Wednesday, February 12, 2014

Şecaat


Üstad’ın ilk talebelerinden Vanlı Molla Hâmid Ekinci, hatıralarını anlatırken diyor ki:

“Dağda kışın kalmak için bir yer yapmıştık. Harabe gibi kapısı açıktı. Üstadımızın yatağını yukarıda bir yerde yapmıştık. Biz misafir fakihlerle beraber iki sıra hâlinde yatıyorduk. Kapı ortada idi. Bana su getirmemi söylemişti. Su on beş dakika uzakta idi. Korkudan gitmek istemedim. “Niye korkuyorsun, anlat!” dedi. “Yırtıcı hayvanlardan korkuyorum.” dedim.  Üstadımız, 

– “Ben geçenlerde teheccüd namazına kalkmıştım. İçeriye bir kurt girdi. Sizlerin arasından geçerek doğru benim yanıma geldi. Ben de elbisemi giyiyordum. ‘Allah Allah! Yolu mu şaşırmış, yoksa başka
maksatla mı gelmiş?’ dedim. Üç-beş dakika birbirimizle bakıştık. Durdu, durdu, ... Lisan-ı hâliyle bana, ‘Bu kadar karşında durdum, bana bir şey ikram etmedin. Ben de Rezzak-ı Hakikî’ye giderim.’ dedi. Çıkıp gitti. O kurdun dizgini, kendi elinde olsaydı, iki-üç tanemizi dağıtır giderdi. Demek ki, dizgini elinde değildir. Onu yaratan, onu çeviriyor. İnsana bir şey yapamaz.” dedi. Bunun üzerine ‘Cinnîlerden ne yapayım?’ dedim. Üstadımız,

– “Bir defa ‘Bismillâhirrahmânirrahîm’ de, cinnîlerin arasına otur, bir şey yapamazlar. Nasıl ki, dağdaki çoban, asker olup inzibat elbisesi giyince, vazife icabı ‘Haydi dükkanları kapat!’ der. Hiç kimse inzibata karşı gelebilir mi? Mutlaka, emir başka yerden geliyor. Onun için hemen kapatırlar. Besmele elbisesini giyince de, cinlerden sana hiçbir şey ilişemez.” dedi. Ben ne demişsem dinlemeyip sözümü kesti. Yanıma kimseyi de vermedi. Testiyi alıp yalnız başıma suya gittim, doldurup getirdim. Üstad gülerek bana ‘Bir şey gördün mü keçeli?’ dedi. ‘Görmedim.’ dedim. Bana ‘Korkak olma, şecaatli ol!’ dedi.”

Akıllı Tasarım ve Yaratılışçılık


Akıllı tasarımın gizli yaratılışçılık olup olmadığı sorusuna değinmeden önce ‘yaratılışçılık teriminin kendi anlamını göz önünde tutarak diğer bir potansiyel yanlış anlamadan kaçınmalıyız. Evet yaratılışçılığın anlamı da değişti. Önceleri ‘yaratılışçılık’ basitçe bir Yaratıcı’nın var olduğu inancına işaret ederdi. Artık ‘yaratılışçılık’ kavramı sadece bir Tanrı’ya inanışın ifadesinden ziyade, bir yığın farklı düşünceye adanmışlığı da ifade ediyor. Bu düşüncelerden genellikle en öne çıkarılanı, Tevrat’taki yaratılışla ilgili bölümün özel bir yorumuna (yani Dünya’nın sadece birkaç bin yıllık ömre sahip olduğuna) inananların fikirleridir.
Yaratılışçılık ya da yaratılışçı kavramının anlamındaki bu kayma çok talihsiz üç sonuç doğurdu. Öncelikle, bu anlam kayması tartışmayı kutuplaştırdı ve kâinatın arkasında bir akıllı sebebin var olduğu anlayışını kökten reddedenler için, ona inananları hedef tahtası haline getirdi. İkinci olarak, Kitab-ı Mukaddes ayetlerini nihai otorite olarak gören Hıristiyan âlimleri arasında bile, yaratılış kıssasının yorumu hakkında çok farklı görüşlerin olduğu gerçeğini göz ardı etti. Son olarak anlam kayması, ‘akıllı tasarım’ teriminin kullanılmasının orijinal gayesi olan düzenin farkına varmak ile tasarımcıyı tanımak arasındaki çok önemli ayrımın yapılmasını engelledi.

