Saturday, June 28, 2014

Muhtelif

  • Gece namazı çok olanın gündüz yüzü güzel olur. buyurulmak suretiyle Rabbe teveccüh edilerek yapılan secdenin yüzden okunacağı bildirilmiştir.

  • Abdullah ibn Ömer’den (radıyallahu anh) rivayet edildiğine göre: Resulullah’ın sahabilerinden birine bir koyun başı hediye edildi. O da, “Kardeşim falan ve ailesi buna bizden daha fazla muhtaçtır.” diyerek hediyeyi ona gönderdi. O da bir başkasına derken bu suretle tam yedi ev dolaştı ve sonunda ilk eve dönüp geldi.

  • Ezvac-ı Tahirat, Ebu Hüreyre’den gelen şu rivayette belirtildiği üzere sade hayat yaşamışlardır. “Nefsim yedi kudretinde olan Allah’a yemin ederim ki, Resulüllah, dünyadan ayrılıncaya kadar ailesini üç gün arka arkaya buğday ekmeğiyle doyurmamıştır.

  • “Yolculukta arkadaşların en hayırlısı dört, seriyyelerin en hayırlısı dörtyüz, orduların en hayırlısı da dört binkişi olandır. Tek yürek halinde olan on iki bin kişilik bir ordu azlık sebebiyle mağlup edilemeyecektir. (Eğer mağlup oluyorsa bu azlığından değil başka bir sebebten dolayıdır)”

  • “Ümmetimin günahları bana arzolundu. Kur’ân’dan ezberlediği bir sure veya ayeti unutandan daha günahkar birisini görmedim.”



Sahabe Tabakaları

İslâm âlimleri sahabîleri çeşitli fazilet sırasına göre tabakalara ayırmışlardır. Bunlar arasında tercih edilen, Hakim en-Neysabûrî’nin (405/1014) taksimatıdır ki o, sahabeyi 12 tabakaya ayırmıştır. İslâma girişteki önceliklerine, hicretlerine ve gazvelerde bulunuşlarına göre şöyle sıralamıştır:

1- Mekke de ilk müslüman olanlar. Bunlar Hz. Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali b.Ebi Talip vb.dir. (Hulefa-yı Raşidin’in faziletleri hilafetteki sıralarına göredir. İlk önce Hz.Ebu Bekir sonra Hz. Ömer sonra Hz.Osman sonra da Hz. Ali’dir. Bu hususta Ehl-i Sünnet’in icmaı vardır. (Sabuni, Maturidiye Akaidi, s.130; Eşari, el-İbane an Usuli’d-Diyane, s.39-40. İbnü’l-Hümam, Kitabu’l-Müsayere, s.267) .

2- Daru’n-Nedve azaları. Bunlar Hz Ömer’in müslümanlığını açıklamasından sonra Peygamber’e Darun-Nedve’de biat eden Mekkeli bir cemaattir.

3- Habeşistan’a hicret edenler.

4- Allah Resulü’e akabede biat edenler.

5- İkinci akabe bîatına katılan sahabîler.

6- Peygamber (sallalahu aleyhi ve sellem) henüz Medine’ye girmeden önce Kuba’da
iken gelip kendisine yetişen muhacirler.

7- Bedir Savası’na katılan sahabîler.

8- Bedir Savaşı ile Hudeybiye Andlaşması arasında hicret edenler.

9- Hudeybiye’de ağaç alltında Peygamber’e biat edenler (Beyatur-Rıdvan Ehli).

10- Hudeybiye Musalahası ile Mekke Fethi arasında hicret eden sahabîler: Halid b. Velîd, Amr b.el-As, Ebu Hüreyre bunlar arasındadır.

11- Mekke fethi günü müslüman olanlar.

12- Mekke Fethi gününde, Veda Haccı’nda veya başka yerde Resulüllah’ı gören
çocuklar. 

Hâkim en-Nisaburî, Marifetü Ulûmi’l-Hadis, s.22-24. Bu konu ile ilgili
olarak bkz. Bkz. Irakî, Fethu’l-Muğis, s.354; Sehavî, Fethu’l-Muğis, III/114-115;
Suyutî, Tedrîb, II/195; Abdu’l-Kâhir el-Bağdadî, Usulü’d-Dîn, 298-303. Ahmed
Muhammed Şakir, el-Bâis, 184.

Muhadram

Peygamberimiz (sallalahu aleyhi ve sellem) ile aynı zaman diliminde yaşamış, İslam ve iman nimeti ile şereflenmiş olduğu halde Resulüllah ile mülaki olamayan kimseler de vardır ki bunlar “sahabî” olarak kabul edilmemişlerdir. Bunlara “muhadram” denilmektedir. Ashama Necaşi, Zeyd b. Vehb, Ebu Musa Havlanî, Üveys el- Karnî bunlardandır.

Cinlere Tebliğ

İbn Mesud’dan rivayet edildiğine göre, Peygamber (sallalahu aleyhi ve sellem) “Bana cinlere Kur’ân okumam emredildi. Benimle kim gelir? dedi. Ashab sustu. Tekrar söyledi yine sustular. Üçüncü defa söyleyince ben, ‘Seninle beraber giderim ey Allah’ın Resulü dedim. Bunun üzerine kalktı. İbn Ebî Dübb oymağının yanında Hacun denilen yere gelince benim önüme bir çizgi çekti, “burayı geçme” dedi. Hacun’a doğru gitti. Hemen üzerine keklikler gibi uçuştular. Sanki Zut erkeklerine benziyorlardı. Kadınların def çaldıkları gibi def çalıyorlardı. Nihayet O’nun etrafını sardılar, gözümden kayboldu. Hemen kalktım. Bana eliyle “otur” diye işaret etti. Sonra Kur’ân okumaya başladı. Gittikçe sesi yükseliyordu. Hepsi yere yapıştılar, o derece ki seslerini işitiyordum da kendilerini göremiyordum. Sonra Peygamber yanıma döndüklerinde, “gelmek istedin, değil mi?” buyurdular. “Evet, ey Allah’ın Resulü” dedim. Buyurdular ki: “Böyle bir şey yapmana gerek yoktu. Onlar cinlerdi. Kur’ân dinlemeye geldiler. Sonra da kavimlerini Allah’ın azabın dan korkutmak üzere kavimlerine geri döndüler. Benden azık istediler. Ben de onlara kemiği verdim. Kemikle, deve tersiyle kimse temizlenmesin.” Buyurdular.

