Sunday, October 30, 2016
Cebi Delik
Annemle babam paraya değer verirlerdi de ne oldu? Para kazanmak için o kadar uğraşıp didinmişler, paraya öylesine inanıp güvenmişlerdi; buna karşın paranın çözümlediği her sorunun yerine bir başkası gelmişti. Amerikan kapitalizmi, insanlık tarihinde refahın doruğa çıktığı anlardan birini yaratmıştı. Sayısız araba, dondurulmuş sebzeler, mucize şampuanlar üretmişti; buna karşılık başkanlık koltuğunda Eisenhower oturuyordu, koca ülke daha fazla satın almak, daha fazla kazanmak, daha fazla harcamak, çevresindekilere ayak uydurma tutkusuyla yorgunluktan tükenip yere yığılıncaya kadar dolar ağacının çevresinde tepinerek dans etmek nöbetine tutulmuş devasa bir televizyon reklamına dönüşmüştü.
Aynı şeyleri hisseden tek kişinin ben olmadığımı çok geçmeden fark ettim. On yaşındayken, New Jersey’in Irvington Kasabası’ndaki bir şekerci dükkânında elime Mad Dergisi’nin bir sayısı geçti. O sayfaları okurken duyduğum yoğun ve neredeyse sersemletici hazzı hâlâ anımsıyorum. Okuduklarım, bana bu dünyada benim gibi düşünenler olduğunu, benim yeni yeni kurcalamaya başladığım kapıları başkalarının çoktan açtıklarını öğretti. Amerika’nın güneyinde zencilerin üzerine itfaiye hortumları tutuluyordu, Ruslar ilk Sputnik’i fırlatmışlardı ve ben bazı şeyleri fark etmeye başlıyordum.
Hayır, sana tezgahlamaya çalıştıkları dogmaları artık yutmak zorunda değildin. Onlara karşı koyabilir, dalga geçebilir, blöflerini görebilirdin. Amerikan yaşamının sağlıklılığı, haysiyeti, dürüstlüğü yutturmacadan, reklam palavrasından başka bir şey değildi. Gerçekleri irdelemeye başladığın anda, çelişkiler su yüzüne vuruyor, ikiyüzlülükler açığa çıkıyordu ve her şeye yepyeni bir açıdan bakma olanağı doğuyordu... Bizlere ‘herkese özgürlük ve adalet’ kavramını öğretmişlerdi; oysa gerçekte özgürlük ile adalet çoğu kez birbiriyle çelişiyordu. Para peşinde koşmanın adil olmakla ilgisi yoktu; o konuda geçerli toplumsal ilke ‘her koyun kendi bacağından asılır” görüşüydü. Bu piyasanın insanlıktan nasıl uzak olduğunu kanıtlamak istercesine, neredeyse bütün atasözleri de hayvanlar âleminden alınmıştı: kurtlar sofrası, insan insanın kurdudur, boğalar ve ayılar, batan gemiyi
önce fareler terk eder, yaşamak güçlünün hakkıdır. Para, dünyayı kazananlar ve kaybedenler, sahip olanlar ve olmayanlar diye bölmüştü. Bu, kazananlar için eşi bulunmaz bir düzendi, peki ya kaybedenler ne olacaktı?
Tanık olduğum ve bildiğim şeylere dayanarak, onların bir yana itileceklerini, unutulup gideceklerini kestiriyordum. Tabii bu çok kötüydü, ama onlar kaybetmişlerdi. Darwin’i baş filozof, Aesop’u şair-i âzam yapacak kadar ilkel bir dünya kurarsan başka ne bekleyebilirsin ki? Dünya dediğin bir orman, öyle değil mi?
Wall Street’in göbeğinde kol gezen Dreyfus aslanına bir bak hele. Bundan daha açık seçik mesaj olabilir mi? Ya yiyeceksin ya da seni yiyecekler. Buna orman yasası derler arkadaş ve eğer bunu kaldıramayacaksan, vakit varken kendini dışarı atmaya bak.
Ben o dünyanın hiç içine girmeden dışta kaldım. On üç-on dört yaşlarındayken, iş âleminin bensiz idare etmek zorunda kalacağına çoktan karar vermiştim. En kötü, en çekilmez, en kafası karışık çağımdaydım.
Yazarların Çoğu Çifte Yaşam Sürer
Yazarların çoğu çifte yaşam sürer. Akıl ı uslu mesleklerde iyi para kazanıp yaşamlarından çaldıkları zamanı yazıya ayırırlar: Ya sabahın kör karanlığında, ya gece geç vakit ya hafta sonları ya da tatil erde yazarlar.
William Carlos Williams ve Louis-Ferdinand Celine doktordu. Wallace Stevens bir sigorta şirketinde çalışırdı.
T.S. Eliot önce bankerlik, sonra yayıncılık yaptı. Benim tanıdıklarımdan Fransız şairi Jacques Dupin, Paris’teki bir sanat galerisinin yöneticilerinden biridir. Amerikan şairi William Bronk, kırk yılı aşkın bir süre ailesinin New York’un kuzeyindeki kömür ve kereste tesislerini yönetti. Don DeLil o, Peter Carey, Salman Rüşdi ve Elmore Leonard yıllarca reklamcılık sektöründe çalıştılar. Kimi yazarlar da öğretmenlik yapıyor. Bu belki de günümüzdeki en yaygın çözüm yolu; belli başlı bütün üniversitelerde ve kolejlerde ‘yaratıcı yazarlık’ diye bir ders veriliyor, romancılarla şairler de buralardan birer post kapabilmek için habire bir şeyler karalayıp çiziktiriyorlar. Böyle yaptıkları için kim suçlayabilir ki onları? Ücretler yüksek olmasa da sürekli bir iş güvenceleri var, üstelik çalışma saatleri de elverişli.
Benim sorunum, çifte yaşam sürmek istemeyişimden kaynaklanıyordu. Çalışmaktan kaçındığımdan değil; ama beşten dokuza bir işte kart basmak fikri kanımı donduruyor, içimdeki bütün coşkuyu öldürüyordu.
Centering On the Best
This concept of centering on the best people may seem new and unfamiliar, yet it is one of the crucial differences between the best educators and the rest. Nurture the superstar students you have, and work to cultivate others. Keep your best, most well rounded students at the forefront when you make decisions. Your classes will be better off and your job will be more enjoyable!
**
Before making any decision or attempting to bring about any change, great teachers ask themselves one central question: What will the best people think?