Tuesday, February 11, 2014

One

  • If a zero is a nobody, number one is the opposite extreme: the best, a winner, a leader, a favourite etc.
  • One is a lonely number and the Chinese believe it to be unlucky.
  • 1 is the atomic number of hydrogen, which means there is only one proton (positively charged particle) in each hydrogen atom. This puts hydrogen at the top of the Periodic Table, which lays out all the known elements – of which there are currently 117 confirmed – in order of their atomic number. Hydrogen is reckoned to makeup about three-quarters of the mass in the universe.

One is the loneliest number that you’ll ever do
One is the loneliest number, worse than two
                             ‘One’
by Harry Nilsen


 

One

  • If a zero is a nobody, number one is the opposite extreme: the best, a winner, a leader, a favourite etc.
  • One is a lonely number and the Chinese believe it to be unlucky.
  • 1 is the atomic number of hydrogen, which means there is only one proton (positively charged particle) in each hydrogen atom. This puts hydrogen at the top of the Periodic Table, which lays out all the known elements – of which there are currently 117 confirmed – in order of their atomic number. Hydrogen is reckoned to makeup about three-quarters of the mass in the universe.

One is the loneliest number that you’ll ever do
One is the loneliest number, worse than two
                             ‘One’
by Harry Nilsen


 

Saturday, February 8, 2014

Zero


THE ANCIENT GREEKS did not recognize 0 as a number. The people who mastered geometry and calculated pi were baffled by 0. As were the Romans. In India, where the number system we use today originated, the Hindus had some concept of it as a part of bigger numbers like 10 and 100, where it serves as a place-holder to show that the figure 1 represents 10s or 100s rather than units.They wrote it as a dot, which may have been enlarged to a ring, to give us the now familiar 0. An inscription dated 876AD shows use of a 0 as we would recognize it today.

---

Fast-forward to 1975 and the Year Zero takes on a far more sinister significance. That year, when the Khmer Rouge, led by Pol Pot, seized control of Cambodia, they changed the calendar to Year Zero and erased all that had gone before. Anyone who was perceived to be a threat to the regime was executed. You could be killed for simply wearing glasses, as that was regarded as a sign of being an intellectual, and intellectuals were a threat. By the time Pol Pot’s killing spree was brought to an end
in 1979, an estimated 1 to 2 million people had been killed.

---

The most universal word for 0 today is zero. Like nil, it originated in Italy, thanks to the legendary m a t h e m a t i c i a n Leonardo Fibonacci. He took the Arabic word ‘sifr’ (meaning empty) and gave it an Italian flourish, ‘zefiro’, which was later abbreviated to ‘zero. It also gave us the word zephyr, for a faint, almost nonexistent wind.

The Book of Numbers



The first we know of numbers is when we start learning to count. One, two, buckle my shoe… Pretty soon we know the number of our age, the number of the day we were born, the month, the year. Before long we’ve learnt the numbers we like on the remote control, our friends’ telephone numbers, the number of our favourite football player, how much pocket money we’re owed and the cost of the things we want to buy… In the space of a handful of years, our knowledge of numbers soars from one andtwo to thousands and millions. And it goes on growing ad infinitum.

Numbers have a magical quality. Some people claim to see certain numbers appearing everywhere they look and attach supernatural power to it. In mathematics too, the way some numbers behave can seem amazing. Even Pythagoras, the great Greek mathematician, attributed mystical qualities to some of the numbers that captured his imagination. In some cases, numbers have assumed cult status from their appearance inpopular culture, religion, mythology or historical events: 9/11, Catch-22, Room 101, 666 – the number of the beast.

