Saturday, January 31, 2015

Muhafaza

Atom fiziğinin kurucularından S. James: 'Kâinatı yaratan muhakkak en mükemmel bir matematikçidir' derken, kâinatta hüküm süren riyazî ölçülere işaret etmektedir. Hiçbir hâdise, yön ve harekette, kâinatta mevcut bulunan riyazî ölçülere terslik göstermez. Esasen bütün bunlar bize O'nun Mukaddir ismini anlatıyor. Fakat Jean ve onun gibi düşünenler sâir isimleri de, O'nun Mukaddir isminin gölgesine sokuyor. Biz Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat olarak, bir yönüyle bunu kabul ederiz. Bir dairede herhangi bir isim hâkim ise, diğer isimler, mevcudiyetlerini o ismin gölgesinde hissettirirler. İşte, takdir, ölçü, kıstas, matematiğin hâkimiyeti ve gözü tırmalayacak bir durumun bulunmaması açısından eşya ve hâdiselere baktığımızda evvelâ bütün ihtişamiyle Allah'ın 'Mukaddir' ismini görüyoruz.

Her şeyin muhafaza edildiğini söylemiştik. Bütün bitkileri de aslî hüviyetlerinde muhafaza eden kromozomlarıdır. Evet, insan spermde; bir ağaç, çekirdeğinde muhafaza edildiği gibi, bütün sesler de fezada ve çeşitli cisimlerde muhafaza ediliyor. Belki bir gün gelecek keşfedilen aletlerle bu sesleri yeniden dinleme imkânı doğacaktır. Bir teyp bandına sesler tesbit edildiği gibi, bize ait ses, tavır ve hareketler de yanından geçtiğimiz veya içinde yaşadığımız cisimler tarafından tesbit edilmektedir ki, bir gün leh veya aleyhimizde şehadet edeceklerdir.

Cömertliğe Bakın Ki...

Cömertliğe bakın ki, güneş ve ay insana iki mûtî hizmetkâr gibi çalışıyor ve hizmet ediyor. Isısıyla başımızı okşarken, ihtiyacımız olan meyve, sebze ve hububatın olgunlaşmasını da deruhte ediyor. Eğer bütün bu cömertlikler geçici ve fani şu dünya misafirhanesine mahsus olsa ve devam etmese, düşündüğümüz ve her an bize gelmesi muhtemel ölüm sebebiyle, her nimetin ardından bir bardak zehir içiyor gibi ızdırap çekecektik. Zira itlâf ettiğimiz her nimet bize, bir gün bütün nimetlerden mahrum olacağımızı ihtar etmektedir. Bundan da korkuncu ebedî yokluğu hatırlatmaktadır.

Halbuki bu kadar cömert bir Zât, verdiği bunca nimetleri tattırdıktan sonra elimizden almaz. Belki o nimeti devam ettirir ve ebedîleştirir. İşte bu geçici âlemde bu kadar cömertliği cilvelenen Zât'ın, bir de ebedî ve tükenmeyen bir âlemi vardır ki, burada numunesini gördüğümüz cömertlikler orada bizzat ve ebedî olarak devam edecektir. Yoksa onun bunca cömertliği, aksiyle vasıflanır ki, bu da onun Zat-ı ulûhiyetiyle bağdaşamaz ve O, böyle çirkinliklerden münezzeh ve mukaddestir.

Çocuk ve Ölüm

Çocuk, o zayıf, o nahîf ruhuyla ancak haşre iman ile huzurlu bir hayat bulabilir. Herkes çocukluğunu bu zaviyeden tetkik etse ve hayâlen çocukluk anlarına gitse bu hükmü tasdik edecektir.

Evet, çocuk ince bir kalbe sahiptir, aynı zamanda da hâdiselerin terkibini yapıp neticeye gidecek bir zekâya da sahip değildir. Hem o, büyükleri gibi, kendisini eğlenceye verip tenvîm de edemez. Onun içindir ki, ölüm endişesini bir büyükten daha derin hisseder. Her an etrafından kopup gidenler, onun içinden de bir parça koparıp götürürler. Annesi, babası vefat eden bir çocuğun dünyası ise bütün bütün yıkılır. Ruh âlemini aydınlatan bütün yıldızlar söner ve vicdanının seması karanlığa gömülür. Vicdan taşıyan hemen her insan bunları hissedebilir.