**
Before making any decision or attempting to bring about any change, great teachers ask themselves one central question: What will the best people think?
Understanding High Achievers
High achievers hold themselves to lofty standards. They expect to succeed at everything they do and work exceedingly hard to do so. That is one reason they are so good. When high achievers have their shortcomings pointed out by someone else, they emotionally deflate. They are used to expecting tremendous things of themselves and they hate to let others down. High achievers put so much of themselves into what they do that any criticism, no matter how minor, can become a personal affront. Furthermore, if our assessment of their work does nothing but point out minor flaws in their achievements, they may take fewer risks the next time around.
If you ask high achievers about their own performance, they will be much more critical than you would ever dream of being.
**
No matter how much we push them, they are much harder on themselves. They don’t want to settle for less than their best. They don’t want to be told that a first draft is “fine,” even though it might be far better than another student’s third revision. On the other hand, they don’t want to be ignored. Great teachers understand how to give these students the kind of attention that keeps them moving forward under their own steam.
If you ask high achievers about their own performance, they will be much more critical than you would ever dream of being.
**
No matter how much we push them, they are much harder on themselves. They don’t want to settle for less than their best. They don’t want to be told that a first draft is “fine,” even though it might be far better than another student’s third revision. On the other hand, they don’t want to be ignored. Great teachers understand how to give these students the kind of attention that keeps them moving forward under their own steam.
Perceptions Can Become Reality
As educators, we understand that perceptions can become reality. People who say, “This is the worst group of kids,” soon start to believe it. Eventually, they start to treat them that way and, unfortunately, the students will start to behave accordingly.
Respecting the students and the power of praise
Effective teachers treat everyone with respect, every day. Even the best teachers may not like all of their students, but they act as if they do. And great teachers understand the power of praise.
**
It’s not difficult to treat some people with respect, or even to treat most people with respect. It’s even possible to treat all people with respect quite a bit of the time. The real challenge is to treat everyone with respect every day. Each of us can remember at least one occasion in our professional lives when someone in a leadership role treated us inappropriately. No matter how long ago it was, or how often that person treated us well, we remember. The same thing is true in our schools. If just once in a month, or even once in a year, we choose to make a sarcastic comment or cutting remark to a student or colleague, we might as well have carved it in stone. They may pretend to have forgotten that moment, but they will never forget. What’s more, anyone else who witnessed it will probably remember, too.
**
To be effective, praise must be authentic, specific, immediate, clean, and private.
**
It’s not difficult to treat some people with respect, or even to treat most people with respect. It’s even possible to treat all people with respect quite a bit of the time. The real challenge is to treat everyone with respect every day. Each of us can remember at least one occasion in our professional lives when someone in a leadership role treated us inappropriately. No matter how long ago it was, or how often that person treated us well, we remember. The same thing is true in our schools. If just once in a month, or even once in a year, we choose to make a sarcastic comment or cutting remark to a student or colleague, we might as well have carved it in stone. They may pretend to have forgotten that moment, but they will never forget. What’s more, anyone else who witnessed it will probably remember, too.
**
To be effective, praise must be authentic, specific, immediate, clean, and private.
Breadth of Vision
In studying and writing about leading educational change, I have made some interesting discoveries. For one thing, I have found that the greatest challenge is to get everyone—or almost everyone—on board. It might seem that simple logic would prevail. Demonstrate that a proposed change will benefit students, and we can then put it in motion with full support and willing participation. However, as we all know, that’s not what happens. Some people are quick to jump on any new bandwagon. (With all due respect and affection, I sometimes refer to them as, “The Lunatic Fringe.”) Others will more carefully probe and examine a proposal, try it out gradually, and in the end accept it wholeheartedly. But some stubbornly resist change of any kind. They work—or fight—to defeat it, even when it’s clearly better for students. Why does this happen? I have concluded that it all comes down to breadth of vision.
How Broad Is Your Vision?
How Broad Is Your Vision?
Great Expectations
The variable is not what teachers expect of students. Many teachers of all skill levels have high expectations for students. The variable—and what really matters—is what teachers expect of themselves. Great teachers have high expectations for students but even higher expectations for themselves. Poor teachers have high expectations for students but much lower expectations for themselves. Not only that, they have unrealistically high expectations for everyone else as well. They expect the principal to be perfect, every parent to be flawless, and every one of their peers to hold them in incredibly high regard.
Perception can become reality
As educators, we understand that perceptions can become reality. People who say, “This is the worst group of kids,” soon start to believe it. Eventually, they start to treat them that way and, unfortunately, the students will start to behave accordingly.
Sarcasm and Yelling
When is sarcasm appropriate in the classroom?
You know the answer: Never. Then let’s never use it in our classrooms.
**
Who decides how many arguments you get into in a week?
The answer, of course, is that we do. We never win an argument with a student. As soon as it starts, we have lost. If their peers are watching, they cannot afford to give in. We would like to win the argument, but they have to win the argument. (Plus, I have always felt that in all student–teacher interactions, there needs to be at least one adult, and I would prefer that it be the teacher.)
**
Outside of a true emergency (“Watch out for the acid!”) when is an appropriate time and place for yelling?
Again, we know the answer is never. The students we are most tempted to yell at have been yelled at so much, why on earth would we think this would be effective with them? Therefore, we do not yell at students.
Effective teachers choose wisely from their bag of tricks.
You know the answer: Never. Then let’s never use it in our classrooms.
**
Who decides how many arguments you get into in a week?
The answer, of course, is that we do. We never win an argument with a student. As soon as it starts, we have lost. If their peers are watching, they cannot afford to give in. We would like to win the argument, but they have to win the argument. (Plus, I have always felt that in all student–teacher interactions, there needs to be at least one adult, and I would prefer that it be the teacher.)
**
Outside of a true emergency (“Watch out for the acid!”) when is an appropriate time and place for yelling?
Again, we know the answer is never. The students we are most tempted to yell at have been yelled at so much, why on earth would we think this would be effective with them? Therefore, we do not yell at students.
Effective teachers choose wisely from their bag of tricks.
Tuesday, October 25, 2016
The Black Death
In what annals has it ever been read that houses were left vacant, cities deserted, the country neglected, the fields too small for the dead and a fearful and universal solitude over the whole earth?… Oh happy people of the future, who have not known these miseries and perchance will class our testimony with the fables.Petrarch
The medieval Italian poet Petrarch, describing the onslaught of the Black Death in 1348, was prescient. Today, we can’t imagine its lived reality. To sense what the Black Death was really like, you have to imagine that a third of the people you know, or of the human beings you can see walking down the street, suddenly vanish. The known world with a third fewer of its people within a span of six years is unthinkable. And it happened only once in history.
