Friday, August 29, 2014

Ceket

Arapçası Yakub, Tevrat’ta ise Yacqôb, İshak’ın oğlu, İbranice עקב kökünden “ardından gelen, sonraki” manasında. İkiz kardeşinden az sonra doğduğu için bu adı almış. Arapça tacqîb, mütecâqib, câqibet ve akabinde’den bildiğimiz caqb (iz, topuk) ile akraba bir sözcük. Takip = izlemek. Akıbet = izleyen şey, art.

Latinceye Iacobus olarak uyarlamışlar. Fransızcada sesliden önce gelen /y/ sesi jandarmanın /j/sine dönüştüğü için, ve ayrıca vurgusuz hece düştüğü için, Jacques (/jak/) halini almış. İngilizcesi, Fransızcadan uyarlama Jack (/cäk/). Yorkshire (Kuzey İngiltere) diyalektinde Jock olur.

Ortaçağın sonlarına doğru Batı Avrupa’da jacque/ jack/ jock en yaygın köylü erkek adı. Dolayısıyla hem Fransızcada hem İngilizcede “köylü, kıro, andavallı” anlamını yapıştırıvermişler. Bizdeki Memiş yahut İbiş gibi bir şey, ama tam değil, çünkü bayağı aşağılayıcı bir tınısı var. Fransızca 14. yüzyılda jacquerie = köylü isyanı, jaquette = köylü mintanı. İngilizce jack 16. yüzyılda “çiftlik hayvanlarının erkeği”, 17. yüzyılda “herif, uşak, seyis, gemide tayfa”. Jockey esasen “herifçik” demek, ama sanırım özellikle Kuzeyden gelen ağır taşralı bir tip kastedilmiş. Atlara bakan uşağa bu ad verilmiş.

Türkçede jaket adı verilen gâvur giysisinin adını en erken Ahmet Mithat’ın 1877 tarihli bir romanında buldum. /j/ sesi Türkçede zor olduğundan kısa sürede ceket’e dönüşmüş. Genel kuraldır, yaygın dolaşıma giren kelimeler yerel dilin ses alışkanlıklarına uyar, buna karşılık jaketatay (jaquette à taille) gibi elit dilinde kalanlar orijinal seslerini daha çok korurlar. Jokey de “at yarışlarında binici” anlamında 1900’lerde geçiyor. Osmanlı Jokey Kulübü 1906’da mı ne kurulmuş.


Türkçe-Farsça-Kürtçe


Kürt bir okurum yazmış. Türk kültürünün bazı özelliklerinden acı bir dille şikâyet ettikten sonra, hoşbeş sözcüğünün Kürtçe xweşbêj (hoş söyleyen, hoş konuşan) deyiminden türediğini savunmuş. Buna ihtimal vermiyorum. Dünyadaki tüm diller prestij ve statü bakımından “üstün” saydıkları dillerden kelime alır. “Aşağı” sayılan dillerden ancak birtakım “komik” argo terimleri ya da çok spesifik nesnelerin adları alınır. Türk toplumunda eğitimli kabul edilen zümrenin büyük bir çoğunluğu 900 yıl boyunca Farsça eğitimi aldı. Bu dilden gelen kelimeleri laf arasında kullanmayı “kültürlü” tavrın gereği saydı, cool buldu. O yüzden Türkçede en umulmadık yerlerde Farsça deyim ve kelimelere rastlamak normal. Buna karşılık Farsçayla akraba bir dil olan Kürtçeden, Türkçeyle daha yakın toplumsal teması olduğu halde, alınan kelime yok gibi bir şey.

Bugün de düşünürseniz, yazımın arasına iki tane İngilizce kelime attırsam kimse yadırgamaz. Açıklamasız mesela Lazca yahut Ermenice bir kelime kullansam herkes ipin ucunu artık kaçırdığıma hükmeder.


Monday, August 25, 2014

Yolpalas Cinayeti


Akıl hastalığı klinikleri, daha doğrusu tımarhaneler başka hastahanelerden pek farklı değildir. Delilerin, deli olmayanlara benzemesi çok korkunç bir şeydir. Delileri tetkik eden ister doktor, ister başka bir adam olsun, mutlak içinden âdeta kendi aklından şüphe etmeye başlar. O kadar deli ile ilk temas –şayet buhran içinde değilse– insana onun da herkese benzediğine, belki her adamın içinde saklı bir delilik olduğuna hükmettirir.

Friday, August 22, 2014

Yüzyıllık Yalnızlık

"İnsanın oturduğu toprakların altında ölüleri yoksa, o adam o toprağın insanı değildir."