Çocukluğumda bir kardeşim ölmüştü. Onun mezarına her uğrayışımda ellerimi açar "Allah'ım ne olur dirilt de, onun güzel yüzünü bir kere daha göreyim!" der yalvarırdım. Şimdi bu halette olan, ben ve benim gibi binlercenin kalbindeki 'Öldükten sonra dirilme inancını silin; gönlünden bu imanı söküp atın; bu yanan kalbe ve figan eden gönüle ne ile derman olacak ve bu yangını nasıl söndüreceksiniz? Hayır hayır, hiçbir şeyle ona derman olmanız ve onun ateşini söndürmeniz mümkün olmayacaktır. Sadece haşir akîdesidir ki, bu buhranlar ve sıkıntılar arasında kıvranan çocuğa soluk aldırır ve rahat ettirir.

Evet, yakınlarının teker teker kopup gidişi karşısında; ancak onların cennete gittiğine imandır ki, bu yavruya teselli verir ve onu bu dayanılmaz dertten kurtarır.

Küçük dahi olsa, alıştığı, ülfet ettiği bir yakını, büyüğü veya onsuz yapamayacağını kabul ettiği bir sevdiğinin göçüp gitmesi onun nazenin kalbinde kapanmayacak bir yara açar. Bu öyle onulmaz bir yaradır ki, ona ancak şu düşünce merhem olabilir:

'Buradan gitti veya alındı; fakat orada Hudâ, ona cennet kapılarını açtı. Şimdi o, cennet bahçelerinde kuşlar gibi kanat çırpıp uçuyor. Eğer ben de ölsem onun gibi uçacağım.

Şayet ölen büyük ise, şöyle düşünecek; o öldü, ama orada da beni kucağına alıp sevecek, başımı okşayıp bağrına basacak. Ve işte bu düşüncelerdir ki, ölümün açtığı firkât ve ayrılık gediğini kapayacak ve onun kanayan yarasına merhem olacaktır.

Kader


  • Fiilimizi yaratan Allah'tır, fakat isteyen, talep eden bizleriz. Öyle ise mes'uliyet bize aittir. İşte Ehl-i Sünnet görüşü de budur..!
  • Belki bazen o da dinî bir hayatın içinde bulunur. Fakat kıldığı namazı gırtlağı sıkılıyor gibi kılar, sabah namazına kalkarken tembel tembel, uyuşuk uyuşuk kalkar ve döşekten bir türlü ayrılmak istemez. Zamanla cemaatı da, ibadeti de terk eder. Başka bir âyetin ifade ettiği gibi, dinî bir teklifle karşılaştığında ölüm baygınlığına bürünür, bakışları bulanır ve söylenenin aksine sürüklenir. En ufak dinî teklifler karşısında dahi bir bezginlik ve bir tedirginlik gösterir. Çünkü o zora koşulmuştur. Ağır bir yük altında tepeye tırmanıyor gibi bir tavır sergilemektedir..سَاُرْهِقُهُ صَعُوداً "Ben onu dimdik bir yokuşa sardıracağım.." (Müddessir, 74/17)
  • Ben tebliğ ve davet edici olarak gönderildim. Hidayet meselesinde benim hiçbir müdahalem ve selahiyetim söz konusu değildir. Şeytan da bâtılı süslü göstermek ve sizi azdırmak için gönderilmiştir. Onun da dalâlet hakkında bir söz ve selahiyeti yoktur." İnsan, iradesiyle talepte bulunur. Sonra da Cenâb-ı Hak talep edilen şeyi yaratır. Şu kadar var ki, insanın sevap cihetine iktidarı çok az olmasına rağmen, günah ve şer cihetine surî bir iktidarı vardır. Zira şer ve günahlar tahrip nevindendir. İnsan bir kibritle bir evi yakabildiği gibi, çok küçük bir iradeyle de şer ve günah işlemeye güç yetirebilir. Halbuki ona isabet eden bütün sevap ve hayırlar Cenâb-ı Hakk'dan gelmektedir. Kula düşen ise bu sevap ve hayır kapısında sebat edebilmektir. O'nun kasdı ve azmi hayır olduğu müddetçe de Allah (cc), ona hayır ve sevabı nasip edecek ve onun için bütün hayır yollarını kolaylaştıracaktır. Hidayet bu zaviyeden bakılacak olursa, herkes için ve her zaman ve zeminde lazımdır.