Saturday, June 7, 2014

Fasıldan Fasıla 3


  • Millet şu anda çeşitli dogmalarla zâyi ediliyor Politik arenada yüzen-gezen kimseler, mal-menal, şan, şeref, şöhret peşinde koşarken, hiç mi hiç bu türlü şeyleri düşünmüyorlar ve düşünemiyorlar. Bence bizim büyüklüğe sıçramamıza engel olan da işte bu zihniyet ve bu zihniyete takılıp kalan sözde idarecilerimizdir.


  • Hadiste, denizde şehid olana, karada şehid olanın iki katı sevap verileceği buyurulmuştur. Havada kazaya uğrayıp ölmek ise, kara ve denizdekine nazaran daha ürpertici olarak görüldüğü için, sevabı karadakine nazaran belki 3-4 kat olabilir.


  • Fakat bütün bu okuyup, ezberledikleriniz, sizde, hayatınızı yeniden gözden geçirme fikrini uyarmıyorsa, siz ondan istifade edememişsiniz demektir.


  • Gıybet etmek haramdır. Gıybet etmeme de bir meziyettir, iman işidir, yürek işidir… Zira yapılan şu güzel hizmetleri –hafizanallah– yiyip-bitirecek iftirak ve gıybet virüsünden başka bir şey bilmiyorum. Hele gıybet, hele gıybet!.


  • Yaptığımız her şeyin rıza-yı ilâhîye uygun olup olmadığına bakmak lâzımdır. Bu açıdan bizi ne Fatih Bey’in gönlünü hoş tutmamız, ne de Fatih Sultan Mehmed gibi İstanbul’u fethetmemiz değil, Rabbin rızasına ermemiz, O’nun hoşnutluğunu kazanabilecek ameller yapmamız sevindirmelidir. Şahsen ben, hemen her gün bu türlü mülâhazalarımı hatırlatma ihtiyacı hissediyorum. Çünkü etrafıma baktığımda görüyorum ki, insanlar başarılardan ya da muvaffakiyet televvünlü hâdiselerden dolayı çok seviniyor, inşirah duyuyor ve memnuniyet gamzeden tavırlar içinde bulunuyorlar. Aslında insan bu türlü şeylere sevinebilir.. sevinebilir ama, bence bu sevincin keyfiyeti önemlidir. Meselâ, bu türlü hâdiseler sonunda insan, Cenâb-ı Hakk’a yönelmeli, “Minnet Sana, şükran Sana Allahım.” demelidir. Neden? Çünkü o neticeyi yaratan Allah’tır. Kişiyi o yola sevk eden yine Allah’tır. O hâlde?...
  • Eskiden kurmalı saatler vardı. –Şimdi elektronikler çıkınca onların pabucu dama gitti.– Sabah-akşam 12 saatte bir kurulmaya ihtiyaç duyulurdu. Ve o saatler, bu iradî kurma ile çalışır giderdi. Şimdi bizim de tıpkı bu saatler gibi, 12 saatte bir mutlaka Rabbimiz’le münasebetimiz adına iradî kurulmalara, iradî ayarlamalara ihtiyacımız var. Aksi hâlde kendimizi gaflete salıyor sayılırız. Bence, yeryüzünde selden, depremden, yangından daha büyük bir bela varsa, o da insanın kendini gaflete kaptırması ve Rabbisiyle olan münasebeti sezememesidir. Yani insanın: “O şu anda bana nasıl bakıyor, benim nasıl olmamı istiyor?” diye düşünememesidir. Bu itibarla, hesabında bunlar olmayan birisi, Alvar İmamı’nın o enfes beyanıyla “Belâ-yı ekber odur ki özünü gaflete salmış.” bir insan hâline gelmiş demektir. Evet, özünü gaflete salan ve gaflete dalan bir kopuktur. Allah Resûlü “Din nasihattir.” diyor. Bu, yukarıda arz ettiğimiz mânâda sürekli kurma ve kurulma demektir.


Kuvvet ve Mantık Üzerine

Savaşlarda insan hissiyatı daima mantığın önüne geçiyor. Tabii neticede de insanî ve evrensel değerler bütünüyle unutulabiliyor. Kalıcı rahatsızlıklara sebebiyet veren ve nesiller boyu o ülkeyi hatta tüm insanlığı tehdit eden hastalıklara vesile olan NBC, atom bombaları, nükleer ve kimyasal silahlar hep böyle bir ruh haletiyle kullanılır.

Evet, gücü, kuvveti ellerinde bulunduranlar, temsil ettikleri güce, kuvvete güvenerek, her zaman problemleri o yoldan çözmeyi tercih ettiklerinden çok defa mantık ve muhakemeyi kulak ardı edegelmişlerdir. Bence bu durum mükemmel dönemlerde bile en mâsum kişilerin mâsum olmayan hatalarıdır. Meselâ, Yavuz Sultan Selim -makamı cennet olsun- Çaldıran, Mercidâbık ve Ridaniye'de haince düşünceleri ezme, yok etme adına elinde bulundurduğu gücü, kuvveti kullanmış; kullanmış ve o problemi mantık ve muhakeme ile halletme cihetini belki de hiç düşünmemiştir. Aynı çizgide Fatih'in Belgrad Ormanları'nda aynı hatayı yapmadığını kimse iddia edemez. İşte bütün bu durumlarda, mantık ve muhakemenin kaba kuvvete yenik düştüğü söylenebilir.

Başımı ayaklarının altına kaldırım taşı gibi koyacağım o koca sultanları kritik etmek, benim haddim değildir. Ama objektif bir gerçeğe dikkatlerinizi çekmek istedim. O gerçek; ihkak-ı hak peşinde koşarken, mantık ve muhakemeyi devre dışı bırakmamak gerektiği gerçeğidir...

'Kayıp Eşyalar Karşısında Tavrım'

Zaman zaman, eşyalarını kaybedip ve bunun karşısında hiç üzüntü duymayan insanları gördükçe hayret ederdim. Arabası birkaç defa çalındığı hâlde soğukkanlılığını koruyup: 'Ne yapalım Allah verdi, Allah aldı. Üzülsem geriye mi gelecek.' diyen, hatta 30-40 milyonluk bir makinenin yere düşüp parçalanması karşısında, 'Eskiden bu tür şeylere çok üzülürdüm. Hatta üzüntümden gözlerime uyku dahi girmezdi. Ama baktım ki, bunun hiçbir faydası yok, kendi kendime üzülmemeye karar verdim..' diyen insanlara şahit olmuşumdur.