During the onslaught, there’d be no place to bury all the bodies; people would lie abandoned in the street, or curled up on the sidewalk, choking for air until they died. You’d meet a friend for lunch; by nightfall he’d be dead, dining with his ancestors in Paradise, as the Italian poet Boccaccio put it. You would never know whom the arrow would strike next – your wife, your children, your friends, your parents, or you yourself. A large, exquisitely painful swelling might erupt under your arm or in your groin, or – worse – you might feel well one minute and the next start spitting blood. And that blood-spitting was always fatal.
from: Aeon
Sunday, October 23, 2016
Self-Discipline
As the progressive educator Alfie Kohn points out in his essay Why Self-Discipline Is Overrated, the child who always completes her homework the moment it’s assigned looks like a paragon of virtue. But the truth may be that she “wants – or, more accurately, needs – to get the assignment out of the way in order to stave off anxiety”. She may hate leaving anything unfinished, or feel that her worth depends on her performance. This is sometimes a good way to get your work done (except when it backfires, as in my case), but it’s no recipe for an enjoyable life. We praise those who demonstrate “intrinsic motivation”, but sometimes all that means is that they have successfully internalised society’s drill-sergeant. We call them “driven”, which should be a clue: they are being yelled at, only by themselves.
https://www.theguardian.com/lifeandstyle/2016/sep/23/self-discipline-overrated-go-easy-yourself-this-column-will-change-your-life-oliver-burkeman
https://www.theguardian.com/lifeandstyle/2016/sep/23/self-discipline-overrated-go-easy-yourself-this-column-will-change-your-life-oliver-burkeman
The Purpose Of Life Is Not Happiness: It’s Usefulness
For the longest time, I believed that there’s only purpose of life: And that is to be happy.
Right? Why else go through all the pain and hardship? It’s to achieve happiness in some way.
And I’m not the only person who believed that. In fact, if you look around you, most people are pursuing happiness in their lives.
That’s why we collectively buy shit we don’t need, go to bed with people we don’t love, and try to work hard to get approval of people we don’t like.
Why do we do these things? To be honest, I don’t care what the exact reason is. I’m not a scientist. All I know is that it has something to do with history, culture, media, economy, psychology, politics, the information era, and you name it. The list is endless.
We are who are.
Let’s just accept that. Most people love to analyze why people are not happy or don’t live fulfilling lives. I don’t necessarily care about the why.
I care more about how we can change.
Just a few short years ago, I did everything to chase happiness.
- You buy something, and you think that makes you happy.
- You hook up with people, and think that makes you happy.
- You get a well-paying job you don’t like, and think that makes you happy.
- You go on holiday, and you think that makes you happy.
But at the end of the day, you’re lying in your bed (alone or next to your spouse), and you think: “What’s next in this endless pursuit of happiness?”
Well, I can tell you what’s next: You, chasing something random that you believe makes you happy.
It’s all a façade. A hoax. A story that’s been made up.
Did Aristotle lie to us when he said:
“Happiness is the meaning and the purpose of life, the whole aim and end of human existence.”
I think we have to look at that quote from a different angle. Because when you read it, you think that happiness is the main goal. And that’s kind of what the quote says as well.
But here’s the thing: How do you achieve happiness?
Happiness can’t be a goal in itself. Therefore, it’s not something that’s achievable.
I believe that happiness is merely a byproduct of usefulness.
When I talk about this concept with friends, family, and colleagues, I always find it difficult to put this into words. But I’ll give it a try here.
Most things we do in life are just activities and experiences.
- You go on holiday.
- You go to work.
- You go shopping.
- You have drinks.
- You have dinner.
- You buy a car.
Those things should make you happy, right? But they are not useful. You’re not creating anything. You’re just consuming or doing something. And that’s great.
Don’t get me wrong. I love to go on holiday, or go shopping sometimes. But to be honest, it’s not what gives meaning to life.
What really makes me happy is when I’m useful. When I create something that others can use. Or even when I create something I can use.
For the longest time I foud it difficult to explain the concept of usefulness and happiness. But when I recently ran into a quote by Ralph Waldo Emerson, the dots connected.
Emerson says:
“The purpose of life is not to be happy. It is to be useful, to be honorable, to be compassionate, to have it make some difference that you have lived and lived well.”
And I didn’t get that before I became more conscious of what I’m doing with my life. And that always sounds heavy and all. But it’s actually really simple.
It comes down to this: What are you DOING that’s making a difference?
Did you do useful things in your lifetime? You don’t have to change the world or anything. Just make it a little bit better than you were born.
If you don’t know how, here are some ideas.
- Help your boss with something that’s not your responsibility.
- Take your mother to a spa.
- Create a collage with pictures (not a digital one) for your spouse.
- Write an article about the stuff you learned in life.
- Help the pregnant lady who also has a 2-year old with her stroller.
- Call your friend and ask if you can help with something.
- Build a standing desk.
- Start a business and hire an employee and treat them well.
That’s just some stuff I like to do. You can make up your own useful activities.
You see? It’s not anything big. But when you do little useful things every day, it adds up to a life that is well lived. A life that mattered.
The last thing I want is to be on my deathbed and realize there’s zero evidence that I ever existed.
Recently I read Not Fade Away by Laurence Shames and Peter Barton. It’s about Peter Barton, the founder of Liberty Media, who shares his thoughts about dying from cancer.
It’s a very powerful book and it will definitely bring tears to your eyes. In the book, he writes about how he lived his life and how he found his calling. He also went to business school, and this is what he thought of his fellow MBA candidates:
“Bottom line: they were extremely bright people who would never really doanything, would never add much to society, would leave no legacy behind. I found this terribly sad, in the way that wasted potential is always sad.”
You can say that about all of us. And after he realized that in his thirties, he founded a company that turned him into a multi-millionaire.
Another person who always makes himself useful is Casey Neistat. I’ve been following him for a year and a half now, and every time I watch his YouTube show, he’s doing something.
He also talks about how he always wants to do and create something. He even has a tattoo on his forearm that says “Do More.”
Most people would say, “why would you work more?” And then they turn on Netflix and watch back to back episodes of Daredevil.