Helak

"Biz bir beldeyi helak etmek istediğimizde, onların şımarık sınıfına emrederiz ve onlar kötülük işleyip yoldan çıkarlar. Böylece o ülkeye (azab edeceğimiz hakkındaki) söz(ümüz) hak olur, biz de orayı darmadağın ederiz." (İsrâ, 17/16)

Yani, Biz bir beldeyi veya bir medeniyeti helâk etmek istediğimizde, sefih ve ayak takımını hatta onların içlerindeki en zâlimleri onların başlarına musallat ederiz. Ağızlarındaki lokmayı alır, yer ve onlara sefaletin en acısını tattırırlar. Onlar da her türlü mezellete alışmış insanlar olarak yine onları başlarında görmek isterler. Sözde onları iradeleriyle seçip başlarına geçirmişlerdir. Ama acaba gerçekten öyle midir?

Mütrefîn, ruhda, mânâda ayak takımıdır. Ama başlara tâc edilmiş ayak takımıdır ve sefahat onların, sefalet de milletin değişmeyen kaderi olmuştur; onların başa geçmeleri, idareyi ele almaları sebebiyle... İşte, bu mütrefîn sınıfı halkı iğfal edip yoldan çıkarmışlardır. Durum bu kerteye gelince de o millet veya medeniyetin sonu gelmiş demektir.

Görülüyor ki, burada verilen emir, tekvinî emirdir. Yoksa şer'î emir değildir. Zira Cenâb-ı Hak hiçbir zaman emr-i teşrîî ile mütrefîne günah işlemelerini emretmez.

Friday, January 30, 2015

Cismani Zevkler ve Cennet


Mezhep Farklılıkları



YOL


Kader Meselesi Niye İman Hakikatleri Arasında?


Sünnete Uy!


Nasıl Anne Baba Olmalı?


Birçok anne-baba çocuğundan ya da çocuklarından şikâyetçidir.

Şikâyetler de birbirine benzer. “Hiç ders çalışmıyor... Söz dinlemiyor... Çok dağınık...” Bazısı için de “Pabuç kadar dili var... Hep geç kalkıyor... Hiç ödev yapmıyor... Hiç yardımcı değil... Çok yanlış hareketleri var... Giyimi hiç uygun değil... Çok sorumsuz...” denir. Bu şikâyetler ve benzerleri birçok anne-babanın ağzından hiç düşmüyor. Çocuklarından yakınlarına şikâyet ettikleri gibi, bu şikâyetleri çok daha sık çocuklarının yüzlerine de dile getiriyorlar. Çocuklar cesaret edebilseler kendi bakış açılarından görünen anne-babalarını tarif ederek bu şikâyetlerin mislini dile getirebilirler.

Şimdi bu anne-babaları şöyle düşünmeye davet etmek istiyorum. Eğer kendi anne-babaları, sürekli olarak kendilerini eleştirseydi nasıl hissederlerdi? Anne-babalarına daha mı çok bağlanırlardı, yoksa onlardan daha çok uzaklaşırlar mıydı? Eleştirilmek öyle berbat bir duygu ki, insanı kilitliyor. İş yapamaz hale getiriyor, enerjisini bitiriyor. Sanırım çocuklar, eleştiriye karşı, yetişkinlerden daha dayanıklı. Yetişkinler eleştirildiklerinde yıkılıyorlar, çocuklar da üzülüyor, ama bir şekilde kısa bir süre içinde yaşamlarına devam ediyorlar.

Harvard Üniversitesi’nin ünlü psikoloji hocası Chris Argyris’in teorisini daha önce yazmıştım. İnsanlar ya olgun (kendisi karar alan ve başkalarının kararlarına saygılı) ya anne-baba (kontrolcü-kollayıcı) ya da çocuk (oyuncu-sorumsuz-anı yaşayan) karakterlerinden birini yaşıyor. İlişkideki tavrımızda karşımızdaki kişiyi-çocuğu bu kalıplardan birinin içine sokuyor. Sürekli anne-baba karakteriyle (kontrolcü-kollayıcı) olarak çocuklarla iletişim kurmak, çocuğun gelişememesine yol açıyor.