Cennet ve Cehenneme İnanmanın İnsan Hayatına Yansımaları

  • Eğer bir insan, imanını beş vakit namazla takviye ediyorsa, Cenâb-ı Hak böyle birine en büyük ihsanda bulunmuş demektir.
  • Cenâb-ı Hakk’ın insana büyük ihsanlarından biri de, imanın zevk-i ruhanisinin insan vicdanında kendisini hissettirmesi, Cennet’e gitmeden Cennet’i yaşıyor gibi yaşaması ve bir mânevî tûba-i Cennet çekirdeği olan imanı vicdanında duyup yaşamasıdır. 
  • Bir de davranışlarıyla Cennet ve Cehennem’e gerektiği gibi inanmayanlar vardır ki, bunlar her zaman âkıbetlerinden emin bir hayat sürerler. Böyleleri, endişesiz geçirdikleri ömürlerinde zâhirî hiçbir sıkıntılarının olmaması yanında, selef-i sâlihînde olduğu gibi, “Aman kalkayım da geceyi şöyle bir ihya edeyim, berzah azabından kurtulayım.” diye bir düşünceleri de yoktur. 

Nefs-i Levvâme

Bu nefis mertebesinde insan, en küçük fenalıklardan dahi tedirgin ve rahatsız olabiliyorsa ki bunun en aşağı mertebesi, insanın, işlediği günahlar karşısında rahatsızlık duymasıdır. Nefs-i levvâmeye gelince, bu mertebede insan, harama nazar ettiği zaman akrep sokmuş gibi hemen serumun yanına koşar, namazında bir kusur yaptığı zaman, “Miracımı berbat ettim!” diyerek kendiyle yüzleşir. O, öncelikle böyle büyük şeylerden başlayarak daha sonra kendi içinden geçen hususlardan dolayı dahi kendini levmetmeye başlar. Bu makamın beyanını şu hadisin içinde bulmak mümkündür: “Mü’min, tıpkı ekin gibidir. Yatar fakat yine doğrulur ve kalkar.”

Bu tabakadaki insan, bütün bir hayat boyu kendi iç kavgasıyla hayatını devam ettirir. Devam ettirirken de Allah’ın inayetiyle ye’se ve ümitsizliğe düşüp boğulmaz. Her defasında kendisini yenilemesini bilir. Olabildiğine bir canlılık ve neşat içinde, düştüğü gibi doğrulur, Allah (celle celâluhu) korkusuyla tir tir titrer ve hep Allah’ın rahmetini umar. Bu ise nefs-i levvâmenin en âli mertebesidir. Aynı zamanda nefs-i râziyeye geçmenin de ilk basamağıdır.



Yusuf Suresi ve Realizm

Kur’ân’ın bütün sûrelerinde olduğu gibi Yusuf Sûresi’nde de topyekün realiteye yakın bir hayat mevcelenir. Hâlbuki Sürrealizm, Romantizm gibi edebî dallar ele alındığında çok defa bunların eşya ve tabiat-ı eşyadan uzak olduğu görülür. Onlar, evvelâ anlatmak istedikleri dünyayı kafalarında kurgular, canlandırır ve bildiğiniz dünyadan ayrı bir dünya yaşatırlar size…

Kur’ân’ın sûrelerinde vak’alar takip edildiğinde, insanın başına gelen hâdiselerin, kendi hayatının içinden alınmış vak’alar olduğu, sahnelerin içten ve dıştan çepeçevre okuyanı kuşattığı görülür. Ne var ki, bu hususlar biraz da Kur’ân-ı Kerim’in Arap dili ile inceliğini kavramaya bağlıdır. Onu kavramadan, hususiyle bu asırda, cildi soyulan, ciğerleri içinden alınan ve içinde mânâ adına hiçbir şey bırakılmayan meâllerle Kur’ân-ı Kerim’in Arş-ı Âzam’a bağlı bu hüviyetini kavramak mümkün değildir. Zannediyorum bizde Kur’ân’ın bu yönüne indirilen darbe, belki darbelerin en büyüğü olmuştur.

Saturday, August 2, 2014

Düşünce Eğitimi Veremedik


Okumayan yazamaz” denilir ve bu çok doğru bir sözdür. Ama ben şimdi başka bir söz söyleyeceğim ve belki sizi şaşırtacağım:

Yazmayan, yazamayan, yazma arzusu duymayan insanlar okumaz.” Yazar olmak şart değil tabii.
Açıklamaya çalışayım:
Okulda, okumayı yazmayı öğretirler. Okumayı öğrettiklerine daha sonra bir şeyler okuturlar, daha fazla okumasını da tavsiye ederler. Bu, “okuma” faslı. Peki “yazma” faslında ne var? Yazmayı öğrettiklerinize ne yazdırıyorsunuz? Kompozisyon da yok artık. Yazmayı öğrenen çocuklara ne yazdırıyorsunuz? Yazma arzusunu uyandıracak, yazma alışkanlığını kazandıracak bir şeyler veriyor musunuz ona? Yazmayı bilmek, kalem oynatmayı bilmek değildir. O çocuk mektup yazmayı, dilekçe yazmayı bilmez. Kendini duygularını düşüncelerini ifade etmeyi hiç bilmez. Ve bu durumdaki çocuklar, sizin zorla okuttuklarınızdan başka bir şey de okumaz. Çünkü gerçek anlamda yazmayı öğrenmemiştir, sadece yazmayı öğrenirken alabileceği düşünce üretme eğitiminden yoksun kalmıştır. Ve efendim; düşünce eğitimi vermediğiniz kişiye, ağzınızla kuş tutsanız, okumayı sevdiremezsiniz. “Yazmaya yabancı olan, okumaya da yabancı kalır” deyişimin izahı işte budur. Haksız mıyım? Ama bu sözler mâkes bulmaz, muhatap bulmaz. Çünkü bizim çok büyük çok ciddi siyaset meselelerimiz vardır!
“Çocuklara, gençlere, bir amaç bir ideal sahibi olmanın gereğini öğretmeliyiz.” diyebilmek cesaret konusu hâline geldi. Vaktiyle ideolojik sapmalardan çok çektik diye “ideal”den de uzak kalmanın bize neler kaybettireceğini biraz tecrübe yaşamadan anlatamayız diye uzunca bir müddet suskun kalındı. Vahamet tabloları belirmeye başladı, şiddetli çatırtılar duyulur oldu; hiç aldırış etmedik. “Sadece, oku, çalış, para kazan”la olmazdı, hayat bununla dolmazdı; kişilik-karakter sahibi olabilmek için, bir denge ağırlığıyla ayakta durabilmek ve doğru bir yönde ilerleyebilmek için, verimlilik ve mutluluk için, başka şeyler de gerekliydi. “Önlerine bilgisayar koyduk, daha ne!” kolaycılığı ile kendimizi aldatamazdık… Fakat aldatmaya çalıştık. Kafamıza bir topuz indiğinde kısa da olsa bir kahırlanma dönemi yaşıyoruz: “Niçin bu çocuklar böyle oldu? Gencecik kızlar nasıl uyuşturucuya alışır? Bunlar iyi aile çocukları. Bu hâle nasıl geldiler? Ne oluyor bize?” Cevabı gayet basit: kişilik kazanma, bir ideale bağlanma, sorumluluk bilincine sahip olma eğitimi vermezsiniz; sadece öğretimle, belletimle, bilgiyi depolamakla saymakla adam yetiştireceğimizi zannederseniz, elbette böyle olacaktır. Hiç şaşılacak bir şey yok.
İnsanın ilk öğrenme ve düşünce ihtiyacı; hayatın ne olduğu ve niçin nasıl yaşanacağı meselesine cevap bulmaktır. Hayat bilgisi, hayat düşünecesi hayat görüşü adına hiçbir şey vermiyorsunuz. Öğrencileri eğitmekten önce öğretmenleri eğitmek gerektiğini hiç aklınıza getirmiyorsunuz. Öğretmenliği “garantili boğaz tokluğu” sağlayan bir iş gibi görüyorsunuz; öğretmenliğin ancak sevgiyle, istiğna ile kendini azaltan meşguliyetlere mecbur kalmadan, gelişmesi ve kültürel beslenmesi için kimseye muhtaç olmadan mütevazı harcamalar yapabilme gücüne sahip bulunarak yaşaması gereğini dikkate almıyorsunuz.. Öğretmene özsaygısını kaybettirdik, öğretmen gibi yaşama imkânlarından onu mahrum ettik. Çocuklar saymıyor, çünkü özsaygısını kaybeden yeterince saygı telkin edemez; ne çevresine ne öğrencilerine… Öğretmenimiz, okulu bitirdikten yıllar sonra bile öğretmenimiz olarak kalırdı. İster doktor, ister profesör, ister subay, ister yönetici olalım; onlar bizim daima öğretmenlerimizdi. Var mı şimdi böyle bir öğretmenlik, böyle bir öğrencilik?

Ahmet Selim
Zaman Gazetesi, 3 Ağustos 2014

Düşünce Eğitimi Veremedik


Okumayan yazamaz” denilir ve bu çok doğru bir sözdür. Ama ben şimdi başka bir söz söyleyeceğim ve belki sizi şaşırtacağım:

Yazmayan, yazamayan, yazma arzusu duymayan insanlar okumaz.” Yazar olmak şart değil tabii.
Açıklamaya çalışayım:
Okulda, okumayı yazmayı öğretirler. Okumayı öğrettiklerine daha sonra bir şeyler okuturlar, daha fazla okumasını da tavsiye ederler. Bu, “okuma” faslı. Peki “yazma” faslında ne var? Yazmayı öğrettiklerinize ne yazdırıyorsunuz? Kompozisyon da yok artık. Yazmayı öğrenen çocuklara ne yazdırıyorsunuz? Yazma arzusunu uyandıracak, yazma alışkanlığını kazandıracak bir şeyler veriyor musunuz ona? Yazmayı bilmek, kalem oynatmayı bilmek değildir. O çocuk mektup yazmayı, dilekçe yazmayı bilmez. Kendini duygularını düşüncelerini ifade etmeyi hiç bilmez. Ve bu durumdaki çocuklar, sizin zorla okuttuklarınızdan başka bir şey de okumaz. Çünkü gerçek anlamda yazmayı öğrenmemiştir, sadece yazmayı öğrenirken alabileceği düşünce üretme eğitiminden yoksun kalmıştır. Ve efendim; düşünce eğitimi vermediğiniz kişiye, ağzınızla kuş tutsanız, okumayı sevdiremezsiniz. “Yazmaya yabancı olan, okumaya da yabancı kalır” deyişimin izahı işte budur. Haksız mıyım? Ama bu sözler mâkes bulmaz, muhatap bulmaz. Çünkü bizim çok büyük çok ciddi siyaset meselelerimiz vardır!
“Çocuklara, gençlere, bir amaç bir ideal sahibi olmanın gereğini öğretmeliyiz.” diyebilmek cesaret konusu hâline geldi. Vaktiyle ideolojik sapmalardan çok çektik diye “ideal”den de uzak kalmanın bize neler kaybettireceğini biraz tecrübe yaşamadan anlatamayız diye uzunca bir müddet suskun kalındı. Vahamet tabloları belirmeye başladı, şiddetli çatırtılar duyulur oldu; hiç aldırış etmedik. “Sadece, oku, çalış, para kazan”la olmazdı, hayat bununla dolmazdı; kişilik-karakter sahibi olabilmek için, bir denge ağırlığıyla ayakta durabilmek ve doğru bir yönde ilerleyebilmek için, verimlilik ve mutluluk için, başka şeyler de gerekliydi. “Önlerine bilgisayar koyduk, daha ne!” kolaycılığı ile kendimizi aldatamazdık… Fakat aldatmaya çalıştık. Kafamıza bir topuz indiğinde kısa da olsa bir kahırlanma dönemi yaşıyoruz: “Niçin bu çocuklar böyle oldu? Gencecik kızlar nasıl uyuşturucuya alışır? Bunlar iyi aile çocukları. Bu hâle nasıl geldiler? Ne oluyor bize?” Cevabı gayet basit: kişilik kazanma, bir ideale bağlanma, sorumluluk bilincine sahip olma eğitimi vermezsiniz; sadece öğretimle, belletimle, bilgiyi depolamakla saymakla adam yetiştireceğimizi zannederseniz, elbette böyle olacaktır. Hiç şaşılacak bir şey yok.
İnsanın ilk öğrenme ve düşünce ihtiyacı; hayatın ne olduğu ve niçin nasıl yaşanacağı meselesine cevap bulmaktır. Hayat bilgisi, hayat düşünecesi hayat görüşü adına hiçbir şey vermiyorsunuz. Öğrencileri eğitmekten önce öğretmenleri eğitmek gerektiğini hiç aklınıza getirmiyorsunuz. Öğretmenliği “garantili boğaz tokluğu” sağlayan bir iş gibi görüyorsunuz; öğretmenliğin ancak sevgiyle, istiğna ile kendini azaltan meşguliyetlere mecbur kalmadan, gelişmesi ve kültürel beslenmesi için kimseye muhtaç olmadan mütevazı harcamalar yapabilme gücüne sahip bulunarak yaşaması gereğini dikkate almıyorsunuz.. Öğretmene özsaygısını kaybettirdik, öğretmen gibi yaşama imkânlarından onu mahrum ettik. Çocuklar saymıyor, çünkü özsaygısını kaybeden yeterince saygı telkin edemez; ne çevresine ne öğrencilerine… Öğretmenimiz, okulu bitirdikten yıllar sonra bile öğretmenimiz olarak kalırdı. İster doktor, ister profesör, ister subay, ister yönetici olalım; onlar bizim daima öğretmenlerimizdi. Var mı şimdi böyle bir öğretmenlik, böyle bir öğrencilik?

Ahmet Selim
Zaman Gazetesi, 3 Ağustos 2014

İhlas

İhlâs ve amel, ruh ve ceset gibi biri diğerini tamamlayan iki özdür. Amelsiz ihlâs olamayacağından ameli olmayan bir insanın “ben ihlâslıyım” demesi de mümkün değildir.

***
İnsan her hususta, oturmada, kalkmada, düşünmede, konuşmada, hatta sevmede dahi ihlâslı olmalıdır. Sevginin bile ihlâslı bir zerresi, batmanlarla ücretli muhabbete tereccüh eder.

***
Hem amel hem de ihlâs üzerinde ısrarla durulmuştur; zira hiç kimse, “ihlâslı amele muvaffak olamıyorum” diye amelinden vazgeçmemelidir. İnsan, amelinin yanında kendini ihlâslı olmaya da zorlamalıdır.

Sefahet ve Sefalet

Sefahet ve sefalet nereye girmişse orayı helâkete sürüklemiştir. Nerdeyse bu iki virüsün şimdiye kadar içine girip helâk etmediği herhangi bir memleket göstermek mümkün değildir. Meseleyi önce tarih perspektifinden ele almak, daha sonra da soruda ima edilen ülkeler açısından bir değerlendirme yapmak uygun olacaktır.