Aslında bu tür insanlara hep imrenmiş ve 'Keşke ben de böyle olabilseydim.' demişimdir. Dostlarımızdan bir tanesi hediye olarak bir kitap imzalayıp kütüphaneme koymuştu. Bir ara kayboldu ve bulamadım. Belki kütüphaneyi beş-altı defa alt-üst ettim. Çıkarıp her gün bir insana bir elbise versem, bir arabam olsa onu hediye etsem hiç üzülmem.. evet o konuda çok rahatım ve telaşım söz konusu değildir; ancak fiyatı çok daha ucuz bir kitabın kaybolması karşısında öyle muzdarip oldum ki, 'Acaba İzmir'e gittiğimde orada mı unuttum?.' deyip, sadece o kitap için gidip oraya bakmayı bile düşündüm. Derken bir hafta boyu, yani kitap bulununcaya kadar hep arayış içinde oldum.

Aslında, Allah için vermek, benim için ayrı bir zevk kaynağıdır. Her şeyimi verebilir ve her verişimde de 'Sırtımdan bir yük daha eksildi.' der, mutluluk duyarım. Ancak fuzûlî harcanan beş kuruş için de fevkalâde rahatsız olurum.


Dua Frekansı






'Genç Kalın!'


Evet gönül istiyor ki sizler duyguda, düşüncede, anlayışta, inançta ve hizmette daima genç kalasınız.. kalasınız ve taştan su çıkarma seviyenizi daima muhafaza edesiniz ve hiç yaşlanmayasınız. İçimden öyle geçiyor. Çiçekler gibi, solmayan güller gibi daima, ama daima genç kalabilseniz.. zira bazı insanlar, yaşlanınca elde ettikleri bilgi ve tecrübeleri ile beraber, bir ölçüde ukalâlıkları da artıyor.. ve ordu bozanlık etmeye başlıyorlar. Şeytan onların içlerine kolayca nüfuz edebiliyor.. edebiliyor da hizmet düşüncesinin dışında değişik beklentiler içine girebiliyorlar. Keşke, evet keşke elimden gelseydi, 'kollarımı makas gibi açarak' bu düşüncelere giden yollar önünde dursaydım da geçmek isteyenlere geçit vermeseydim! Ve 'Burası çıkmaz sokak!' deseydim..!

N'olur, genç kalın.. çocuklar gibi saf ve temiz kalın. Duyguda, düşüncede, inançta, amelde ve hizmette daima tertemiz olun. Ve devamlı ön saflarda koşun. Tıpkı küheylanlar gibi hem de çatlayıncaya, kalbiniz duruncaya kadar ve başlangıçtaki halinizden hiç taviz vermeden hep koşun!.

Neylersin ki, elden gelmiyor işte. Geçmişte büyük yararlılıkları olanlar, gün geliyor, duyguda, muhakemede, mantıkta hizmet felsefesinde ihtiyarlıyorlar.. ihtiyarlıyorlar ve turnikeye önce girmenin hakkını arıyorlar. Abilik sevdasına kapılabiliyor ve çeşitli şeytan tuzağı beklentilerin esiri ve zebunu olabiliyorlar. 'Nerede bize saygı?' diyorlar. Hırçınlık yapıyorlar.

Elden ne gelir? İnsan bu. Elbette, 70'ine 80'ine ulaştığı hâlde genç kalanların yanında ihtiyarlayanlar da olacak.. ve tabii önümüzdeki yıllarda toplum çapında yaşanacak imtihanlarla elenen birçok insan da olacak. Bunların birçoğu safvetini, sadeliğini kaybedecek. Allah ile olan irtibatı önemsemeyecek. Dünyevî hazlar ve zevkler adına kendini salıverecek.. ve kimileri tamaha, kimileri tenperverliğe, kimileri şöhrete, kimileri riyaya, kimileri haneperestliğe çoluk-çocuk sevdasına, mal-mülk-menal arzusuna kapılacak.. ve pek tabii ki kimileri de başlangıçtaki inanç, azim ve gayretiyle yoluna devam edecek.

Düşünce ve İfade Üzerine

Ahmet Hamdi Tanpınar ve Yahya Kemal, eserlerini zevkle okuduğum kişilerdir. Bunlar, kendi devirleri itibarıyla küçültülmüş, ufalanmış Türkiye'yi bir türlü hazmedememişlerdir. Onun için bunlar, teselli olarak geçmişe sığınmış, eserlerinde daima geçmişe olan özlemlerini dile getirmişlerdir. Hâlihazırdaki kaos içinde sıkışmayı hayal dünyalarında genişleterek rahatlamaya çalışmışlardır. Tanpınar'ın Beş Şehir' kitabına ve 'Bursa'da Zaman' şiirine bakıldığında bu ruh haletinin hâkim olduğu görülür.

İnsanlar, hiçbir zaman içinde bulundukları zamandan razı olmamışlardır. Bazıları geçmişe, bazıları da geleceğe kaçmış böylelikle kendilerini ve hayal dünyalarını tatmine çalışmışlardır. Materyalist ve pozitivistler, geleceği düşünüp geleceğin pembe dünyasının hayaliyle hâli değerlerdirmeye çalışırken biraz inancı olanlar, hâli geçmişin sağlam temelleri üzerine bina ederek ümitle azmin verdiği enerji ve kuvvetle geleceğin hülyalı maviliğine doğru koşmuşlardır. İşin realitesi ve dengesi de budur. Zira biz, ne geçmişten, ne de gelecekten kopuk tek taraflı bir dünya kuramayız. Gelecek çok önemlidir ve bu öneme binaen hâlin değerlendirilmesi ayrı bir önem kazanır. Fakat geçmişi olmayan milletler için bunların ikisinin de önemi kalmaz, söner-gider.