Amidst all of this it’s easy to forget that most of the numbers we use, and the ways they are applied, are the invention of man. That there are 24 hours in a day, and 360 degrees in a circle, and that 24 divides into 360, is not a miracle of nature. That said, much of the significance we attach to numbers stems from our observation of natural fact: the number of fingers on each hand; the number of days and nights that pass between fullmoons; the number of planets visible to the naked eye.

This book is a tribute to the charisma of numbers. There are numbers from nature, mathematics, science, religion, mythology, superstition, art, history, technology… In an effort to apply some structure to this mind boggling subject, I have included every whole number from 0 to 100 (plus a few notable imperfect numbers), and then picked out a selection of larger numbers that should either be familiar to everyone, or relate to something that is familiar. If I’ve missed out your favourite number, I apologize. Thisis not a definitive list. How could it be? The choice is infinite.
Tim Glynne-Jones

Wednesday, February 5, 2014

Bilim ve Ateizm




Newton, Kepler ve Galileo’dan beri bilim gittikçe artan bir hızla gelişmektedir. Bazılarına göre, bilimle adeta iç içe geçmiş natüralist felsefenin artık yetersiz kaldığına dair bir kanıt yoktur. Hatta onlara göre natüralizm bilimi daha da ileri götürmeye hizmet etmektedir. Böylece artık bilim, geçmişte kendisini sıklıkla engelleyen mitolojik hurafelere takılmadan ilerleyebilmektedir.
Onlara göre natüralizm bilimsel metodu en üstün metot olarak görür ve bilimi asla sınırlamaz. Bu onun en büyük erdemidir ve tanım gereği natüralizm bilimle tamamıyla uyumlu tek felsefedir.
Fakat durum gerçekten de bu mudur? Galileo Aristocu felsefeyi, kâinatın nasıl olmak zorunda olduğunu a priori bildiren dar çerçevesinden dolayı, bilimsel açıdan kısıtlayıcı buldu. Oysaki ne Galileo ne Newton ne de o zamanda bilimin ani sıçrayışına katkı yapan tanınmış büyük bilim adamları, bir Yaratıcı Tanrı’ya inanmayı, bilimin gelişimi için engelleyici buluyorlardı. Hatta tam aksine onlar, Tanrı inancını, bilimsel gelişmeyi teşvik eden bir şey olarak gördüler. Gerçekten de onların imanı, onların bilimsel araştırmaları için başlıca motivasyon kaynağı olmuştu. Durum bu iken, bazı çağdaş yazarların ateizm konusundaki ısrarcı tavırları, bir takım soruları da gündeme taşıyor: Ateizmin entelektüel açıdan savunulabilir tek fikir olduğundan nasıl bu kadar eminler? Bilim gerçekten onu bu derecede onaylayacak kadar ateizmin yakın bir dostu mudur?
Hiç de değil diyor, iman etmeden önce yıllardır entelektüel ateizmin bayraktarlığını yapmış seçkin İngiliz filozofu Anthony Flew. Flew BBC’ye verdiği röportajında “üstün bir aklın” varlığının, hayatın menşei ve tabiatın karmaşıklığı ile alakalı getirilebilecek eldeki tek iyi açıklama olduğunu söylemekten de geri durmuyor artık.

Dünya Hayatı

“Bir annenin çocuğuna karşı duyduğu kör sevgi, kendini beğenmiş bir babanın biricik oğulcuğuyla körü körüne ve aptalca gururlanışı, burnu havada genç bir kadının ziynet eşyalarına tutkunluğu ve kendisine hayranlıkla bakacak erkek gözlerine körü körüne, çılgınca düşkünlüğü, bütün bu duygular, bütün bu çocukluklar, bütün bu basit, aptalca, ama alabildiğine zorlu, güçlü bir dirimsellik içeren, kolay kolay pes etmeyen duygular ve açgözlü istekler Siddhartha için çocukluk olmaktan çıkmıştı artık; insanların bu duygular ve istekler için yaşadığını, onların uğrunda sonsuz işler başardığını, gezilere çıktığını, savaşlar yaptığını, sonsuz acılar çektiğini, sonsuz çilelere katlandığını görüyordu.”