Anne-baba okulu düzenleyen psikolog ve eğitimcilerin bazılarının iddiasına göre çocukla arkadaş olmamak gerek. Arkadaşlık ilişkisinin çocuk üstündeki otoriteyi kaldırdığını düşünüyorlarmış. Bunun tartışmalı olduğunu söyleyebilirim. Birincisi 21. yüzyılda çocuklara nasıl yaklaşırsak yaklaşalım, çocuklar üstünde pek fazla bir otoritemiz yok. Zaten çocuk biz bir şeyi söylediğimiz için değil, doğru olduğunu anladığı için yapmalı. Çocuk, otorite dolayısıyla bir şeyi yapıyorsa otoritenin olmadığı ya da kontrol edilemediği bir anda o istenilen şeyin tam tersini yapacaktır.

Çocukla arkadaş olmak, onunla zaman geçirmek, onun ilgilendiği konulara ilgi göstermek çocuğun bize daha yakın olmasını ve bizi çok daha fazla dinlemesini sağlıyor. Çocuk bir problemle karşılaştığında otoriter bir anne-babaya problemini anlatmazken, arkadaş tavırlı bir anne-babaya ya da ebeveynlerden birine problemini anlatıyor. Ebeveynlerden birinin de çocuğa danışmanlık (tavsiyede bulunma) ya da koçluk (çocuğun kendi yolunu bulmasını) sağlama imkânı oluyor. Anne-babanın çocuğuyla bir anlamda arkadaş olması, onunla olgun-olgun bir ilişkiye girerek çocuğu çocukluktan olgunluğa taşıması anlamına geliyor.

Çocuklarla ilişkide sürekli onları eleştirmek yerine, onları dinlemek ve teşvik edici olmak, aldıkları iyi kararları takdir etmek, günlük olayları birlikte değerlendirmek daha sağlıklı görünüyor. Sadece sürekli eleştirmeyi bırakmak bile çocuklarla anne-babanın iletişimini geliştirecektir.

Melih Arat
Zaman Gazetesi
25.01.2015

Sunday, January 18, 2015

Meleklerin Cinsiyeti

Türkiye’de hepimiz şu “menkıbeyi” duymuşuzdur: Rivayete göre Bizans İmparatorluğu, Osmanlı kuşatması altında son saatlerini geçirirken Bizans’ın önde gelen ruhanileri meleklerin cinsiyeti tartışması yapıyormuş.

Doğrusu küçüklüğümüzde gülerek dinlediğimiz bu menkıbe neredeyse gerçek oldu.

Geçenlerde beni ziyaret eden bir televizyoncu “Birileri oturup ‘İslam’a en kapsamlı nasıl zarar veririz’ diyerek bir plan yapsa ancak bugünkü Müslümanlar’ın yaptıklarını yapın diye tavsiyede bulunurdu” dedi.

Tecavüze uğrayan kadını kırbaçlatan ulema mı ararsınız? Var.

Kardan adam yapmak putperestliktir diyen ulema mı ararsınız? Var.

Haram para ile yapılan camide namaz kılınır diyen ulema mı ararsınız? Var.

Sanki birileri “İslam’ı dünyada nefret edilir hale nasıl getiririz” diye bir plan yapmış ve uyguluyor.

Ulema nerede?

İslam dünyasında çöküntü almış başını gitmişken ulemanın gündemi içler acısı!

Demokrasi yok, şeffaflık yok, adalet yok, özgürlük yok, teknoloji yok... Bunları bıraktık tarım yok, halka yetecek ucuz et üretimi yok, mısır tohumu üretmek yok.

Ancak bu devasa sorunlar Müslüman toplumların üstüne üstüne gelirken ulemanın çoğunluğunun uğraştığı sorunlara bakın!

İslam’ın bizzat kendisine bu kadar sert eleştiriler olduğu bir zaman diliminde ahlak, yolsuzluk, özgürlük konularında ulema neden “bir aslan gibi” kükremiyor?

Neden birisi çıkıp “İslam’da düşünceye sınır getirilemez? Özgürlüğü savunmak farzdır. Özgür düşünceyi engellemek haramdır” diye İslam’ı savunmuyor?

“İslam özgürlük dinidir, medya özgürlüğünü kısıtlamak İslam’a ters bir şeydir” diyen bir tane müftü niye yok?