Zamanın bereketsizleşmesi duygu, düşünce ve idealde bereketin kapısını aralamaktadır. Çünkü insanlar, zamanın darlığı nispetinde düşünce ızdırabı çekmekte ve kendilerini zorlamaktadırlar. Bu zorlama ve ideallerdeki şeyleri gerçekleştirme adına çekilen bu ızdıraplar da bir ihtiyaç duası haline gelmekte ve bu zaruretin verdiği hava, değişik ifade şekillerine vesile olmaktadır. İfadedeki bu değişiklik ve renklilik, edebiyatımız adına ciddî bir zenginliğe ulaşmaktadır. Fakat bu zenginlikten sonra bir unvan dönemi başlamakta ve insanlar yeniden kendilerini rehavete salmaktadırlar. Bu rehavet dönemi, kırk-elli sene hatta Osmanlı'da olduğu gibi daha fazla sürebilmektedir. İnsanların, zamanın boşluklarına ve eriticiliğine karşı koyup fikrî büzüşmeye maruz kalmamaları için ruh, beyin ve kabiliyet güçlerinin tamamını o düşünce aralığında sabit tutmaları ve kendilerini rehavete salmamaları gerekir.

Bir diğer önemli husus da insanın durup dururken düşünce insanı olamayacağıdır. Ülke ve milletin problemleri üzerinde sürekli düşünülmesi gerekir ki bu, bir bakıma o işin fiilî duası demektir. Bundan sonra istidadının açık olması ölçüsünde Cenâb-ı Hak ona, değişik problemleri çözme, insanların onun fikirlerinden istifadesi ve onun vesilesiyle insanlara yol gösterme gibi lütuflarda bulunabilir. İnsanlar, değişik kaynaklardan istifade ederek enfes ve enteresan düşünceler ortaya koysalar bile düşünce üretmekten uzak tipler, kendilerinden daha çok başkalarının düşüncelerini naklederler. Herkesin ulaşamadığı, kendilerine orijinal gelen fikirlerin nakilciliğini yapan bu insanlar, belki takma kanat kullanarak belirli bir dönem uçabilirler. Fakat bir gün mutlaka külah düşer, kel meydana çıkar. O bakımdan, okuma ciddî bir disiplin işidir ve herkes okurken kendi düşüncesini yakalamaya ve kendi düşünce yapısını kurmaya çalışmalıdır.

Berzah

İnsanın Berzah hayatının güzel olması ve orada güzel şeylerle karşılaşması ancak burada Berzah hayatını güzel görmesi, güzel düşünmesi ve güzel yorumlamasıyla mümkündür. Zira, insan Berzah'ta dünyadaki düşüncelerini yaşar. Bu açıdan dünya hayatında Berzah düşünceleri dar ve güdük olanlar, Berzah âlemini de öyle görür ve yaşarlar. Demek ki Berzah hayatı bir yönüyle insanın şuuraltının temsili gibi oluyor. Yalnız bunu dünyada iken hissetme ve anlatabilme ancak Hz. Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve O'nun çizgisinde hayatını sürdüren insanlara hastır. Bu çerçevede Allah Resûlü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) Berzah tasvirleri ile alâkalı hadislerini okuyanlar, bu gerçeği görebilir veya Üstad Bediüzzaman'ın Berzah'a ait beyanlarını tetkik ve ta'mik edebilenler aynı şeyleri müşahede edebilirler.


Bediüzzaman ve Elmalılı

Merhum Elmalılı, Hz. Bediüzzaman'dan kat be kat fazla eser veren, Kur'ân'ın bütününü hem de devlet otoritesinin emriyle tefsir eden, mübarek bir zattır. Hatta siyasî ideolojinin oturma aşaması sayılan o günlerde, Kur'ân'ın muamelâta ve ceza hukukuna ait âyetlerinin bile açık açık tefsirini yapmıştır.. yapmıştır ama, buna rağmen onun hayatında, Bediüzzaman misali takipler, işkenceler, sürgünler, mahkemeler olmamıştır.

Evet, Bediüzzaman'ın Barla'da iki talebesi ile kıra çıkması bile problem olurken bu ülkede, pek çok kişiye ilişilmemesi şöyle izah edilebilir: Bir kere Hz. Bediüzzaman'ın hareket felsefesinde, bütün bir topluma yeniden hayat üfleme anlayışı yatmaktaydı. Bu ise, siyasî dengeleri ellerinde bulunduran insanları oldukça rahatsız etmiştir. Ancak 'Korkunun ecele faydası yoktur.' fehvasınca onun atmış olduğu tohumlar yeşerdi, semalara ser çekti, olgunlaştı, meyve verdi ve şimdi onun bu ihya düşüncesini benimseyenler, Allah rızası istikametinde ve millet yolunda harıl harıl hizmet veriyorlar.