A different mindset.
Being useful is a mindset. And like with any mindset, it starts with a decision. One day I woke up and thought to myself: What am I doing for this world? The answer was nothing.
And that same day I started writing. For you it can be painting, creating a product, helping elderly, or anything you feel like doing.
Don’t take it too seriously. Don’t overthink it. Just DO something that’s useful. Anything.
Darius Foroux, http://dariusforoux.com/happiness-usefulness/
Friday, October 21, 2016
One Hundred Years of Solitude
“I did not get up for eighteen months,” he would recall. Like the book’s protagonist, Colonel Aureliano Buendía—who hides out in his workshop in Macondo, fashioning tiny gold fish with jewelled eyes—the author worked obsessively. He marked the typed pages, then sent them to a typist who made a fresh copy. He called friends to read pages aloud. Mercedes maintained the family. She stocked the cupboard with scotch for when work was done. She kept bill collectors at bay. She hocked household items for cash: “telephone, fridge, radio, jewellery,” as García Márquez’s biographer Gerald Martin has it. He sold the Opel. When the novel was finished, and Gabo and Mercedes went to the post office to send the typescript to the publisher, Editorial Sudamericana, in Buenos Aires, they didn’t have the 82 pesos for the postage. They sent the first half, and then the rest after a visit to the pawnshop.
He had smoked 30,000 cigarettes and run through 120,000 pesos (about $10,000). Mercedes asked, “And what if, after all this, it’s a bad novel?”
from:VanityFair
Saturday, October 15, 2016
The Power of Expectations
How do the best teachers approach classroom management? What do they do differently? Here’s the answer in a nutshell: Great teachers focus on expectations. Other teachers focus on rules. The least effective teachers focus on the consequences of breaking the rules.
**
The teacher may have predetermined and stated consequences for misbehavior, but these are clearly secondary to the expectations. The key is to set expectations and then establish relationships so that students want to meet these expectations. Great teachers don’t focus on “What am I going to do if students misbehave?” They expect good behavior, and generally that’s what they get.
**
Students are experts at cost-benefit analysis: If I skip one hour of class, I’ll have to go to two hours of detention. Is it worth it? (How many of my buddies will be in detention?)
Fikirsiz Kimlikler
“Kendisi hakkında fikir sahibi olmama”, postmodern dönem insanının başlıca karakter özelliklerinden. Üstelik bu basitçe şuursuzluktan ibaret değil. Kendinden bîhaberliğe, genellikle, azıcık izan sahibi herkesi affallatıcı bir pişkinlik, en ufak dokunuşta tın tın öttüğü halde sahibinin altın dolu küp muamelesi yaptığı çakma özgüven, bunları biraraya getirince otomatikman salgıladıkları küstahlık eşlik ediyor.
Ortaya çıkan ve bazen virüsvârî, herkesi sinsice hasta eden, bazen yırtıcı hayvan misali görünür kanlı telefat yaratan sonuçlardan biri, hiçbir özel vasfı, becerisi olmadığı halde her şeye hakkı olduğuna inanan insanlar. Birörnek giyinen, birörnek konuşan, ses tonlarından dahi ayırt edilmeleri zor olan ama her biri kendini dünyanın en özgün bireyi sayan canlılar. Bu canlı türü herhangi bir amaca, hedefe ulaşmak için herhangi bir özel beceri edinmek, mazallah birşeyler öğrenmek, aman! hele hele emek harcamak durumunda değildir. Kendisi, kendisi olduğu için her şeye hakkı vardır, her şey onun olmalıdır, filan…
Mesele çıkmasın, kötüsünden reklamı olmasın diye adını vermiyorum, zaten her tarafta görüyorsunuzdur, vaktiyle spor ayakkabılarından başladığı işi şimdi büyütmüş olan bir giyim firması, dünyanın fakirlikten nisbeten uzak büyükşehirlerinde yaşanan hayat hakkında daha kolay felsefe yapılabilsin diye kıymetli bir hizmet sunuyor.
**
1980’ler sonrasının postmodern ortamında boy veren, yazımın başlangıcında ucundan dokunabildiğim “canlı türü”nün, bugün artık insanın “doğal ortamı” sayabileceğimiz, gelişmiş ülkelerdeki ve gelişmemiş ülkelerin gelişmiş şehirlerindeki hakimiyeti ile bu musibet arasında münasebet var gibi.
Bu konudaki sorgu kolay bitmez; pek çok soru sorulabilir:
Algı operasyonu denen şeyin feriştahıyla mı karşı karşıyayız? Bütün bu “sen”ler, “kendin”lerle atomize edildikleri için mi insanlar özgün olabilmek için aslında başkalarıyla aynı şeyleri giydiklerini fark edemiyorlar?
Yoksa -burada esas soruya yaklaşıyoruz- aslında başkalarını mı fark edemiyorlar? Burada sanki bir ideoloji aşamasına bile gelemiyoruz. Daha baştan, etrafa bakarken görememe hali var gibi.
Peki bu atomize oluş (ediş!) bir ülke sınırları içindeki insan topluluğunu toplum olmaktan çıkmaya doğru sürüklemiyor mu? Böylece, eğitimsiz geniş kitleler, propaganda teknolojisinin ustalıklı kullanımıyla, onların, hepsinin kılınmış, aslında pekâlâ daracık bir çevreye, zümreye, kimi zaman tek bir lidere ait duygusal hedef etrafında birleştirilebiliyor, anti-demokrasi rejimine destek edilirken, öbür yanda, kendini bireysel özgürlüklerinin engin ummanında yüzmekte sanan sen’ler, kendin’ler, havası her an kesilebilecek, istendiği anda yemsiz bırakılabilecek bir akvaryumda birörnek geziniyorlar.
’80’lar sonrasının az buçuk gelişmiş kapitalist şehrinde boy veren, kendini biricik sanan, çünkü görmez-duymazlaşmış sen-kendin bireyi, asgarî ilkokul bilgisiyle kofluğu anlaşılacak zırvalara şehvetle inanmaya hazır, çünkü eğitimsiz bırakılmış kitle, yalanı sağlam imal edip düzgün paketlemeye bile ihtiyaç duymayan, çünkü ahlâksız yönetici-siyasetçi, dahası, utanç verici eylemlerini yalanla örtmeye gerek duymayan, çünkü gücü ele geçirmiş, onunla ilerleyebileceğini gözüne kestirmiş, “yaptımsa yaptım”cı muktedir… bunların hepsi aynı paketin unsurları mıdır?
