangsters in the country’s crime syndicates, many times the strength of the U.S. Mafia at its violent peak.


The yakuza are structured as a neofamily. New recruits pledge their loyalties to the father figure known as the oyabun. Ties are forged through ritual sake exchanges, creating brotherhoods, and those who are in the business world are allowed to become

kigyoshatei, or corporate brothers. Each organization is usually a pyramid structure.


The modern-day yakuza are innovative entrepreneurs; rather than a bunch of tattooed nine-fingered thugs in white suits wielding samurai swords, a more appropriate metaphor would be “Goldman Sachs with guns.” A 2007 National Police Agency white paper warned that the yakuza have moved into securities trading and infected hundreds of Japan’s listed companies, a “disease that will shake the foundations of the economy.” According to “An Overview of Japanese Police,” an English document by the National Police Agency distributed to foreign police agencies in August 2008, “Boryokudan (yakuza) groups pose an enormous threat to civil affairs and corporate transactions. They are also committing a variety of crime to raise funds by invading the legitimate business community and pretending to be engaged in legitimate business deals. They do this either through companies, etc. which they are involved in managing or in cooperation with other companies.”


The yakuza have long occupied an ambiguous position in Japan. Like their Italian cousins, they have deep if murky historical links with the county’s ruling party, in Japan’s case the Liberal Democratic Party (LDP). Robert Whiting, the author of Tokyo Underworld, and other experts point out that the LDP was actually founded with yakuza money. It’s such an open secret that you can buy comic books at 7-Eleven discussing how this happened. Prime Minister Koizumi Junichiro’s grandfather was a member of the Inagawa-kai crime group and heavily tattooed. He served as a cabinet minister and was referred to by his constituents as Irezumidaijin—“the tattooed minister.” In the past the yakuza’s reputation for keeping disputes between themselves and not harming the families of other mobsters, or “noncombatants,” protected them from the ire of citizens and the attentions of the police. They were considered a “necessary evil” and a “second police force” that kept the streets of Japan safe from muggers and common thieves. Yet they were still considered outlaws.


**


Yamaguchi-gumi has a high-walled central compound in one of the wealthiest parts of Kobe. They own land, and are impossible to drive out. Of course, that’s because the yakuza are recognized as legal entities in Japan. They have the same rights as any corporate entity, and their members have the same rights as ordinary citizens. They are fraternal organizations—like the Rotary Club. Even in cases where they do not own the property where they have set up their offices and are simply renters, they are almost impossible to remove. The Nagoya Lawyers’ Association advises that many businesses and landlords should insert an “organized crime exclusionary clause” into any contract drawn up, to make it easier to sever ties with yakuza tenants or businesses when the time comes. Nagoya is the home of the Yamaguchi-gumi’s leading faction, the Kodo-kai, which has roughly four thousand members.


Problems with organized crime in Nagoya are so extensive that in 2001, the lawyer’s association issued a manual of sorts entitled Organized Crime Front Companies: What They Are and How to Deal with Them. There are lawyers who specialize in dealing with yakuza.


**

Major gang bosses are well-known celebrities. Bosses from the Sumiyoshi-kai and the Inagawa-kai grant interviews to print publications and television. Politicians are seen having dinner with them. They own talent agencies that the general public knows are yakuza front companies—such as Burning Productions—but that does not stop major Japanese media outlets from working with them. There are fan magazines, comic books, and movies that glamorize the yakuza, who have metastasized into society and operate in plain view in a way unthinkable to American or European observers.


As the yakuza continue to evolve and get into more sophisticated crimes, the police have had a tough time keeping up. The so-called marubo cops (organized crime control detectives) are used to dealing with simple cases of extortion and intimidation, not massive stock manipulation or complicated fraud schemes.


The Yamaguchi-gumi have been notoriously uncooperative since Shinobu Tsukasa took power in 2005. The police used to be able to play the various organizations against one another to extract information—the Yamaguchi-gumi would rat on the Sumiyoshi-kai, the Sumiyoshi-kai on the Yamaguchi-gumi, and so on. But now the Yamaguchi-gumi is increasingly the only player in town and it has no reason to cooperate. In fact, the Aichi police, when raiding a Kodo-kai office in 2007, were horrified to discover that the faces, family photos, and addresses of the detectives working organized crime were posted on the walls of the yakuza headquarters. The names of all the organized crime detectives of another major police agency in Japan were leaked onto the Internet last year. The yakuza, especially the Yamaguchi-gumi, are not only not afraid of the police anymore, they are saying, essentially, “We know who you are, we know where you live, so be careful.”