Friday, June 6, 2014

Harp, Hile Değildir


Kim ne derse desin biz savaşta her türlü hilenin caiz olduğunu düşünür, bilir, inanır ve tabii ki uygularız. Halbuki konunun uzmanları “El-harbü hud’atün” hadisine “savaş hiledir” şeklinde verilen mananın doğru olmadığını, bunun ahde vefadan yalana kadar uzayan birçok İslamî emir, yasak ve ilkelere muhalif olduğunu anlatırlar. Ama nasıl olduğunu benim de bilmediğim bir şekilde toplumumuza mal olan bu bilgi hâlâ geçerliliğini korumaktadır.
***
Önce hileden başlayalım. Hilenin Arapçada sözlük manası “çare, maharet ve kurnazlık”tır. Türkçemizde biz bunun sadece son manasını almış bu Arapça kelimeyi “kurnazlık yapma, başkalarını aldatma” anlamıyla Türkçeleştirmişiz. Zannederim Arapça ile haşır-neşir olanlar hariç hiç kimse Arapçadaki bu kelimenin “çare ve maharet” manasına geldiğini bilmez. Hatta kelimenin aslının Arapça olduğunu bile bilmez. Halbuki Kur’an’a bakmak kâfi. Bir yerde geçer Kur’an’da. Nisa Sûresi, 98. ayette. Çaresizliğin ve hicret için çıkış yolunun bulunmadığı yerde “çare” manasında kullanır.
Hile-i şer’iyye mesela. Ne demektir bu? Çoklarımızın bildiği ve kullandığı bir kavramdır halbuki. Misaller de veririz ve verdiğimiz misallerin hepsi Arapça bir terkip olarak “meşru çare” manasına gelen bu kavramın tam aksi istikametini göstermektedir. Halbuki hile-i şer’iyye, çıkış noktasını bulmak için meşru vesilelerle meşru bir sonuca ulaşmak için kullanılmıştır. Gerçi daha sonraları alan genişletilmiş ve gayri meşru sonuçlara ulaşmak için bile kullanılmıştır ama çıkış noktası bu değildir.
Başka bir zeminde teferruatlıca ele alınması gereken bu konuyu bırakıp hud’aya geçelim: “El-harbu hud’atün” hadisinin tam karşılığı “savaş hiledir” değildir. Eğer hiledir diyecek olursanız verdiğiniz mana şudur: “Savaş çaredir, savaş maharettir ve savaş kurnazlıktır.” Halbuki Efendimiz (sas) “el-harbu hiletün” demiyor aksine “el-harbu hud’atün” diyor.
Pekala hud’a ne demek? Hud’a muhatabı şaşırtma, yanıltma, şüpheye düşürme demektir. Kur’an’da farklı kiplerde üç yerde geçiyor. Bakara 9, Nisa 142 ve Enfal 62’de. Hepsinde de “şaşırtma, yanıltma, şüpheye düşürme” manasındadır. Sadece bu fiilin Allah’a izafe edildiği yerde lazım-ı mana yerine “şaşırtma ve yanıltma teşebbüslerini boşa çıkaran” manası verilir ki doğrusu da budur.
Savaş, muhatabı şaşırtmadır
O zaman “el-harbu hud’atün” hadisinin Türkçe doğru manası şudur: “Savaş, muhatabı şaşırtma, şüpheye düşürme, yanıltmadır.” Bir stratejidir, bir taktiktir başka bir ifadeyle. Tarihimizden herkesin bildiği bir misal verecek olursak; Çanakkale Savaşı’nda soba boruları mevzilere yerleştirilmiş ve top namlusuymuş gibi gösterilmiştir. İşte tam manasıyla hud’a budur. Can pazarının kurulduğu ve düşmanın seni öldürmeye geldiği bir meydanda bu türlü taktikler zaten savaşın lazımı ve gereğidir. Bunlar hem savaşı kazanmaya yardım eden hem can-mal zâyiatını önleyen tedbirler zümresinden kabul edilmelidir. Efendimiz’in (sas) Mekke fethi dönüşü Huneyn’e gittiği halde önceden çıkardığı müfrezelerle Medine’ye gidiyormuş izlenimi vermesi, hud’a yani savaş stratejisi kapsamı içinde mütalaa edilecek bir başka örnektir. Mekke fethinde Mekke’ye girmeden önce ordunun sayısını çok göstermek için on bine yakın ateş yaktırması da bu cümledendir. Hepsinde de amaç, zaten son çare olarak başvurduğu bu mücadeleden zaferle çıkmak, can ve mal zâyiatını önlemektir.
Önemine binaen tekrar edeyim; hud’a’dan kasıt muhatabı şaşırtma, yanıltma, şüpheye düşürmedir. Şöyle de düşünülmesinde mahzur olmadığı kanaatindeyim; Efendimiz’in (sas) kastı aldatma, tuzak vb. şeyler olsaydı bu manaları muhtevi “hile, mekr, keyd, tedlis, garar, gışş” gibi kelimeleri kullanırdı. Zira bu kelimeler, aralarındaki küçük farklara rağmen söz konusu maksadı daha net ifade eder.
Bu kısa sayılabilecek lugavî izahtan sonra gelelim günümüze; “el-harbu…” Bir dakika duralım. Harb, savaş demek. Kıtâl’den, cidal’den farklı bir kavram.
Düşman kim, savaş kararı nerede?
Gerçekten kelimenin tam manasıyla savaş. İyi ama savaş nedir? Savaş sözlüklerin, ansiklopedilerin verdiği manaya göre ülkeler, bloklar ve bir ülke içerisindeki büyük gruplar arasında gerçekleşen topyekûn silahlı mücadelenin adıdır. Düşman olmalıdır, silahlı saldırı bulunmalıdır ve meşru devlet otoritesinin kararı vardır savaşta. İnsafla düşünelim; şu an itibarıyla ülkemizde böylesi bir durum mu vardır Allah aşkına? Düşman kim, silahlı saldırı ne ve savaş kararı nerede? Eğer illa böyle bir şeyden söz edilecekse, 30 yıldır terörle verilen mücadele örnek gösterilebilir buna ki bunda bile haklı itiraz noktaları olabilir.
İkincisi; savaş bile olmuş olsa, İslam’ın insanlığa en büyük hediyesi olan savaş hukukunu oluşturan ilkeleri, prensipleri ve buna bağlı olarak müçtehitlerin içtihatlarını nereye koyacağız? Savaşta bile olsa düşmanına yalan söyleyemezsin mesela. Kaynağı Kur’an’dır bu kuralın.
Savaşmayan masum sivillere silah doğrultamazsın; seni öldürmek için gelen savaşçılarla diğerlerini ayırt etmek mecburiyetindesin. Genelleme yapamazsın, kitle imha silahları kullanamazsın demektir bunun yorumu. Kaynağı Allah Resulü’dür (sas) bu prensibin.

Wednesday, June 4, 2014

Kuyudaki adam: Tolstoy, Bediüzzaman ve Buda


1996 yapımı Anna Karenina filmini izleyen bir Bediüzzaman okuyucusu filmin girişini görse hayretler içinde kalır. Çünkü dünyada sadece Bediüzzaman’dan okuduğu bir hikâyenin (Sekizinci Söz’deki temsili hikâyeciğin) sinemadaki hâlini görecektir. Tolstoy’un Anna Karenina romanında olmamasına rağmen, onun İtiraflar’ında yer alan hikâye bu film için başlangıç fragmanı olarak kullanılmıştır. Hikâye arslandan kaçarken bir kuyuya atlayan adamın vaziyetine dairdir:

İşte bu adam, dereden tepeden aşıp, git gide ta hâli bir sahrâya girdi. Birden müthiş bir sada işitti. Baktı ki, dehşetli bir arslan, meşelikten çıkıp ona hücum ediyor. O da kaçtı, ta altmış arşın derinliğinde susuz bir kuyuya rast geldi. Korkusundan kendini içine attı. Yarısına kadar düşüp elleri bir ağaca rast geldi, yapıştı. Kuyunun duvarında göğermiş olan o ağacın iki kökü var. İki fare, biri beyaz, biri siyah, o iki köke musallat olup kesiyorlar. Yukarıya baktı, gördü ki, arslan, nöbetçi gibi kuyunun başında bekliyor. Aşağıya baktı, gördü ki, dehşetli bir ejderha, içindedir. Başını kaldırmış, otuz arşın yukarıdaki ayağına takarrup etmiş. Ağzı kuyu ağzı gibi geniştir. Kuyunun duvarına baktı, gördü ki, ısırıcı muzır haşarat, etrafını sarmışlar. Ağacın başına baktı, gördü ki, bir incir ağacıdır. Fakat, harika olarak, muhtelif çok ağaçların meyveleri, cevizden nara kadar, başında yemişleri var. İşte, şu adam, sû-i fehminden, akılsızlığından anlamıyor ki, bu adi bir iş değildir. Bu işler tesadüfî olamaz. Bu acip işler içinde garip esrar var. Ve pek büyük bir işleyici var olduğunu intikal etmedi. Şimdi bunun kalbi ve ruh ve aklı şu elîm vaziyetten gizli feryad u figan ettikleri halde, nefs-i emmâresi, güya bir şey yokmuş gibi tecâhul edip, ruh ve kalbin ağlamasından kulağını kapayıp, kendi kendini aldatarak, bir bahçede bulunuyor gibi, o ağacın meyveleriniyemeye başladı. Halbuki o meyvelerin bir kısmı zehirli ve muzır idi. Bir hadis-i kudsîde Cenâb-ı Hak buyurmuş: ... ‘Kulum Beni nasıl tanırsa, onunla öyle muamele ederim.’ İşte bu bedbaht adam, sûizan ve akılsızlığıyla, gördüğünü adi ve ayn-i hakikat telâkki etti ve öyle de muamele gördü ve görüyor ve görecek. Ne ölüyor ki kurtulsun, ne de yaşıyor; böylece azap çekiyor.” (BediüzzamanSekizinci Söz)

Tolstoy’un anlatımı aşağı yukarı aynıdır. Bir tek incir ağacındaki meyveler yerine kuyuya düşen adamın yediği şey ağaçtaki petekten damlayan baldır. Ölüm gerçeği karşısında hayatın anlamını sorgulatan bu meseli Tolstoy eski bir şark hikâyesi olarak zikreder ve kendi vaziyetini tarif için anlatır.

Peki, nasıl oldu da Said Nursi ve Leo Tolstoy bu hikâyeyi birbirlerinden habersiz kullandılar. Bediüzzaman’ın Sözler’inin sonundaki Fihrist bölümünde bu hikâye “Suhuf-u İbrahim’de aslı bulunan güzel ve parlak bir temsil” olarak tarif edilir. Hıristiyan gelenekte de bulunan bu hikâyeBarlaam ve Josaphat adlı eserde vardır. Barlaam bilge bir zahit, Josaphat ise birşehzadedir. David M. Lang’in 1966 tarihli kitabına göre kuyudaki adam meselinin de dâhil olduğu Barlaam ve Josaphat isimli bu hikmetli hikâyeler topluluğu, Ortaçağ Avrupa’sına bir Gürcü Hıristiyan kesişin tercümesiyle 11. asırda geçiyor. Aynı eser, 6. veya 7. asırda eski İran üzerinden Pehleviceye tercüme ediliyor ve daha sonra 8. asırda Arapçaya Bilawhar wa Yudasaf adıyla geçiyor. Eserin Gürcü versiyonunda adamı kovalayan arslan yerine fil,kuyu yerine uçurum vardır. Diğer unsurlar tamamen aynıdır.

Kadim Hıristiyanlıktan Bizans ve Roma’ya geçen bu hikâyelerin anlatıcısı ve muhatabı olan Barlaam ve Josaphat Avrupa’da azizleştiriliyor. Hıristiyanlar çok zaman sonra öğreniyorlar ki Barlaam ve Josaphat hikâyesinin aslı Buda’nın öğretilerine dayanıyor. İnsan ruhunun bu dünya tünelindeki yolculuğunu anlatan bu hikâyeyi Buda, kendisini dinlemeye gelen bir genç kral olan Şoko ’ya anlatır. Genç kral Şoko şok olur: “Bu hâldeki bir insan nasıl öyle gafletle meyveleri yer, o balı yalamaya çalışır?” Buda ise der ki “Bu hikâye senin hikâyendir, bütün insanların hikâyesi”. Budistler hala bu hikmetli hikâyeyi okurlar. İşte bu güzel mesel BudaBediuzzaman ve Tolstoy’un yollarını kesiştiren kadim bir hakikattir.

Bu metaforik hikâyenin anlam ve yorumunu merak edenler Bediüzzaman’ın Sözler kitabından Sekizinci Söz’e bakabilirler.

Tuesday, June 3, 2014

Arapça

Arapça az kelime ile çok manalar ifade edebilen zengin bir yapıya sahiptir. En son ve en mükemmel ilahî mesajın bu dil ile gönderilmesinin hikmetlerinden biri de herhalde dilin sahip olduğu bu çok zengin ifade gücü olsa gerektir. Arapça’nın bu derin ifade gücünün özelliklerini bir sistem dahilinde ele alan “belağat” adı verilen bir ilim dalı da vardır. Zaten Arapça’ın bahsi geçen bu ilmî disiplini bilinmeden dilin sırlarını anlamak mümkün değildir. Kur’ân bilindiği üzere Arapçadır. Kur’ân’ın belağatı da mu’cizdir. Ezelden ebede bir bakış açısıyla bütün insanlığa hitap eden ve değişik mana düzeyleri olan Kur’ân’a, bu perspektiften bakılmadıkça bakanın sığlıktan kurtulamayacağı izahtan varestedir.



Gençlik Rehberi Üzerine

  • “Ey insan! O’nun esmâ ve sıfâtına ait istidad-ı muhabbetini, sâir bekâsız mevcudâta verme; faydasız mahlûkâta dağıtma. Çünkü âsâr ve mahlûkât fânîdirler. Fakat o âsârda ve o masnûatta nakışları, cilveleri görünen esmâ-yı hüsn. bâkîdirler, dâimîdirler. Ve esmâ ve sıfâtın her birisinde binler merâtib-i ihsan ve cemâl ve binler tabakat-ı kemâl ve muhabbet var. Sen yalnız Rahmân ismine bak ki; cennet bir cilvesi ve saadet-i ebediye bir lem’ası ve dünyadaki bütün rızık ve nimet, bir katresidir.”