Evet sefahet, ruh sefaleti ile birleşince önce Emevi, sonra Abbasi daha sonra da Endülüs’ü tıpkı bir canavar gibi yutmuştur. Selçukîlerin sefahet ve sefalet demeye imkân ve zamanlarının olup olmadığını bilemiyorum. Zira onlar, zaten bir vahdet tesis ve temin edememişlerdi. Bununla beraber Anadolu’ya girdikleri dönemdeki kıvamları, canlılıkları ve hareketliliklerini koruyup koruyamadıklarına dair mülâhaza dairesini de açık bırakmanın uygun olacağını düşünüyorum. Şu kadarını söylemede bir beis olmasa gerek; Selçukîler eğer bu kıvamı korusalardı o iki hastalığın onları yutması mümkün olmayacaktı. Oysaki onlar da silinip gitmişlerdi…

Hatta bu iki virüs, altı asır boyunca bütün zirekliği, canlılığı ve zindeliği ile devam etmiş olmasına rağmen koca bir milleti, koskoca, canlı, muhterem ve muazzez Osmanlı İmparatorluğu’nu bile yutmuştu. Osmanlı öyle bir imparatorluk idi ki, toprakları bugünkü Türkiyemizin yirmi katından daha büyük koca bir devlet idi. Osmanlı Devleti, padişahları ordusunun başında, halkının içinde olup rahatı ve rehaveti terk ettiği dönemlerde daima ilerliyordu. Kanunî’den iki üç göbek sonra, onun oğlu ve torunu (bir kere müstesna zannediyorum) ordusunun başında ve onların içinde olmamıştı/olamamıştı. İşte bu mübarek seferlere iştirak durup da sarayda rahat etme arzusu belirip ve millet fertlerinde de rahatlarını milletleri için feda etme ulvî düşüncesi kaybolunca onlar da eriyip gittiler. En azından paşalara ait saraylarda cariyelerin, altının, gümüşün, paranın, servet hırsının ve çalıp çığırıp oynamanın çoğalması, koca bir imparatorluğu hâk ile yeksân etti ve âdeta bitirdi. Bu konuyu, bir mevkûtede yayınlanan, az buçuk rahat ve rehaveti örseleyen, hırpalayan bir ölçü mahiyetindeki yazılara havale edip şimdilik üzerinde daha fazla durmak istemiyorum.

Tarihte çok misallerini gördüğümüz bu sünnetullah’a (değişmez ilâhî âdet) binâen denebilir ki, bugün sefahate giren ülkeler de er-geç birgün tarih sahnesinden silineceklerdir ve bunu önlemeye de kimsenin gücü yetmeyecektir. Ve o ülkelerin şu veya bu sahada gelişmiş olmaları da yıkılmalarının önünü alamayacaktır. Şu kadarı vardır ki, devletin bir süre devletliğini koruması ve milletin de eskiden gelen hızını muhafaza edebilmesi her zaman ihtimal dâhilindedir. Nitekim Kanunî’den sonra rind bir adam olan Sarı Selim devletin başına geçti ama, Kıbrıs o devirde fethedildi, Selimiye Cami-i 
Muhteşemi de o devirde yapıldı, Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) yine o devirlerde rüyalara girdi. Hatta o rind Selim’in rüyasına giren Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) ona: “Selim! Edirnemde bir cami yap!” dedi. Ne var ki, güzellik adına sayılan bu hususlar, Yavuz ve Kanunî devrinde hızlı bir şekilde çağlayıp gelişen anilmerkez bir hareketin hızıyla gerçekleşiyordu. Kanunî’nin 1566’da ölümüyle bu hız bir bakıma 35-40 sene daha sürmüştü. Beş-on sene sonra İran ve Alman cephelerinde bozgunlar birbirini takip etmeye başlayınca durgunlaşma da kendini göstermeye başlamıştı.

Bazı ülkeler, İkinci Cihan Harbi’nden sonra Batı ve Amerika düşmanlığı içinde derlenip toparlandı, bir vahdet ve birlik kurdu, sonra da insanlarında çalışma düşüncesi uyardılar. Daha sonra da Batılılar kendi düşüncelerini onlara okutmak için alfabelerini değiştirmek istediler. Âdeta onların ruhlarının içine birer kurt gibi girdiler ve onları karmakarışık bir renk mozayiğine çevirip delik deşik ettiler. Kendi sefahet ve sefaletlerinin bin türlüsünü, daha önce bize bıraktıkları bütün eracifi götürüp onların dünyalarına boşalttılar. Bu ülkelere gidip gelen arkadaşlarımızın müşâhedelerine göre onlar şimdilerde kendi toplumlarını da yanlarına alarak yavaş yavaş sefahete kayıyorlar. Bu konuda düşünürlerin ekserisi aynı istikamette görüş beyan etmektedir. Bu itibarla da daha şimdiden bu ülkelerin istikbal vaat edemeyeceğini söylemek mümkündür.

Zira sefahet ve sefaletin yaygın olduğu hiçbir ülke istikbal vaat etmemektedir/etmeyecektir.