A detective from the Osaka Prefectural Police Department concurs. “Since the anti–organized crime laws went on the books in 1992, the numbers of the yakuza have changed very little—hovering around eighty thousand—for sixteen years. They have more money and more power than they ever had before, and the consolidation of the Yamaguchi-gumi has made it a huge force to be reckoned with. In many ways, the Yamaguchi-gumi is the LDP of organized crime, operating on the principal that ‘Power is in numbers.’ It has capital, it has manpower, it has an information network that rivals anything the police have, and it is expanding into every industry where money is to be made.”

In the old days, the yakuza left the general population alone. But that was a long time ago. No one is off limits anymore, not even journalists—or their children.







To not know and to ask

 



“To not know and to ask a question is a moment of embarrassment; to not know and not ask is a lifetime of shame.” I always thought it was better to look like an idiot and ask a lot of questions about new materials rather than fake it.

Best Selling Books in Japan



The number one–selling book was a manual for how to argue with Koreans (whether in Japan or South Korea—I can’t speak for North Korea) who don’t have nice things to say about Japan. Koreans keep moaning about the fact that Japan invaded Korea, enslaved their people, raped their women, forbade their language and culture, performed biological experiments on POWs, and kidnapped thousands of Koreans, shipping them off to Japan to work in sweatshops of industry. The thrust of the book is this: Tell those miserable Koreans to stop exaggerating and shut up.


The book has had one unexpected side effect: by disdaining Koreans’ complaints, it actually touches upon Japan’s less-than-noble history with Korea, which is something the Ministry of Education has worked hard to keep out of the public school system. Apparently, not knowing history means never having to say you’re sorry.


Number two on the best-seller list, Kabu no zeikin, was a manual for preparing your tax returns if you own or sell stocks. The popularity of this title, one assumes, is indicative of the significant flow of cash into and out of the Japanese stock market.


Number three was a manual for aspiring landlords. When land is scarce and housing is expensive, becoming a landlord is the high road to fortune and luxury. Japan, however, has very strong tenant rights embedded in the law that have been known to gum up the works. I assume that’s where the manual comes in, to keep that cash flowing. It was also a sign that the decadelong real estate slump might be coming to an end.

Number four was the perennially listed Perfect Manual of Suicide. The title is self-explanatory, to be taken literally. More on that later. 

Tokyo Vice

 


Murder was always big news in Saitama, just as it is anywhere in Japan. It says a great deal about the safety of the country that a murder, any murder, is national news. There are exceptions, however, and that’s when the victim is Chinese, a yakuza, a homeless person, or a nonwhite foreigner. Then the news value drops 50 percent.

İnsanı Sevmek

 


Sevgi, varlığın özüdür. Cenâb-ı Hak, Zât’ına muhabbetin bir ifadesi olarak varlığı yaratmış; bu koskocaman âlemlerin bir fihristi, özü ve usaresi olarak da insanı yaratmıştır. Fakat bu, mukaddes ve münezzeh bir muhabbettir. Bizim sevgimiz gibi değildir. Zira bizdeki sevgi ya zaafın ve elimizde olmayan temayüllerin bir ifadesidir ya da işlene işlene tabiat ve karakterimizin bir yanı hâline gelmiş bir duygudur. Bunların hiçbirisi Zât-ı Ulûhiyet’e isnat edilemez. Bundan dolayı, Zât-ı Ulûhiyet’i tenzih etme adına O’nun, münezzeh, mukaddes ve müberra bir muhabbetin ifadesi olarak varlığı yarattığını söylüyoruz.


**

Sevmek zordur. İnsan, irade sahibi bir varlık olduğu için en başta bu konuda alıştırma ve rehabilitasyona ihtiyacı vardır. Onun, ilk başta diğer insanlara karşı gönlünün kapılarını açacak vesileler her ne ise onları bulmaya ve bunlar üzerinde düşünmeye ihtiyacı vardır. Farklı bir ifadeyle, diğer varlıklar arasında cebr-i lütfî olarak mevcut bulunan sevginin, insanlar arasında yaygınlaşabilmesi ceht ve gayrete vabestedir. Bu konuda ısrarcı olunur ve sevgiyle kurulan münasebetler sıkı bir şekilde devam ettirilirse zamanla insan tabiatına mâl olabilir. Bundan sonra artık onun sökülüp atılması çok zordur. Sevdiğimiz insanlar bizim için ihtiyaç hatta zaruret ölçüsünde bir kıymet ifade etmeye başlar. Bizden ayrıldıkları zaman, ayrılıklarını derinden derine hissederiz. Sevinçleri sevincimiz, üzüntüleri de üzüntümüz olur. Âdeta hayatı onlarla birlikte yaşamaya başlarız. İşte bundan sonradır ki insana karşı duyulan muhabbet mantıkî bir keyfiyete bürünür ve daha sağlam bir hâl alır. Böyle bir muhabbet, insanları idare etme ve onlara şirin görünme adına ortaya konulan ve sûrî (yüzeysel) sevgi gösterileri şeklinde tezahür eden hissî ve mecazî muhabbetten çok farklıdır.


**