  • Mânâ-yı harfiyle sevmeye şu âyet işaret etmektedir: “Hani bir gün ikindi vakti ona (Süleyman aleyhisselâm’a), durduğunda sakin, koştuğu zaman ise süratli safkan koşu atları gösterilmişti. Onlarla ilgilenip “Ben Rabbim’i hatırlattıkları için güzel şeyleri severim.” dedi ve onlar gözden kayboluncaya dek onları seyredip durdu. Sonra: “Onları tekrar bana getirin!” deyip bacaklarını ve boyunlarını sıvazlamaya başladı.” ( Sâd Sûresi, 38/31-33).
“Savm u salât u hac ile zahid işin biter sanma
İnsan-ı kâmil olmaya lâzım olan irfan imiş.”
(Niyazi)

  • [İnsan] bazı vakit lisân-ı hâl duasıyla hâsıl olan bir matlubunu yanlış olarak kendi iktidarına hamleder.


  • Eğer iman olmazsa veyahut isyan ile o iman tesir etmezse; hayat, zâhirî ve kısacık bir zevk ve lezzetten ziyade elemler, hüzünler, kederler verir.

  • Küfre rıza küfür olduğu gibi; zulme rıza da yani yapılan o zulmü hoş görmek de zulümdür, zalimliktir.

Uthman Ibn Affan


Uthman was a kind person and as gentle as a dove. He also was good to his relatives. Those who did not know him believed that he showed nepotism to his relatives by appointing them to government positions. This misperception created jealousy among low-minded and malicious people. Uthman met with his governors in order to address the jealousies. They decided to send those who were dissatisfied with Uthman to Mecca for Hajj and meet with them in Medina after Hajj. It was hoped that by
doing so all of the issues could be resolved and the misunderstandings removed. Uthman explained that he was helping his son-in-law and his other relatives from his own wealth, but there were some people who did not find his explanations convincing. Blazes of mischief and unrest had not yet burned out. 

Several mischief-makers were stirring up trouble, as they did not see Abu Bakr and Umar acting in this manner when they were Caliphs. They sent Ali ibn Abi Talib as an envoy to Uthman to discuss these matters. Ali paid a visit to Caliph Uthman and conveyed to him what his opponents were saying. Uthman and Ali had heated discussions over the matters in dispute and a solution to the opponents’ complaints was not found. Uthman rushed to the Prophet’s Mosque to make a speech. In his speech, Uthman explained that those who were gossiping about him were doing wrong and that they were opposing him for things which they did not oppose during the Caliphate of Umar. He replied to those who accused him of nepotism by appointing hisrelatives as governors that Umar had worked with them
in the same capacity.

The head mischief-maker was Abdullah ibn Sab’a. He declared that he had become a Muslim, but he was travelling everywhere to stir up unrest. He believed that he would achieve his goal by causing strife among the people. Wherever he found a group of dissatisfied people, he encouraged them to make mischief. He confused the Muslims with baseless assertions, such as that like Jesus,
Prophet Muhammad will also resurrect after his death. Not able to stir up trouble in Damascus, Abdullah ibn Sab’a moved to Egypt.

He spread rumors in Egypt by saying that “the Prophet bequeathed Ali as the Caliph after him. Ali is his trustee,’’ in order to suggest that Uthman’s Caliphate was unjust. Uthman’s opponents were ready to exploit these false claims. Trivial matters became issues of monumental importance.

***

Towards the morning of the day in which he was martyred, Uthman saw God’s Messenger in a dream. The two previous Caliphs, Abu Bakr and Umar, were next to him. Uthman was mentally and spiritually ready to be martyred. He had made ablution and was fasting that day. The
Messenger of God told him:

“O Uthman! Would you not like to break your fast with us today?”

Would it be possible for a Companion of Uthman’s caliber to say ‘no’ to such a proposal of the most beloved? “I do not want to tempt anyone,” said Uthman. If he had wished, Uthman could have made sure that none of the rebels survived the siege. There were people waiting to attack the rebels on the slightest sign of Uthman. One may wonder why Uthman did not order them to attack. Uthman presumably hoped that the rebels would eventually cease their siege, as he did not believe that a Muslim
would act in such hostility to a Companion of the Prophet. However, mischief-making and cursed souls had taken the stage.

When martyred, Uthman was reciting the Holy Qur’an.

***
A man named Abu Kilaba narrated an event he witnessed in Damascus:

“I travelled to Damascus with some of my friends. We heard the voice of a man whose hands and feet were chopped off by his wrists; his face was severely disfigured and he was blind.”

“What happened to you?” I asked the man.

He replied:

I was one of those who entered the house of Uthman in that yawmud dar (the day in which Uthman’s house was sieged by the rebels). Uthman’s wife began screaming as I approached him and I violently slapped her face. When Uthman saw my slap, he said ‘Shame on you! May God chop your hands and feet off and make you blind. And your end be Hell.’ I cannot tell you how deeply shocked I was in that moment. And as you can see now, all Uthman wished has happened to me. My hands and feet are chopped off. And I don’t know what I shall do if I end up in Hell. That’s why I have been screaming and crying.

“I too said to the man ‘Shame on you’ and left him,” Abu Kilaba concluded.




Uthman Ibn Affan


Uthman was a kind person and as gentle as a dove. He also was good to his relatives. Those who did not know him believed that he showed nepotism to his relatives by appointing them to government positions. This misperception created jealousy among low-minded and malicious people. Uthman met with his governors in order to address the jealousies. They decided to send those who were dissatisfied with Uthman to Mecca for Hajj and meet with them in Medina after Hajj. It was hoped that by
doing so all of the issues could be resolved and the misunderstandings removed. Uthman explained that he was helping his son-in-law and his other relatives from his own wealth, but there were some people who did not find his explanations convincing. Blazes of mischief and unrest had not yet burned out. 