Başta Türkiye’de İslam’ın özgürlükçü ve diğer müspet özelliklerini savunmak gazetecilerin ve siyaset bilimcilerin mi işi?

İnsanlara İslam’ı anlatsın diye maaş alan binlerce insan neden sessiz?

Küçük sorun büyük sorun

“Namazın son oturuşunda salavatları geciktirmenin hükmü nedir” diye sorsak bunu bin bir ayrıntı ile İslam’a göre açıklamaya hazır hocalara, müftülere, vaizlere şunu söylemek lazım:

Özgürlük, düşünce özgürlüğü, basın özgürlüğü, teşebbüs özgürlüğü namazın son oturuşundaki salavatları geciktirmek meselesinden daha mühimdir.

Hatta daha açık yazmak lazım; özgürlük meselesi en az namaz kadar önemlidir! Dindarlar namaza, hacca, oruca sahip çıktığı kadar özgürlüğe de sahip çıkmalıdır. Özgürlük ve Müslümanlık at başı gider. Bir bireyin özgürlüğünü ne kadar kısarsanız onun Müslümanlığını da o kadar zorlaştırırsınız.

Kurban mevsimi “kurban edilecek hayvanı kesecek bıçak şu kadar keskin olmalı hayvan acı çekmemeli” diye vaaz verenler her gün “kör bıçaklarla” onlarca Müslüman’ın öldürüldüğünü görmüyor mu?

Batı’ya küfretmeyelim eleştirelim

Her önemli olaydan sonra koro halinde Batı’ya küfretmek sadece hararetimizi alıyor. Küfretmek yerine Batı’ya soğukkanlı ve eleştirel bakmak gerekiyor.

Batı’dan sistematik olarak nefret eden insanlar yetiştirmek uzun vadede başta İslam’a zarar verecektir.

“Düşmana küfretmenin şehvete varan tadı” küresel olarak hiçbir dengeyi ciddi biçimde değiştirmez. Bu tür şeyler sadece iç politikada sadakati artırır.

Şunu da not etmek gerekiyor: Ne Seyyid Kutup ne Bediüzzaman ne de Mehmet Akif topyekûn Batı’yı reddetmiştir. İslami düşüncenin neredeyse bütün kutup isimleri Batı’yı seçici okumuş ve bir kalemde kötülememiştir.

“Her şeyiyle Batı kötüdür” yaklaşımı bu nedenle İslami gelenekten de kopmadır.

Gökhan Bacık, Bugün Gazetesi, 14 Ocak 2015

Bakara Sûresi

Kur'ân-ı Hakim'in mukaddimesi konumunda olan Fatiha sûresinde Cenab-ı Allah insanlara "ihdinâ" dedirtir, yani "Bize hidayet yolunu göster" demelerini telkin eder. Hemen ondan sonra gelen Bakara sûresinin başında "huden lil-muttakîn" âyeti, duanın kabul edilip bu sûre ile hidayet rehberinin verildiğini bildirir. Müteakıben bu rehberin çağrısı mukabilinde beşer topluluklarının nasıl bir tutum sergilediklerini belirtir. Üç âyet onu kabul eden müminleri tavsif eder. Dördüncü âyet Ehl-i Kitab'a işaret eder. 6. ve 7. âyetler inkâr edenlerin, 8-20. arası on üç âyet ise münafıkların tutumlarını anlatır. Böylece mümin, Ehl-i kitap, kâfir ve münafık olarak bütün insan gruplarının tavırlarını özetledikten sonra Allah Teâlâ 20. âyet ile hepsine birden, "Ey insanlar! Hepinize toptan bir daha sesleniyorum; bu Kitab'ın rehberliğinde sizi yaratan Rabbinize tek ilah olarak ibadet ediniz!" buyurur. 23. âyet Kur'ân'ın Allah tarafından gönderilen kitap olmadığını iddia edenlere meydan okuyup tutarlı iseler onun gibi bir kitap ortaya koymalarını teklif eder. İşte i'câz-ı Kur'ân, yani Kur'ân'ın benzerini yapmaktan insanları aciz bırakan eşsiz ilahi kitap olması hadisesi budur. Kur'ân-ı Kerim ile ilgili en önemli mesele, onun bu özelliğidir. Ama 24. âyet bunu asla yapamayacaklarını bildirip buna rağmen inanmayanları cehennem azabının beklediğini, 25. âyet ise iman edip makbul işler yapanların ebedi cennet ile ödüllendirileceklerini ilan eder. 