Ben'le Mücadele

“Neden bir Brahman olarak, neden bir çileci olarak Ben’le savaşından sonuç alamadığını şimdi seziyordu Siddhartha. Pek çok bilgi, pek çok kutsal dize, pek çok sungu kuralı, pek çok oruç, pek çok eylem ve çaba başarıya ulaşmasını önlemişti. Kibirden hiçbir şey görmemişti gözü, her zaman herkesten akıllı, herkesten gayretli biri, her zaman herkesten bir adım ilerde, her zaman bilen, her zaman ruhani biri, her zaman bir rahip ya da bir bilge olmuştu. Ben’i işte bu rahipliğin, bu kibrin, bu ruhaniliğin içine girip sinmiş, burada bir güzel yuvalanmış, burada palazlanıp büyümüş, oysa kendisi oruç tutarak, çile çekerek bu Ben’i öldürdüğünü sanmıştı. Şimdi bunu görüyor, hiçbir öğretmenin kendisini esenliğe kavuşturamayacağını söyleyen gizli sesin haklı olduğunu görüyordu. İçindeki rahibin, içindeki Samananın ölmesi için dünyaya açılması gerekmişti, zevk ve güç, kadın ve para peşinde koşarak kendini yitirmesi, bir tacir, bir kumarbaz, bir ayyaş ve açgözlü biri olması gerekmişti. Derken bu zevkperest Siddhartha’nın, bu açgözlü Siddhartha’nın da ölebilmesi için daha sonra bu berbat yılları göğüslemesi, bu iğrençliğe, kof ve yitik bir yaşamın bu boşluk ve anlamsızlığına sonuna kadar, acı bir umarsızlığa gelip dayanmcaya kadar katlanması gerekmişti. Ve zevkperest, açgözlü Siddhartha ölmüş, uykudan yeni bir Siddhartha uyanıp gözlerini açmıştı. Bu Siddhartha da günün birinde yaşlanacak, o da günün birinde ölüp gidecekti, ölümlüydü Siddhartha, tüm nesneler ölümlüydü. Ama bugün gençti henüz, bir çocuktu bu yeni Siddhartha ve yüreği sevinçle dolup taşıyordu.”


Hakkal Yakîn

“Bilinmesi gereken şeyleri insanın kendisinin tatması iyidir,” diye geçirdi içinden. “Dünya zevklerinin ve dünya malının insana hayır getirmeyeceğini daha çocukken öğrendim. Hanidir biliyordum bunu, ama ancak şimdi yaşadım. Ve şimdi biliyorum, belleğimle değil, gözlerimle, yüreğimle, midemle biliyordum böyle olduğunu. Ne mutlu bana ki, biliyorum artık!”