Several mischief-makers were stirring up trouble, as they did not see Abu Bakr and Umar acting in this manner when they were Caliphs. They sent Ali ibn Abi Talib as an envoy to Uthman to discuss these matters. Ali paid a visit to Caliph Uthman and conveyed to him what his opponents were saying. Uthman and Ali had heated discussions over the matters in dispute and a solution to the opponents’ complaints was not found. Uthman rushed to the Prophet’s Mosque to make a speech. In his speech, Uthman explained that those who were gossiping about him were doing wrong and that they were opposing him for things which they did not oppose during the Caliphate of Umar. He replied to those who accused him of nepotism by appointing hisrelatives as governors that Umar had worked with them
in the same capacity.

The head mischief-maker was Abdullah ibn Sab’a. He declared that he had become a Muslim, but he was travelling everywhere to stir up unrest. He believed that he would achieve his goal by causing strife among the people. Wherever he found a group of dissatisfied people, he encouraged them to make mischief. He confused the Muslims with baseless assertions, such as that like Jesus,
Prophet Muhammad will also resurrect after his death. Not able to stir up trouble in Damascus, Abdullah ibn Sab’a moved to Egypt.

He spread rumors in Egypt by saying that “the Prophet bequeathed Ali as the Caliph after him. Ali is his trustee,’’ in order to suggest that Uthman’s Caliphate was unjust. Uthman’s opponents were ready to exploit these false claims. Trivial matters became issues of monumental importance.

***

Towards the morning of the day in which he was martyred, Uthman saw God’s Messenger in a dream. The two previous Caliphs, Abu Bakr and Umar, were next to him. Uthman was mentally and spiritually ready to be martyred. He had made ablution and was fasting that day. The
Messenger of God told him:

“O Uthman! Would you not like to break your fast with us today?”

Would it be possible for a Companion of Uthman’s caliber to say ‘no’ to such a proposal of the most beloved? “I do not want to tempt anyone,” said Uthman. If he had wished, Uthman could have made sure that none of the rebels survived the siege. There were people waiting to attack the rebels on the slightest sign of Uthman. One may wonder why Uthman did not order them to attack. Uthman presumably hoped that the rebels would eventually cease their siege, as he did not believe that a Muslim
would act in such hostility to a Companion of the Prophet. However, mischief-making and cursed souls had taken the stage.

When martyred, Uthman was reciting the Holy Qur’an.

***
A man named Abu Kilaba narrated an event he witnessed in Damascus:

“I travelled to Damascus with some of my friends. We heard the voice of a man whose hands and feet were chopped off by his wrists; his face was severely disfigured and he was blind.”

“What happened to you?” I asked the man.

He replied:

I was one of those who entered the house of Uthman in that yawmud dar (the day in which Uthman’s house was sieged by the rebels). Uthman’s wife began screaming as I approached him and I violently slapped her face. When Uthman saw my slap, he said ‘Shame on you! May God chop your hands and feet off and make you blind. And your end be Hell.’ I cannot tell you how deeply shocked I was in that moment. And as you can see now, all Uthman wished has happened to me. My hands and feet are chopped off. And I don’t know what I shall do if I end up in Hell. That’s why I have been screaming and crying.

“I too said to the man ‘Shame on you’ and left him,” Abu Kilaba concluded.




Compilation and Duplication of the Holy Qur’an

During the early years of Islam, controversies arose because Muslims belonged to various Arab tribes other than Quraysh, and they read the Qur’an in seven ahruf until they became familiar with the Quraysh dialect. Likewise and for similar reasons, in the beginning of Uthman’s Caliphate the newly converted non-Arab Muslims also experienced difficulties in correctly reading the Qur’an. One Qur’an teacher taught the qira’at of a particular imam, another teacher taught the qira’at of another imam. Differences of opinion arose when students of these teachers came together and their teachers then accused each other when they learned of the differences. The final straw came when the Iraqi and Syrian soldiers who participated at the battles in Armenia and Azerbaijan argued over the reading of the Qur’an. The time had long come for the duplication and distribution of the master copy of the Mushaf (the manuscript bound between two boards) in accordance with the way it was written, compiled, and memorized during the age of bliss and tranquility in which the Messenger of God lived and the way it was bound as a book between two boards during the time of Abu Bakr’s Caliphate – efforts specifically intended to prevent differences in the reading and recitation of the Qur’an. In an event narrated in Sahih al-Bukhari, Hudhayfa ibn al-Yamani, the commander of the army that participated at the battles in Armenia and Azarbaijan, was terrified when he saw the controversies between the Iraqi and the Syrian soldiers arising over the reading of the Qur’an. Upon returning to Medina from the battle, he immediately found Uthman, even before stopping by his own house, and told him:
“O Commander of the Faithful! Come to the rescue of this ummah before they fall into a dispute over the Qur’an, as had the People of the Book (Christians and Jews) once fell into dispute over their Books.”

When Uthman heard this, he sent a message to our mother, Hafsa, asking her to send him the master copy of the Mus’haf (codex) which had been compiled and entrusted to her by Abu Bakr. Uthman also told her that they would duplicate the Mus’haf and give back the original to her. Hafsa sent him the Mus’haf that was in her possession.

For the task of copying the Mus’haf, Uthman assigned Abdullah ibn Zubayr, Said ibn al-As, and Abdur Rahman ibn Harith ibn Hisham under the leadership of Zayd ibn
Thabit. He instructed them: “In case you fall into any dispute with Zayd ibn Thabit over the Qur’an, write it in accordance with the Quraysh dialect, as it was revealed in that dialect.”

The master copy of the Qur’an that was entrusted to Hafsa was referred to as the Imam Mus’haf. This committee assigned to copy the Qur’an followed Uthman’s intructions precisely. Uthman returned the Imam Mus’haf to Hafsa and sent the various copies to several Islamic centers. He also ordered the burning of all of the other versions and pages of the Qur’an and private mus’hafs.

The actual number of these copies is a matter of dispute. It has been widely accepted that at least four, and at the most eight, exist. One of the copies was kept in Medina, the capital city of the Caliphate, while other copies were sent to such prominent Islamic centers as Kufa, Basra, Damascus, Mecca,
Egypt, Yemen, and Bahrain. It should also be noted thatUthman did not make or implement the decision of burning the different versions by himself. In fact, he made this important decision only after consulting with and receiving support from leading Companions. Ali’s words below against
those who criticized Uthman’s decision are illustrative:
“O people! Beware of God and refrain from rushing into extremes about Uthman and saying that he is the burner of the mus’hafs. By God, he certainly did this with the consent of the Companions of the Prophet.”

Ali later added that if he were Uthman, he too would have done the same thing.