Sadece soruyorum :)
Ümit Kıvanç
P24 BLOG
Ortaya çıkan ve bazen virüsvârî, herkesi sinsice hasta eden, bazen yırtıcı hayvan misali görünür kanlı telefat yaratan sonuçlardan biri, hiçbir özel vasfı, becerisi olmadığı halde her şeye hakkı olduğuna inanan insanlar. Birörnek giyinen, birörnek konuşan, ses tonlarından dahi ayırt edilmeleri zor olan ama her biri kendini dünyanın en özgün bireyi sayan canlılar. Bu canlı türü herhangi bir amaca, hedefe ulaşmak için herhangi bir özel beceri edinmek, mazallah birşeyler öğrenmek, aman! hele hele emek harcamak durumunda değildir. Kendisi, kendisi olduğu için her şeye hakkı vardır, her şey onun olmalıdır, filan…
Mesele çıkmasın, kötüsünden reklamı olmasın diye adını vermiyorum, zaten her tarafta görüyorsunuzdur, vaktiyle spor ayakkabılarından başladığı işi şimdi büyütmüş olan bir giyim firması, dünyanın fakirlikten nisbeten uzak büyükşehirlerinde yaşanan hayat hakkında daha kolay felsefe yapılabilsin diye kıymetli bir hizmet sunuyor.
**
1980’ler sonrasının postmodern ortamında boy veren, yazımın başlangıcında ucundan dokunabildiğim “canlı türü”nün, bugün artık insanın “doğal ortamı” sayabileceğimiz, gelişmiş ülkelerdeki ve gelişmemiş ülkelerin gelişmiş şehirlerindeki hakimiyeti ile bu musibet arasında münasebet var gibi.
Bu konudaki sorgu kolay bitmez; pek çok soru sorulabilir:
Algı operasyonu denen şeyin feriştahıyla mı karşı karşıyayız? Bütün bu “sen”ler, “kendin”lerle atomize edildikleri için mi insanlar özgün olabilmek için aslında başkalarıyla aynı şeyleri giydiklerini fark edemiyorlar?
Yoksa -burada esas soruya yaklaşıyoruz- aslında başkalarını mı fark edemiyorlar? Burada sanki bir ideoloji aşamasına bile gelemiyoruz. Daha baştan, etrafa bakarken görememe hali var gibi.
Peki bu atomize oluş (ediş!) bir ülke sınırları içindeki insan topluluğunu toplum olmaktan çıkmaya doğru sürüklemiyor mu? Böylece, eğitimsiz geniş kitleler, propaganda teknolojisinin ustalıklı kullanımıyla, onların, hepsinin kılınmış, aslında pekâlâ daracık bir çevreye, zümreye, kimi zaman tek bir lidere ait duygusal hedef etrafında birleştirilebiliyor, anti-demokrasi rejimine destek edilirken, öbür yanda, kendini bireysel özgürlüklerinin engin ummanında yüzmekte sanan sen’ler, kendin’ler, havası her an kesilebilecek, istendiği anda yemsiz bırakılabilecek bir akvaryumda birörnek geziniyorlar.
’80’lar sonrasının az buçuk gelişmiş kapitalist şehrinde boy veren, kendini biricik sanan, çünkü görmez-duymazlaşmış sen-kendin bireyi, asgarî ilkokul bilgisiyle kofluğu anlaşılacak zırvalara şehvetle inanmaya hazır, çünkü eğitimsiz bırakılmış kitle, yalanı sağlam imal edip düzgün paketlemeye bile ihtiyaç duymayan, çünkü ahlâksız yönetici-siyasetçi, dahası, utanç verici eylemlerini yalanla örtmeye gerek duymayan, çünkü gücü ele geçirmiş, onunla ilerleyebileceğini gözüne kestirmiş, “yaptımsa yaptım”cı muktedir… bunların hepsi aynı paketin unsurları mıdır?
Sadece soruyorum :)
Ümit Kıvanç
P24 BLOG
Friday, October 14, 2016
Mehmet Çavuş
Ayın altında güzel ve korkunç yüzünü seyrediyordum. Anadolu’da ender görünen çevik bir vücudu var, fakat gövde yine meşe ağaçları gibi sağlam ve kalın. Kafası yuvarlak ve tepesi tıraşlı. Alnında bir tutam uzun siyah perçem, ince kaşları üstüne dökülüyor. Gözleri kor gibi siyah, burnu mutaazzım, biraz uzun, biraz da bir tarafa çarpılıyor, bu burnun, gazab, istihza ve hassasiyetle dolu bir hususiyeti var. Dudakları kıpkırmızı, içinde dünyanın en beyaz dişleri parlıyor, uzun, siyah, genç Anadolu bıyığının uçları yanakları geçiyor, boşluğa uzanıyor. Laz başlığı sağ tarafta iki boynuz gibi düğümlenmiş, arkasını duvara vermiş, gözleri gökte, uzanıyor. Yanında çocuğu gibi yatan martini[sini] derunî bir düşünce ile okşuyor. Düşünüyorum ki Köroğlu, Çamlıbel’den bu akşam kalksa gelse kafası böyle olur, gözleri böyle parlar.
Toprağını, taşını müdafaa için dağdan kopan bu evlâtlarını Anadolu bizden çok seviyor. Bütün türküsü, bütün masalları onların etrafındadır.
Garbın kafamıza indirdiği küsküden bizim sersem ve mebhut kaldığımız an, bunlar, sayha ile bizi uyandırdılar. Şark dünyasında ilk yumruğunu zulme kaldıran, ilk yeni ruhla atılan bu günahkâr çocuklardı. Şimdi bunlar uzaktan, pek uzaktan gelen bir ordunun ayak seslerini dinliyorlar. Bunlar ilk ateş ve tehlikede çıplak vücutlarıyla ilk müdafaa hattını yaptılar. Şimdi arkadan rap rap ayak seslerini dinledikleri Türk Ordusu geliyor. O bunlarla karışıp bunlardan mı olacak, yoksa bunları çiğneyip geçecek mi?
Yanımda birdenbire susan Mehmet Çavuş’un kor gözleri, uzun bıyıkları beyaz ışıklar altında tehlike sezmiş gibi ayakta ve asi. Ne çocuk gibi açık ve basit kahramanlıkları ve günahları var.