***
Netice itibariyle denebilir ki, nasıl insan hayatında Allah’ın değişmeyen kanunları vardır, aynen öyle de âdetullah’a göre sefalet ve sefahetin yoğun bir şekilde bulunduğu toplumlarda da çökmeler kaçınılmazdır. Evet, her yeni eskir, her gelen gider. Ne var ki, yukarıda sözünü ettiğimiz ülkelerde olan imkân ve zenginlikler ile devlet hayatında gerçekleşmesi muhtemel çökmeler de hemen birden bire olmayacaktır. Mesela, bizim için bir yönüyle 1600 senesinde başlayan çökme, ondan hemen hemen üç yüz sene sonra tahakkuk etmiş ve acı neticesini göstermiştir. Bu itibarla da, insanları kokuşan ve çürüyen memleketlerin hemen çökmesini beklemek doğru değildir.


İman, Tefekkür ve Şeytan

İnsanın, Rabbisine olan imanı, hayatı boyunca ruhuna öyle işlemeli ki, şeytanın eli, o imanı onun içinden söküp atamamalı ve kendisine toslayan hiçbir tereddüt onu sarsamamalıdır. Evet, insanın her günkü hayatında tefekkürden dantelâlar olmalıdır. Mesela, bizim, Allah inancı mevzuunda kanaatimize bir tek delil yeter. Rabbimize –inşâallah– öyle inanmışız ki aksine ihtimal vermiyoruz; fakat yine de bu inancımızı öyle takviye etmek gerekir ki, karşımıza bin felsefe çıksa, bize fünûn-u müsbetenin inkâra götürücü yüzlerce pozitif neticelerini anlatsalar, bin tane ışık oyunuyla gözlerimizi bağlayıp bakışımızı bulandırmak isteseler, bizler O’na, ilmin takviyesiyle muhkem kaziyeler hâlinde öyle inanmalı ve öyle sağlam durmalıyız ki, mahall-i imanımıza ne insî ne de cinnî şeytanların eli ulaşamamalıdır. Hatta iman sadece kalbimizde kalmamalı, âdeta damarlarımızdaki kanın içinde dolaşmalıdır. Aleyhissalâtü vesselâm’ın ifadesiyle, şeytan, insanın damarlarındaki kanın içinde dolaşır,5 alyuvarlara ve akyuvarlara biner, kalbine uğrar, fitne sokar; onun beynine girer ve kafasını karıştırır. İman, mü’minin kanı içinde öyle hareket etmelidir ki, şeytan her yerde iman gücüyle boğulmalı, iman da sırrımıza girip hafâmızı fethetmelidir. Evet, bizler Rabbimizle öyle bir münasebet içine girmeliyiz ki, başkaları onu hiç anlayamamalı, şeytan da ona muttali olamamalı. O noktayı sadece Rabbimiz bilmeli ve bizim kalbimiz sezmeli. Bu konuda sürekli ilerleyerek ilimden ve kâinattan gelen şüphe ve tereddütlere öyle kapalı olmalıyız ki, şeytan son demde değişik oyunlarla kafamızı bozmasın. Tabiî ki, bu da hayatımız boyunca ameliyât-ı fikriyede bulunmaya ve fevkalâdeden tefekküre bağlıdır.


Beş Âfet


Bütün mü’minlerde, hatta tarikat ve tasavvuf gibi kudsî müesseselerin nuranî havasını ve tertemiz meltemlerini vicdanlarında, ruhlarında duyan kardeşlerimizde de görülebilecek birinci âfet şudur:

Bir kısım büyüklere ait meziyetleri ve faziletleri anlatmakla iktifa edip, başkalarının kahramanlıklarını destanlaştırıp, öyle olma duygu, düşünce, hamle ve gayretinden mahrum yaşamaktır. Yani evliya menkıbeleriyle müteselli olup, evliya olma duygu ve düşüncesinden mahrum olmaktır ki, aslında bu maraz, zelil olmuş milletlerin maruz kaldığı bir aşağılık duygusu hastalığıdır.

Evet, bir millet geçmişine ait değerleri kaybetmiş ve dilencilik durumuna düşmüşse, sadece “Kahramanlar yaratan bir ırkın ahfadıyız.” diyerek atalarıyla övünür. İşin doğrusu, ecdâdımız övünülecek kimselerdir ama yalnız onlar ile övünüp de onlar gibi olmaya çalışmamak çok ciddi bir aldanmışlıktır. Rica ederim, böyle olanlar kendilerinin ne olduklarını ve ecdâdları gibi ne tür hizmetlere imza attıklarını hiç düşünmezler mi? 

***
İkinci bir âfet de, büyüklerin büyüklüğünü teslim etmeme hastalığıdır. Hatta bu maraz bazen öyle bir raddeye ulaşır ki, insan kendisini o büyüklerin seviyesinde görmeye başlar. Evet, gururun ve kendini beğenmişliğin bir ifadesi olarak kendisini tıpkı o büyükler gibi görme marazı da bugün ayrı bir âfet olarak mü’minleri tehdit etmektedir. Mesela, Allah’ın velî kullarını ve âlimleri kendisi gibi görme ve “İhtimal ki, Şâh-ı Geylânî de, Şâh-ı Nakşibend de, Ebû Hanife de benim gibi adamlardı.” deme cüretinde bulunmanın ifadesi olan sözler, bu tür bir hastalığın sözlere yansımış ifadeleridir.