Sansara

“Siddhartha ticareti öğrenmiş, insanları etkisi altına almayı", kadınlarla gönül eğlemeyi öğrenmişti, şık giysiler giymeyi, uşakları sağa sola koşturmayı, ıtırlı sularda yıkanmayı öğrenmişti. İncelik ve özenle hazırlanmış yemekleri, balığı, eti, kuş etini, baharatları ve tatlıları yemeyi öğrenmiş, insanı miskin ve unutkan yapan şaraplar içmeyi öğrenmişti. Zar oyunlarını ve satranç oynamayı öğrenmişti ayrıca. Dansözleri seyretmeyi, kendisini tahtırevanda taşıtmayı, yumuşak yataklarda yatmayı öğrenmişti. Ama yine de kendisini başkalarından farklı ve başkalarından üstün hissetmekten bir türlü vazgeçmemişti, başkalarına biraz alayla, biraz alaylı bir küçümsemeyle bakmıştı hep, bir Samananın kendilerini dünyaya adamış insanlara karşı beslediği bir küçümsemeyle. Ne zaman Kamaswami hastalansa, kızıp öfkelense, kendini aşağılanmış hissetse, işle ilgili tasa ve kaygılara kaptırsa kendini, Siddhartha durumu hep alayla karşılamıştı. Ama geçip giden ekin mevsimleri, geçip giden yağmur mevsimleriyle Siddhartha’nın alaycılığı da yavaş yavaş ve farkına varılmaksızın yorgun düşmüş, üstünlük duygusu yatışmıştı biraz. Bir yandan serveti giderek büyürken, o çocuk insanların kimi özelliklerini yavaş yavaş kendine mal etmiş, onların çocuksuluklarından ve korkularından birazı ona da geçmişti. Öyleyken bu insanlara imreniyor, onlara ne çok benzerse, içindeki imrenme duygusu da o kadar büyüyordu. Onlarda bulunup kendisinde eksik olan bir şey vardı, bu yüzden imreniyordu onlara, bu insanların hayatlarına verdikleri öneme, sevinç ve korkuları coşkuyla yaşamalarına, o bitip tükenmeyen sevdalanmalarındaki ürkek, ama tatlı mutluluğa imreniyordu. Kendi kendilerine, kendi kadınlarına, çocuklarına, onura ya da paraya, planlara ya da umutlara sürekli sevdalanmış durumdaydı bu insanlar. Ama Siddhartha bunu, tam da bunu, bu çocuksu sevinci ve çocuksu budalalığı öğrenmemişti onlardan; inadına kendisinin de aşağıladığı tatsız bir davranış öğrenmişti. Sık sık öyle oluyordu ki, eğlenceyle geçirilen bir gecenin sabahında hayli zaman yataktan çıkmıyor, üzerinde bir sersemlik ve yorgunluk hissediyordu. Çokluk öyle oluyor ki, Kamaswami kendi dertleriyle başını ağrıttı mı, sinirlenip sabırsızlanıyordu. Bir zar oyununda kaybetse, attığı kahkaha fazla yüksek perdeden çıkıyordu çokluk. Yüzünde başkalarının yüzündekinden daha zeki ve ruhani bir ifade vardı, ama seyrek gülüyordu bu yüz, varlıklı insanların yüzünde pek sık rastlanan özellikleri, hoşnutsuzluğu, hastalıklı görünümü, keyifsizliği, miskinliği, seviden yoksunluğu birer birer alıp benimsiyordu. Zenginlerin ruhlarındaki hastalık yavaş yavaş kavrıyordu onu.

Yorgunluk bir tül, ince bir sis gibi yavaş yavaş üzerine çöküyordu Siddhartha’nın, günden güne biraz daha yoğunlaşıyor, aydan aya biraz daha bulanık, yıldan yıla biraz daha ağır oluyordu. Yeni bir giysi zamanla nasıl eskirse, zamanla güzel rengini yitirir, üzerinde lekeler belirir, buruşup kırışır, etek uçları örselenir, kimi yerlerde tatsız püsküller oluşursa, Govinda’dan ayrıldıktan sonra Siddhartha’nın yaşamaya başladığı yeni yaşam da eskimiş, yıllar geçtikçe rengini ve parlaklığını yitirmiş, üzeri lekelenip buruşukluk ve kırışıklıklarla kaplanmıştı. Aslında henüz gizli saklı olmakla beraber sağda solda düş kırıklığı ve tiksinti şimdiden başını uzatmış, bekliyordu. Ama Siddhartha farkında değildi bunun. Fark ettiği tek şey vardı, eskiden içinde uyanıp kendisine en güzel günlerinde izleyeceği yolu gösteren aydınlık ve güvenilir sesin susmuş olmasıydı.