— Mehmet Çavuş, şu ilk silâhları nasıl kaçırdınız, bir daha anlat, beni pek sardı.
Yüzünden çocuk gibi sevinç rüzgârı geçiyor, en koyu telaffuzu ile başlıyor:
— Gırk araba gadana vadı...
Ateşten Gömlek
Menfezi geçtikten sonra Polatlı’nın arkasından Karadağ’a kadar hayli ehemmiyetli bir meyil ile bir sırt daha karşımıza çıktı. Soldan gidip meyli aşacağız.
Deniz fırtınasından pek korkardım. Bir gün Marsilya’dan gelirken azim bir fırtınaya tutuldum. Fırtına başlarken daha vapur kayık gibi çalkanmaya, beyaz köpüklerin üstünde kendini kaybetmeye başladı. O zaman kaptanın ve tayfanın yüzünü mütemadiyen aramıştım ve her defasında henüz tehlike dakikasının gelmediğine inanıyor ve korkumu asıl tehlikenin vüruduna talik ediyordum. Kendi kendime:
— Eh fena dakika geldiği zaman korkarım, diyordum.
Deniz azıyor, azıyor, ben yine kumanda mevkiinde kaptanın dalgalar arasında yüksek sesle kumandasını takip ediyordum; bu ses bana garip bir teselli ve sükûn veriyordu. Burada da, bu korkunç sükûn içinde de, top seslerinin kulakları patlatan iniltileri arasında da İhsan’ın ve küçük zâbitlerin insan sesinden ziyâde çelik sesine benzeyen kısık kumandalarını dinliyor, etrafa yavaş yavaş ekmeye başladığımız arkadaş naaşlarını aşıp giderken korkacak dakikanın gelmediğine kani oluyordum.
İşte mitralyöz tıkırtıları... İşte top, işte kurşun vızıltıları. İşte mütemadiyen yere serilen atlı ve yaya askerler. Hâlâ korkmuyorum. Ne garip şey... Harpte yegâne korkunç şey insanın korkusu galiba. Hezimet ve ricat olmayan yerde meğer korku yokmuş. Harp ne basit bir şey.
Korku
Korku
Ateşten Gömlek
Menfezi geçtikten sonra Polatlı’nın arkasından Karadağ’a kadar hayli ehemmiyetli bir meyil ile bir sırt daha karşımıza çıktı. Soldan gidip meyli aşacağız.
Deniz fırtınasından pek korkardım. Bir gün Marsilya’dan gelirken azim bir fırtınaya tutuldum. Fırtına başlarken daha vapur kayık gibi çalkanmaya, beyaz köpüklerin üstünde kendini kaybetmeye başladı. O zaman kaptanın ve tayfanın yüzünü mütemadiyen aramıştım ve her defasında henüz tehlike dakikasının gelmediğine inanıyor ve korkumu asıl tehlikenin vüruduna talik ediyordum. Kendi kendime:
— Eh fena dakika geldiği zaman korkarım, diyordum.
Deniz azıyor, azıyor, ben yine kumanda mevkiinde kaptanın dalgalar arasında yüksek sesle kumandasını takip ediyordum; bu ses bana garip bir teselli ve sükûn veriyordu. Burada da, bu korkunç sükûn içinde de, top seslerinin kulakları patlatan iniltileri arasında da İhsan’ın ve küçük zâbitlerin insan sesinden ziyâde çelik sesine benzeyen kısık kumandalarını dinliyor, etrafa yavaş yavaş ekmeye başladığımız arkadaş naaşlarını aşıp giderken korkacak dakikanın gelmediğine kani oluyordum.
İşte mitralyöz tıkırtıları... İşte top, işte kurşun vızıltıları. İşte mütemadiyen yere serilen atlı ve yaya askerler. Hâlâ korkmuyorum. Ne garip şey... Harpte yegâne korkunç şey insanın korkusu galiba. Hezimet ve ricat olmayan yerde meğer korku yokmuş. Harp ne basit bir şey.
Mehmet Çavuş
Ayın altında güzel ve korkunç yüzünü seyrediyordum. Anadolu’da ender görünen çevik bir vücudu var, fakat gövde yine meşe ağaçları gibi sağlam ve kalın. Kafası yuvarlak ve tepesi tıraşlı. Alnında bir tutam uzun siyah perçem, ince kaşları üstüne dökülüyor. Gözleri kor gibi siyah, burnu mutaazzım, biraz uzun, biraz da bir tarafa çarpılıyor, bu burnun, gazab, istihza ve hassasiyetle dolu bir hususiyeti var. Dudakları kıpkırmızı, içinde dünyanın en beyaz dişleri parlıyor, uzun, siyah, genç Anadolu bıyığının uçları yanakları geçiyor, boşluğa uzanıyor. Laz başlığı sağ tarafta iki boynuz gibi düğümlenmiş, arkasını duvara vermiş, gözleri gökte, uzanıyor. Yanında çocuğu gibi yatan martini[sini] derunî bir düşünce ile okşuyor. Düşünüyorum ki Köroğlu, Çamlıbel’den bu akşam kalksa gelse kafası böyle olur, gözleri böyle parlar.
Toprağını, taşını müdafaa için dağdan kopan bu evlâtlarını Anadolu bizden çok seviyor. Bütün türküsü, bütün masalları onların etrafındadır.
Garbın kafamıza indirdiği küsküden bizim sersem ve mebhut kaldığımız an, bunlar, sayha ile bizi uyandırdılar. Şark dünyasında ilk yumruğunu zulme kaldıran, ilk yeni ruhla atılan bu günahkâr çocuklardı. Şimdi bunlar uzaktan, pek uzaktan gelen bir ordunun ayak seslerini dinliyorlar. Bunlar ilk ateş ve tehlikede çıplak vücutlarıyla ilk müdafaa hattını yaptılar. Şimdi arkadan rap rap ayak seslerini dinledikleri Türk Ordusu geliyor. O bunlarla karışıp bunlardan mı olacak, yoksa bunları çiğneyip geçecek mi?
Yanımda birdenbire susan Mehmet Çavuş’un kor gözleri, uzun bıyıkları beyaz ışıklar altında tehlike sezmiş gibi ayakta ve asi. Ne çocuk gibi açık ve basit kahramanlıkları ve günahları var.
— Mehmet Çavuş, şu ilk silâhları nasıl kaçırdınız, bir daha anlat, beni pek sardı.