***
Bir diğer âfet de şudur: İnsanlar her hizmete, her yüce davaya, her kudsî mefkûreye önce şevkle sahip çıkarlar, onu tahakkuk ettirmek için çeşitli vesilelere başvururlar. Mesela, yüce duygu ve düşünceleri gönüllere yerleştirmek ve hâkim kılmak için durmadan çalışır ve bu uğurda müesseseler açarlar. Hazırladıkları evlerde iman adına halkın imdadına koşarlar, bir itfaiye memuru gibi nerede bir yangın varsa onu söndürmek için durmadan didinir dururlar; derken, gayet ulvî, hasbî ve diğergâmlık içinde başlatılan bu hizmet ve gayretler, bir müddet bu şekilde devam ettikten sonra O’na giden yolda kullanılan sebeplerin vesileliği unutulur, bunlara ‘maksûdun bizzât’ olarak bakılmaya başlanır ve onlar birer esas olarak ele alınır; böylece insanlar hedeften ve gayeden saptırılmış olurlar. Şöyle ki, dinî duygu ve düşüncenin serpilip gelişmesi için açılan müesseselerde o vazifenin yapılamamasına, o kudsî ve ulvî vazifenin gerektiği şekilde eda edilmemesine karşılık, hâlâ bir kısım müesseseler açılmakta ise, hayatî fonksiyonlarını yitirdiğinden dolayı bu müesseselerin vesile olmaları unutulmuş ve bu vesileler birer gaye yerine konulmuş demektir. 

***
Vesilelere gaye diye tapmak da mü’mini bitiren bu beş âfetten biridir.

***
Bir diğer âfet de, Cenâb-ı Hakk’ın rızasını kazanmak için hizmet eden mü’minlerin kendi ilim, idrak ve bilgilerine güvenip müstakil hareket etmeleridir. 

***
Beş hastalıktan bir diğeri de, mü’min kardeşlerimizin iman ve Kur’ân aşkının sönmesidir. Bu husus da diğerleri gibi çok önemli hususlardan biridir. Bu marazı, insanda yavaş yavaş İslâmî aşk ve heyecanın, dinî duygu ve düşüncenin, daha geniş bir ifadeyle, cihad azminin sönmesi ve ferdin metafizik gerilimini kaybetmesi şeklinde de ele alabiliriz. Zira metafizik gerilimin korunması ve cihad ruhunun daima canlı tutulması, bir milletin ebediyen yaşayabilmesinin en büyük garantisidir. Bin aşk ve şevkle çıktıkları yolda, yola ve yolun güzelliklerine bağlanıp kalmak ve hedefi unutmak olarak da tarif edebileceğimiz bu âfetin ne kadar büyük bir hastalık olduğuna tarih bütün canlılığıyla şahittir. İsterseniz kendi ecdadımızdan misal verelim. Osmanoğulları serhat boylarında azm u ikdamda bulunduklarında cihanları fethetmişlerdi. Osman Gazi’nin, Orhan Gazi’nin, Hüdavendigâr’ın, Yıldırım Bayezid Han’ın, Mehmed Çelebi’nin, Hazreti Fatih Sultan Mehmed’in ve İkinci Murad’ın en büyük aşk ve iştiyakları cephede ölmek idi. Murad Hüdavendigâr, Balkanlarda şehit olurken, yaralı ve kanlar içinde, etrafındakilere şu tavsiyede bulunuyordu: “Sakın atın üzerinden inmeyesüz!” Yıldırım Bayezid de aynı şeyi tavsiye etmekteydi. Ne zaman ki padişahlar ordularıyla sefere gitmemeye, saraya gömülmeye, zevceleriyle beraber olmaya başladılar, işte o zaman çürüme ve kokuşma baş gösterdi. Bu dönemde artık serhat türkülerinin yerini yaşama arzusu ile ilgili türküler almıştı ve o aşk u şevk de sönmüştü. Aşk u şevkin sönmesi, diğer bir tabirle, kendilerinde hayat şevkinin, yaşama arzusunun ve çoluk çocuk içinde bulunmanın, daha başka bir ifadeyle de, haneperestliğin, evlad ü iyal-perestliğin ruhlarına hâkim olması, maksadının aksiyle onların suratına öyle bir tokat hâlinde inmişti ki, neticede evlad ü iyallerini de, hanelerini de koruyamamışlardı. Buna mukabil hayatını iman ve Kur’ân’a hizmet aşkıyla geçirip izzetle yaşayan kimseler ise hem kendileri, hem aileleri, hem haneleri, hem de milletleri ile beraber izzet içinde yaşamışlardı. Endişe edip titrediğim, korktuğum meselelerden biri de işte budur..!