Dünya onu avcuna almış, zevk, şehvet, miskinlik ve nihayet kötü huyların her zaman en aptalcası olduğunu düşünüp hepsinden çok küçümsediği ve alay ettiği açgözlülük onu ele geçirmişti. Ayrıca, mal, mülk ve servet hırsı da yakasına yapışmış, bir oyun, bir süs olmaktan çıkıp bir zincire, bir yüke dönüşmüştü. Siddhartha bu hepsinden kötü bağımlılığı tuhaf ve hileli bir yoldan, zar oyunlarıyla edinmişti. Çünkü yüreğinde Samanalığa son verdiğinden beri para ve değerli eşya karşılığı oynadığı oyuna, daha önce çocuk insanların bir alışkanlığı diye bakıp gülümsediği, umursamadığı kumara giderek artan bir hırs ve tutkuyla sarılmıştı. Yaman bir oyuncuydu, onunla oynamaya cesaret eden pek az kişi vardı, öyle ufak şeylere oynamıyordu çünkü. Gönlündeki bir gereksinimden oynuyordu kumarı, rezil parayı kaybedip çarçur etmek, onu öfkeyle karışık bir sevince boğuyordu; zenginliğe, ticaretle uğraşanların taptığı bu puta karşı küçümsemesini başka hiçbir yoldan daha belirgin ve daha alaylı gösteremezdi. Dolayısıyla yüksek ve acımasızca oynuyor, kendi kendinden nefret ederek, kendi kendisiyle alay ederek sürüyle para kazanıyor, sürüyle para kaybediyor, paradan, mücevherden, sayfiye evinden oluyor, yeniden kazanıyor bunları, yeniden kaybediyordu. Zar atarken, ortada dönen paranın yüksekliğiyle kalbi çarparken duyduğu korkuyu, o müthiş ve soluksuz bırakan korkuyu seviyor, sürekli yeniden tatmaya çalışıyor onu, sürekli büyütmeye çalışıyor, yalnızca bu duygudadır ki kendi doymuş, pörsümüş, yavanlaşmış yaşamının ortasında mutluluğa, esrikliğe benzer, yücelmiş bir yaşama benzer bir şeyler hissedebiliyordu. Ve her yüklü kayıptan sonra yeni zenginliklerin planını yapıyor, kendini eskiden büyük bir çabayla ticaret işine veriyor, borçluları daha çok sık boğaz edip ödemeye zorluyordu borçlarını, çünkü ilerde de kumar oynamak, ilerde de kaybetmek, ilerde de zenginliğe karşı küçümsemesini açığa vurmak istiyordu. Siddhartha kaybettiği zamanlar serinkanlılığını eskisi gibi koruyamıyor, eli ağır borçlulara karşı eskisi gibi sabır gösteremiyordu artık; dilencilere karşı iyi kalpliliğini yitirmiş, bağış için gelenlere bağışta bulunmaktan, borç isteyenlere borç vermekten zevk almaz olmuştu. Bir zar atışta kucakla para kaybetmekle kalmayıp üstelik buna gülen Siddhartha ticaret işinde daha katı ve cimri birine dönüşmüştü, geceleri bazen para görüyordu düşünde. Ve bu çirkin büyüden her uyanışında, yatak odasının aynasına bakıp yüzünü yaşlanmış ve çirkinleşmiş bulduğu her seferinde, utanç ve tiksinti üzerine her çullandığında kaçmayı sürdürüyor, kaçıp yeni talih oyunlarına, şehvetin ve şarabın uyuşturucu etkisine sığınıyor, oradan dönüp servet edinme, para biriktirme dürtüsünün eline bırakıyordu kendini. Bu kısır döngüde dönüp durdukta yorgun düşüyor, yaşlanıp kocuyor, hastalanıyordu.

Arınma Yolculuğu



“Siddhartha, giysisini yolda rastladığı yoksul bir Brahmana verdi. Kendisi edep yerini örten bir bez parçası ve haki renkte dikişsiz bir üstlükle kaldı. Günde yalnız bir öğün yemek yiyor, pişmiş şeyleri hiç ağzına koymuyordu. On beş gün oruç tuttu bir defasında, bir defasında da yirmi sekiz gün. Kalçalarındaki et eriyip gitti. Büyümüş gözleri sıcak düşlerle yandı, tutuştu, kuruyup incelmiş parmaklarında tırnakları iyice uzadı ve çenesini çalı gibi, bakımsız bir sakal kapladı. Bakışları buz gibi soğudu kadınlarla karşılaştıkça; şık giyimli insanlarla dolu bir kentten geçerken ağzı küçümsemeyle büzüldü. Tacirlerin ticaretle uğraştığını, prenslerin avlanmaya gittiğini, yaslıların ağlayıp sızlayarak ölülerinin yasını tuttuğunu, fahişelerin gelip geçenlere kendilerini peşkeş çektiğini, hekimlerin hasta tedavisiyle uğraştığını, rahiplerin ekin ekilecek günü saptadığını, sevgililerin seviştiğini, annelerin çocuklarını emzirdiğini gördü, ama bütün bunlar gözlerinin bakışına değmeyecek şeylerdi, hepsi yalan söylüyordu, hepsi pis pis kokuyor, yalan dolan kokuyor hepsi, hepsi soyluluk, mutluluk ve güzellik bağışlayan şeylermiş gibi sahte bir izlenim uyandırmaya çalışıyordu, ama her şey gerçekte çürüyüp kokuşmaydı yalnızca. Dünyanın acı bir tadı vardı. Eziyetti yaşamak.