Saturday, January 17, 2015

Kur'ân Ayetleri


Gayrimeşru Muhabbet


Bülbül

Ve bu saray-ı kâinatta ikinci kısım amele, hayvanâttır. Hayvanât dahi, iştihâ sahibi ve bir nefis ve bir cüz-i ihtiyârîleri olduğundan, amelleri "hâlisen livechillâh" olmuyor. Bir derece nefislerine de bir hisse çıkarıyorlar. Onun için Mâlikü'l-Mülk-ü Zülcelâli ve'l-İkram, Kerîm olduğundan onların nefislerine bir hisse vermek için amellerinin zımnında onlara bir maaş ihsan ediyor. Meselâ, meşhur bülbül kuşu; gülün aşkıyla mâruf o hayvancığı, Fâtır-ı Hakîm istihdam ediyor. Beş gâye için onu istimâl ediyor:

Birincisi: Hayvanât kabîleleri nâmına, nebâtât tâifelerine karşı olan münâsebât-ı şedîdeyi ilâna memurdur.

İkincisi: Rahmân'ın rızka muhtaç misafirleri hükmünde olan hayvanât tarafından bir hatib-i Rabbânîdir ki, Rezzâk-ı Kerîm tarafından gönderilen hediyeleri alkışlamakla ve ilân-ı sürur etmekle muvazzaftır.

Üçüncüsü: Ebnâ-i cinsine imdad için gönderilen nebâtâta karşı hüsn-ü istikbâli herkesin başında izhâr etmektir.

Dördüncüsü: Nev-i hayvanâtın nebâtâta derece-i aşka vâsıl olan şiddet-i ihtiyacını nebâtâtın güzel yüzlerine karşı mübârek başları üstünde beyân etmektir.

Beşincisi: Mâlikü'l-Mülk-ü Zülcelâli ve'l-Cemâli ve'l-İkramın bârgâh-ı merhametine en latîf bir tesbihi, en latîf bir şevk içinde, gül gibi en latîf bir yüzde takdim etmektir.

İşte, şu beş gâyeler gibi başka mânâlar da vardır. Şu mânâlar ve şu gâyeler, bülbülün Hak Sübhânehü ve Teâlânın hesâbına ettiği amelin gâyesidir. Bülbül kendi diliyle konuşur. Biz şu mânâları onun hazin sözlerinden fehmediyoruz. Melâike ve ruhâniyâtın fehmettikleri gibi kendisi kendi nağamâtının mânâsını tamamen bilmese de fehmimize zarar vermez. "Dinleyen söyleyenden daha iyi anlar" meşhurdur. Hem, bülbül şu gâyeleri tafsilâtıyla bilmemesinden, olmamasına delâlet etmiyor. Lâakal, saat gibi sana evkâtını bildirir; kendisi bilmiyor ne yapıyor. Bilmemesi senin bildiğine zarar vermez.

Ammâ o bülbülün cüz'î maaşı ise, o tebessüm eden ve gülen güzel gül çiçeklerinin müşâhedesiyle aldığı zevk ve onlarla muhâvere ve konuşmak ve dertlerini dökmekle aldığı telezzüzdür. Demek onun nağamât-ı hazinesi, hayvanî teellümâttan gelen teşekkiyât değil, belki atâyâ-i Rahmâniyeden gelen bir teşekkürâttır.

Bülbüle nahli, fahli, ankebût ve nemli; yani arı ve vâsıta-i nesil erkek hayvan ve örümcek ve karınca ve hevam ve küçük hayvanların bülbüllerini kıyas et. Herbirinin amellerinin bülbül gibi çok gâyeleri var. Onlar için de birer maaş-ı cüz'î hükmünde birer zevk-i mahsus, hizmetlerinin içinde derc edilmiştir. O zevk ile san'at-ı Rabbâniyedeki mühim gâyelere hizmet ediyorlar. Nasıl ki bir sefine-i sultaniyede bir nefer dümencilik edip, bir cüz'î maaş alır; öyle de, hizmet-i Sübhâniyede bulunan bu hayvanâtın, birer cüz'î maaşları vardır.