American Missionary Schools


Attempts to encourage greater – and friendlier – contacts with Western Europe meant that by the year 1900, the Ottoman state had given international organisations permission to run 702 primary and secondary schools. Of these, 465 – the single largest share – were led by missionaries from the US, and 100 of these schools had been established during the past twenty years alone. American schools were so popular with parents that in Anatolia one in three school-age children was enrolled at such a school. Why were they so popular? One explanation seems to be that they were not just educational institutions; through these schools, children and their families were able to access the modern hospitals, pharmacies and printing facilities which the schools had established alongside their teaching function. Yet this presented a dilemma for the rulers. They wanted a degree of foreign influence in their educational system, but they did not want the system itself to be taken over by Washington, something which seemed to be in danger of happening. In one official report, for example, the minister for education described the American schools system as an ‘epidemic disease’.

The government felt that it had to act. It would have liked to close the schools down, but recognised that this would lead to serious diplomatic problems. Instead, it ordered the schools to reapply for permission to teach. In addition, the American schools were told that they could no longer recruit Muslim students, nor could they locate their premises in areas where Muslims were the majority community. After much foot-dragging, the schools agreed to reapply for permission to teach, but they did not stop enrolling Muslim pupils. When the US government was pushed on this, it replied that the US, like France, Britain and Russia, had millions of nationals who were Muslims; it would change its enrolment policy only if all other foreign schools did so, too. America was too big a power for the Ottomans to mess with, and the matter was quietly dropped.


Critical Thinking

Whosoever seeks the truth will not proceed by studying the writings of his predecessors and by simply accepting his own good opinion of them. Whosoever studies works of science must, if he wants to find the truth, transform himself into a critic of everything he reads. He must examine tests and explanations with the greatest precision and question them from all angles and aspects.


                                            Hassan ibn al-Haitham, Cairo, 10th century

Math and Islamic History


In his work on algebra, al-Khwarizmi worked with both what we now call linear equations – that is, equations that involve only units without any squared figures – and quadratic equations, which involve squares and square roots. His advance was to reduce every equation to its simplest possible form by a combination of two processes: al-jabr and al-muqabala.

Al-jabr means ‘completion’ or ‘restoration’ and involves simply taking away all negative terms. Using modern symbols, al-jabr means simplifying. Al-muqabala means ‘balancing’, and involves reducing all the postive terms to their simplest form. 


In developing algebra, al-Khwarizmi built on the work of early mathematicians from India, such as Brahmagupta, and from the Greeks such as Euclid, but it was al-Khwarizmi who turned it into a simple, all-embracing system, which is why he is dubbed the ‘father of algebra’. The very word algebra comes from the title of his book, al-Kitab al-mukhtasar fi hisab al-jabr wa’l muqabala or The Compendious Book on Calculating by Completion and Balancing.


***

Beyond al-Khwarizmi, many other Arabic-speaking scholars explored mathematics. Indeed, it was fundamental to so many things, from calculating tax and inheritance to working out the direction of Mecca, that it is hard to find a scholar who did not at some time or other work in mathematics. But it wasn’t just practical applications that fascinated many of them, and they began to push mathematics to its limits.

In the early 11th century in Cairo, Hassan ibn al-Haitham, for instance, laid many of the foundations for integral calculus, which is used for calculating areas and volumes. Half a century later, the brilliant poet/mathematician Omar Khayyam found solutions to all thirteen possible kinds of cubic equations – that is, equations in which numbers are cubed. He regretted that his solutions could only be worked out geometrically rather than algebraically. ‘We have tried to work these roots by algebra, but we have failed’, he says ruefully. ‘It may be, however, that men who come after us will succeed.’


***

Omar Khayyam is one of the most extraordinary figures in Islamic science, and tales of his mathematical brilliance abound. In 1079, for instance, he calculated the length of the year to 365.24219858156 days. That means that he was out by less than the sixth decimal place – fractions of a second – from the figure we have today of 365.242190, derived with the aid of radio telescopes and atomic clocks. And in a highly theatrical demonstration involving candles and globes, he is said to have proved to an audience that included the Sufi theologian al-Ghazali that the earth rotates on its axis.

***

Trigonometry was first developed in ancient Greece, but it was in early Islam that it became an entire branch of mathematics, as it was aligned to astronomy in the service of faith. Astronomical trigonometry was used to help determine the qibla, the direction of the Ka’bah in Mecca. Modern historians such as David King have discovered that the Ka’bah itself is astronomically inclined. On one side it points towards Canopus, the brightest star in the southern sky. The axis that is perpendicular to its longest side points towards midsummer sunrise.

Mecca’s significance is such that when a deceased person is to be buried, contemporary Islamic tradition determines that his or her body must face Mecca. When the famous call to prayer is announced, it must be done facing Mecca. And when animals are slaughtered, slaughtermen must also turn in the direction of the holy city. Islamic-era astronomers began to compute the direction of Mecca from different cities from around the 9th century. One of the earliest known examples of the use of trigonometry (sines, cosines and tangents) for locating Mecca can be found in the work of the mathematician al-Battani, which, according to David King, was in use until the 19th century.