Yüzünden çocuk gibi sevinç rüzgârı geçiyor, en koyu telaffuzu ile başlıyor:
— Gırk araba gadana vadı...
Tuesday, October 11, 2016
Saatleri Ayarlama Enstitüsü
Çirkin diyorsunuz, binaenaleyh bugünün telakkilerine göre sempatik demektir. Sesi kötü, diyorsunuz, şu halde dokunaklı ve bazı havalara elverişli demektir. Kabiliyetsiz diyorsunuz, o halde muhakkak orjinaldir. Yarın baldızınızla meşgul olurum...Yarından itibaren baldızınız sahnededir, meşhurdur, gazetelerde ismi sık sık geçer...
**
Saatçiyan Efendi gözlerini ayakkabılarımdan ayırdı; daha doğrusu bu ayakkabıların tek başına oraya gelmediklerini, bir sahipleri bulunması lazım geldiğini, o biçarenin de bir başı ve bu başta da bir çehrenin mevcut olabileceğini düşündü.
**
Dinlemesini biliyorsun, ki bu mühim bir meziyettir. Hiçbir işe yaramasa bile insanın boşluğunu örter, karşısındakiyle aynı seviyeye çıkarır!
**
Bu daima böyledir. Hadiseler kendiliğinden unutulmaz. Onları unutturan, tesirlerini hafifleten, varsa kabahatlilerini affettiren daima öbür hadiselerdir.
**
İşler bizden sonra dünyaya gelmişlerdir. İşleri onları görecek adamlar icat eder.
**
İş insanı temizliyor, güzelleştiriyor, kendisi yapıyor, etrafıyla arasında bir yığın münasebet kuruyordu. Fakat iş aynı zamanda insanı zaptediyordu. Ne kadar abes ve mânasız olursa olsun bir işin mesuliyetini alan ve benimseyen adam, ister istemez onun dairesinden çıkmıyor, onun mahpusu oluyordu. İnsan kaderinin ve tarihin büyük sırrı burada idi.
**
Hayatta her şey sınıf sınıf. Kadınlar da öyle değil mi? Selma Hanımefendi, Nevzat Hanım, Pakize, sonra Pakize'nin kardeşi olduğu halde mesela büyük baldızım... Hepsi ayrı cinsten. Daha niceleri var. Kâinat lâhana gibi, yaprak yaprak, kat kat...
**
**
Saatçiyan Efendi gözlerini ayakkabılarımdan ayırdı; daha doğrusu bu ayakkabıların tek başına oraya gelmediklerini, bir sahipleri bulunması lazım geldiğini, o biçarenin de bir başı ve bu başta da bir çehrenin mevcut olabileceğini düşündü.
**
Dinlemesini biliyorsun, ki bu mühim bir meziyettir. Hiçbir işe yaramasa bile insanın boşluğunu örter, karşısındakiyle aynı seviyeye çıkarır!
**
Bu daima böyledir. Hadiseler kendiliğinden unutulmaz. Onları unutturan, tesirlerini hafifleten, varsa kabahatlilerini affettiren daima öbür hadiselerdir.
**
İşler bizden sonra dünyaya gelmişlerdir. İşleri onları görecek adamlar icat eder.
**
İş insanı temizliyor, güzelleştiriyor, kendisi yapıyor, etrafıyla arasında bir yığın münasebet kuruyordu. Fakat iş aynı zamanda insanı zaptediyordu. Ne kadar abes ve mânasız olursa olsun bir işin mesuliyetini alan ve benimseyen adam, ister istemez onun dairesinden çıkmıyor, onun mahpusu oluyordu. İnsan kaderinin ve tarihin büyük sırrı burada idi.
**
Hayatta her şey sınıf sınıf. Kadınlar da öyle değil mi? Selma Hanımefendi, Nevzat Hanım, Pakize, sonra Pakize'nin kardeşi olduğu halde mesela büyük baldızım... Hepsi ayrı cinsten. Daha niceleri var. Kâinat lâhana gibi, yaprak yaprak, kat kat...
**
Saatleri Ayarlama Enstitüsü
Çirkin diyorsunuz, binaenaleyh bugünün telakkilerine göre sempatik demektir. Sesi kötü, diyorsunuz, şu halde dokunaklı ve bazı havalara elverişli demektir. Kabiliyetsiz diyorsunuz, o halde muhakkak orjinaldir. Yarın baldızınızla meşgul olurum...Yarından itibaren baldızınız sahnededir, meşhurdur, gazetelerde ismi sık sık geçer...
**
Saatçiyan Efendi gözlerini ayakkabılarımdan ayırdı; daha doğrusu bu ayakkabıların tek başına oraya gelmediklerini, bir sahipleri bulunması lazım geldiğini, o biçarenin de bir başı ve bu başta da bir çehrenin mevcut olabileceğini düşündü.
**
Dinlemesini biliyorsun, ki bu mühim bir meziyettir. Hiçbir işe yaramasa bile insanın boşluğunu örter, karşısındakiyle aynı seviyeye çıkarır!
**
Bu daima böyledir. Hadiseler kendiliğinden unutulmaz. Onları unutturan, tesirlerini hafifleten, varsa kabahatlilerini affettiren daima öbür hadiselerdir.
**
İşler bizden sonra dünyaya gelmişlerdir. İşleri onları görecek adamlar icat eder.
**
İş insanı temizliyor, güzelleştiriyor, kendisi yapıyor, etrafıyla arasında bir yığın münasebet kuruyordu. Fakat iş aynı zamanda insanı zaptediyordu. Ne kadar abes ve mânasız olursa olsun bir işin mesuliyetini alan ve benimseyen adam, ister istemez onun dairesinden çıkmıyor, onun mahpusu oluyordu. İnsan kaderinin ve tarihin büyük sırrı burada idi.
**
Hayatta her şey sınıf sınıf. Kadınlar da öyle değil mi? Selma Hanımefendi, Nevzat Hanım, Pakize, sonra Pakize'nin kardeşi olduğu halde mesela büyük baldızım... Hepsi ayrı cinsten. Daha niceleri var. Kâinat lâhana gibi, yaprak yaprak, kat kat...
**
**
Saatçiyan Efendi gözlerini ayakkabılarımdan ayırdı; daha doğrusu bu ayakkabıların tek başına oraya gelmediklerini, bir sahipleri bulunması lazım geldiğini, o biçarenin de bir başı ve bu başta da bir çehrenin mevcut olabileceğini düşündü.