Bir hedef bulunuyordu Siddhartha’nın önünde, tek bir hedef: Arınmış olmak, susamalardan arınmış, istemelerden arınmış, düşlerden, sevinçlerden, acılardan arınmış. Ölerek kendinden kurtulmak, ben olmaktan çıkmak, boşalmış bir yürekle dinginliğe kavuşmak, benliksiz düşünmelerle mucizelere kapıları açmak, işte buydu onun hedefi. Ben tümüyle saf dışı bırakılıp öldürüldü mü, gönüldeki tüm tutku ve dürtülerin sesleri kısıldı mı, işte o zaman gözlerini açacaktı en son şey, varlıktaki artık Ben olmayan öz, o büyük giz.”

Arınma Yolculuğu



“Siddhartha, giysisini yolda rastladığı yoksul bir Brahmana verdi. Kendisi edep yerini örten bir bez parçası ve haki renkte dikişsiz bir üstlükle kaldı. Günde yalnız bir öğün yemek yiyor, pişmiş şeyleri hiç ağzına koymuyordu. On beş gün oruç tuttu bir defasında, bir defasında da yirmi sekiz gün. Kalçalarındaki et eriyip gitti. Büyümüş gözleri sıcak düşlerle yandı, tutuştu, kuruyup incelmiş parmaklarında tırnakları iyice uzadı ve çenesini çalı gibi, bakımsız bir sakal kapladı. Bakışları buz gibi soğudu kadınlarla karşılaştıkça; şık giyimli insanlarla dolu bir kentten geçerken ağzı küçümsemeyle büzüldü. Tacirlerin ticaretle uğraştığını, prenslerin avlanmaya gittiğini, yaslıların ağlayıp sızlayarak ölülerinin yasını tuttuğunu, fahişelerin gelip geçenlere kendilerini peşkeş çektiğini, hekimlerin hasta tedavisiyle uğraştığını, rahiplerin ekin ekilecek günü saptadığını, sevgililerin seviştiğini, annelerin çocuklarını emzirdiğini gördü, ama bütün bunlar gözlerinin bakışına değmeyecek şeylerdi, hepsi yalan söylüyordu, hepsi pis pis kokuyor, yalan dolan kokuyor hepsi, hepsi soyluluk, mutluluk ve güzellik bağışlayan şeylermiş gibi sahte bir izlenim uyandırmaya çalışıyordu, ama her şey gerçekte çürüyüp kokuşmaydı yalnızca. Dünyanın acı bir tadı vardı. Eziyetti yaşamak.

Bir hedef bulunuyordu Siddhartha’nın önünde, tek bir hedef: Arınmış olmak, susamalardan arınmış, istemelerden arınmış, düşlerden, sevinçlerden, acılardan arınmış. Ölerek kendinden kurtulmak, ben olmaktan çıkmak, boşalmış bir yürekle dinginliğe kavuşmak, benliksiz düşünmelerle mucizelere kapıları açmak, işte buydu onun hedefi. Ben tümüyle saf dışı bırakılıp öldürüldü mü, gönüldeki tüm tutku ve dürtülerin sesleri kısıldı mı, işte o zaman gözlerini açacaktı en son şey, varlıktaki artık Ben olmayan öz, o büyük giz.”