Bülbül bahsine bir tetimme

Sakın zannetme ki, bu ilân ve dellâllık ve tesbihâtın nağamâtıyla tegannî bülbüle mahsustur. Belki, ekser envain herbir nevinin bülbül misâli bir sınıfı var ki, o nevin en latîf hissiyâtını, en latîf bir tesbih ile, en latîf sec'alarla temsil edecek birer latîf ferdi veya efrâdı bulunur. Hususan sinek ve böceklerin bülbülleri hem çoktur, hem çeşit çeşittirler ki, onlar bütün kulağı bulunanların en küçük hayvandan en büyüğüne kadar olanların başlarında tesbihâtlarını güzel sec'alarla onlara işittirip, onları mütelezziz ediyorlar.

Onlardan bir kısmı leylîdir; gecede sükûta dalan ve sükûnete giren bütün küçük hayvanların kasîdehan enîsleri, gecenin sükûnetinde ve mevcudâtın sükûtunda onların tatlı sözlü nutukhanlarıdır ve o meclis-i havlette olan zikr-i hafînin dairesinde birer kutubdur ki, her birisi onu dinler, kendi kalbleriyle Fâtır-ı Zülcelâllerine bir nevi zikir ve tesbih ederler.

Diğer bir kısmı, nehârîdir; gündüzde ağaçların minberlerinde, bütün zîhayatların başlarında, yaz ve bahar mevsimlerinde yüksek âvazlarıyla, latîf nağamât ile, sec'alı tesbihât ile, Rahmânirrahîmin rahmetini ilân ediyorlar. Güyâ bir zikr-i cehrî halkasının bir reisi gibi, işitenlerin cezbelerini tahrik ediyorlar ki, o vakit işitenlerin her birisi lisân-ı mahsusuyla ve bir âvâz-ı hususi ile Fâtır-ı Zülcelâlinin zikrine başlar.

Demek, herbir nevi mevcudâtın, hattâ yıldızların bir serzakiri ve nurefşân bir bülbülü var. Fakat, bütün bülbüllerin en efdali, en eşrefi ve en münevveri ve en bâhiri ve en azîmi ve en kerîmi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eâmm ve mahiyetçe en ekmel ve sûretçe en ecmel, kâinat bostanında arz ve semâvâtın bütün mevcudâtını latîf secaâtıyla, leziz nağamâtıyla, ulvî tesbihâtıyla vecde ve cezbeye getiren, nev-i beşerin andelîb-i zîşânı ve benîâdem'in bülbül-ü zü'l-Kur'ân'ı, Muhammed-i Arabîdir (SAS).

Ahirete İman


Tevekkül ve Dua

'Eğer kendine ve kuvvetine güvenip tevekkül ve duayı bırakır, kibre ve benlik davasına saparsan, o vakit iyilik ve bir şey var etme yönünden, arıdan ve karıncadan daha aşağı, örümcekten ve sinekten daha zayıf düşersin. Şer ve tahrip yönünden ise bir dağdan daha ağır, vebadan daha zararlı olursun.'

Maskara

"... dikkatlice bakanların nazarında zayıflığı gösteren kibrinle,acizliği gösteren gururunla, riyayı ve alçaklığı gösteren suniliğinle kendini halka maskara yaptın."

Sunday, January 4, 2015

Tevhid


Allah Korkusu


Asırların Nurlu Meyveleri


Ey Nefis!


Hayır ve Şer

“Hayırla mı, yoksa şerle mi sabahladım, hiç aldırış etmeyeceğim: Çünkü benim hayır zannettiğim esasen benim için şer; şer zannettiğim de benim için hayır olabilir.” (Hz. Ömer)
Esas olan, bizim için meçhul sayılan bu sahaya dair hüküm vermekten kaçınmak ve Allah’ın hükümlerine inkıyat etmektir. Evet, bize vacip olan hayra niyet etmek ve hayır istikametinde koşmaktır. Öyle ise dikkat edelim, emir ve nehiylerde Allah’a itaatimiz tam olsun, emir ve yasakların dış yüzlerine bakıp aldanmayalım.

İradenin Fonksiyonu


Biz, insan iradesine mevcud nazarıyla bakmıyoruz. Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat dediğimiz ve Müslümanların, itikadî meselelerde ekseriyetini temsil eden görüşe göre bu böyledir.

Varlığımızı meydana getiren bütün uzuvları teker teker sayarak onların mevcud olduğunu ve Allah tarafından yaratılmış bulunduklarını kabul ederiz. Meselâ, benim bir başım vardır, bu bir mevcuddur ve Allah tarafından yaratılmıştır. Bir burnum var, o da Allah tarafından yaratılmıştır. Ayaklarım var, kollarım var, gözlerim var ve bütün bunlar Allah tarafından yaratılmıştır. Ancak irade için aynı cümleyi tekrar edemeyiz. İrademiz vardır; fakat haricî bir vücudu olmadığı için yaratılmış değildir. Onun için biz irademize mevcud nazarıyla bakamayız. Mevcud olmayan şeyler yaratılmayan şeylerdir ama bütün bunlar da Allah tarafından bilinir. Yani ilmî planda onların da bir vücudu vardır. Fakat onlara irade ve kudret taalluk etmemiştir. Eğer aksi bahis mevzuu olsaydı, yani irademiz de diğer uzviyatımız gibi haricî vücud noktasında var ve yaratılmış olsaydı işte o zaman araya cebir girerdi.

Nasıl Cenâb-ı Hak bizi yaratırken cebrî olarak yarattı. Bizi bize sormadı. Onun gibi irademiz de böyle yaratılmış olsaydı, işlenenlerin hiçbirinden mesul olma gibi bir durum söz konusu edilemezdi. Tabiî ki hiç kimse yaptığı hasenata mukabil mükâfat da talep edemezdi. Çünkü ne iyiliği ne de kötülüğü yapan başka türlü yapmaya muktedir olamazdı. Hâlbuki burada durum böyle değildir. İnsan iradesi bizzat mevcud olarak yaratılmamıştır. Belki ona itibarî bir vücud verilmiştir. Hendesedeki itibarî ve farazî hatlar gibi, irade ve cüz-i ihtiyarînin de itibarî ve farazî bir vücudu vardır. Böyle bir varlığı ve böyle bir vücudu da herhangi bir tartı ve ölçü ile değerlendirmek mümkün değildir.

***
Elimizdeki plân ve projenin, binanın yapılması adına hiçbir tesir ve müdâhalesi yoktur. Bu plân ve projeyi isterseniz hergün yanınızda taşıyın ve gözünüzü ondan hiç ayırmayın, binanın yapımı adına bir milim mesafe alamazsınız. Bu yönüyle plân ve projenin hiçbir değer ve kıymeti yoktur. Ama siz ne zaman binanın yapımı işine mübaşeret ederseniz, işte o zaman bu plân ve proje apayrı bir değer ve kıymet kazanacaktır. Çünkü o olmadan sizin böyle bir bina yapmanız mümkün değildir. İnsanın iradesi de böyle bir plân ve proje gibidir. Aynen o da farazî hatlardan ve çizgilerden ibarettir. 'Cüz'i ihtiyarî' veya 'irade-i cüz'iye' dediğimiz bu plânın ifade ettiği mânâyı vücuda getirecek ise Cenâb-ı Hakk'ın yaratmasıdır. Fakat dikkat edilecek olursa, Allah'ın yaratması bu plâna göre olmaktadır. Zaten mes'ûliyetin kaynağı da iradeye ait bu fonksiyondur.


Bizim irademiz zâtında kıymet ve ağırlığı olmayan birşey olsa bile, işlerimizi yaratacak olan Allah, bu plân üzerine yaratacağı için, biz bu yaratılacak şeye sebebiyet vermekteyiz. Yaratılmasına sebep olduğumuz 'hasenât' ise mükafât kazanırız; yok eğer 'seyyiât' ise cezaya çarptırılırız. Görülüyor ki, çok mühim ve büyük neticeler hep bu farazî, nazarî ve şart-ı âdî olan irade üzerinde dönüp durmaktadır. Öyle ise mutlak cebir yoktur; ancak şartlı cebir vardır. Yaratan Allah'tır; ama insanın iradesini kendi yaratmasına âdî bir şart yapmıştır. İnsan bu noktada iyi düşünmeli ve kader ile irade arasındaki dengeyi korumalıdır.