**
Dinlemesini biliyorsun, ki bu mühim bir meziyettir. Hiçbir işe yaramasa bile insanın boşluğunu örter, karşısındakiyle aynı seviyeye çıkarır!
**
Bu daima böyledir. Hadiseler kendiliğinden unutulmaz. Onları unutturan, tesirlerini hafifleten, varsa kabahatlilerini affettiren daima öbür hadiselerdir.
**
İşler bizden sonra dünyaya gelmişlerdir. İşleri onları görecek adamlar icat eder.
**
İş insanı temizliyor, güzelleştiriyor, kendisi yapıyor, etrafıyla arasında bir yığın münasebet kuruyordu. Fakat iş aynı zamanda insanı zaptediyordu. Ne kadar abes ve mânasız olursa olsun bir işin mesuliyetini alan ve benimseyen adam, ister istemez onun dairesinden çıkmıyor, onun mahpusu oluyordu. İnsan kaderinin ve tarihin büyük sırrı burada idi.
**
Hayatta her şey sınıf sınıf. Kadınlar da öyle değil mi? Selma Hanımefendi, Nevzat Hanım, Pakize, sonra Pakize'nin kardeşi olduğu halde mesela büyük baldızım... Hepsi ayrı cinsten. Daha niceleri var. Kâinat lâhana gibi, yaprak yaprak, kat kat...
**
Hürriyet
Benim çocukluğumun belli başlı imtiyazı hürriyetti.
Bu kelimeyi bugün sadece siyasî mânasında kullanıyoruz. Ne yazık! Onu politikaya mahsus bir şey addedenler korkarım ki, hiçbir zaman mânasını anlamayacaklardır. Politikadaki hürriyet, bir yığın hürriyetsizliğin anahtarı veya ardına kadar açık duran kapısıdır. Meğer ki dünyanın en kıt nimeti olsun; ve bir tek insan onunla şöyle iyice karnını doyurmak istedi mi etrafındakiler mutlak surette aç kalsınlar. Ben bu kadar kendi zıddı ile beraber gelen ve zıtlarının altında kaybolan nesne görmedim. Kısa ömrümde yedi sekiz defa memleketimize geldiğini işittim. Evet, bir kere bile kimse bana gittiğini söylemediği hâlde, yedi sekiz defa geldi; ve o geldi diye biz sevincimizden, davul zurna, sokaklara fırladık.
Nereden gelir? Nasıl birdenbire gider? Veren mi tekrar elimizden alır? Yoksa biz mi birdenbire bıkar, “Buyurunuz efendim, bendeniz artık hevesimi aldım. Sizin olsun, belki bir işinize yarar!” diye hediye mi ederiz? Yoksa masallarda, duvar diplerinde birdenbire parlayan fakat yanına yaklaşıp avuçlayınca gene birdenbire kömür veya toprak yığını hâline giren o büyülü hâzinelere mi benzer? Bir türlü anlayamadım.
Nihayet şu kanaata vardım ki, ona hiç kimsenin ihtiyacı yoktur.
Sunday, October 9, 2016
Çocuklarda Kardeş Kıskançlığının Sebebi Nedir?
1-) Kıskançlığın kökeni “kaybetme korkusu”dur. Kişi, sahiplendiği bir “değeri” kaybedeceği hissine kapıldığında davranışları anormalleşir. Kimi zaman ortamı terörize edip bağırır çağırır, kendine ya da başkalarına zarar verir. Kimi zaman da tam tersi içe kapanır, küser, çekilir bir kenara sessizleşir. Ortaya konulan anormal davranışların amacı, kaybı önlemektir.
2-) Kıskançlık “aklın” değil, “duygunun” ürünüdür. Çözüm “mantıkta” değil, “duyguda” gizlidir. Akıl ikna edildikçe değil, kişi kendini güvende hissettikçe kıskançlık azalır.
3-) Kıskançlık her insanda var olan “pasif duygudur”, uyarıldığında aktifleşir.
http://ademgunes.com/kose-yazilari/19/209/kardes-catismalari-ve-birkac-cozum-onerisi-2
Through fantasy, children face their fears and become braver
Fantasy stories take us back to the times when humans were a more helpless part of the natural world, troubled by the big questions. Where do we come from? Where do we go? Children want to ask those questions and so they easily embrace the conventions of fantasy, used since the very beginnings of storytelling, to confront what frightens and enchants them.
The question of where we come from and where we’re going can be addressed by introducing children to ghosts and ghouls, for example. The uniquely human experience of being separated from all other forms of life on this planet can be bridged by imagining their human skin turning into fur or feathers.
Fantasy is not mere childish escapism. There is a political aspect to it – we won’t try to change this world unless we are able to imagine another reality. One could say all change starts with fantasy.
--
Reading the stories of other cultures helps children to understand their fears, their hopes, their religious beliefs and the landscapes that formed their culture. Only imagination can let us wear the skin of the others and question our perceptions of the world.
What does it feel like to be blind? To be clumsy, sick or poor? How is the world different if you are beautiful or famous? How does it feel if you’re afraid of your own father? If school makes you feel stupid? Getting children to imagine something and write it down, paint it or turn it into music will help them and others to see the world differently.
--
Fantasy can teach children to notice things and deepen their interpretation of what they see. Ask children to consider: why do we wear red one day and blue another? Does sadness have a colour? Does joy? What colour does our best friend have if we close our eyes? What animal would they be? What animal am I? And which one would I like to be? Who would be a predator in your classroom? Who would be a bird?
Cornelia Funke
Source:The Guardian
WHY EVERY AMERICAN SHOULD READ THE RELUCTANT FUNDAMENTALIST
This year I find myself thinking of the opening lines of a novel published in 2007. “Excuse me, sir, but may I be of assistance? Ah, I see I have alarmed you. Do not be frightened by my beard: I am a lover of America.” So begins Mohsin Hamid’s Man Booker-shortlisted The Reluctant Fundamentalist, a novel which follows the transnational journey of Changez, a young man from Pakistan, as he leaves Lahore and becomes a successful businessman in New York City. Later, Changez, who has begun to feel welcome in New York due to the city’s ethnic diversity, witnesses 9/11 on television while on a business trip in Manila, and his life abruptly changes. Changez is not a practicing Muslim—Hamid goes as far as to suggest, in an article in The Guardian, that Changez may be an atheist—yet everyone perceives him as Muslim due to his ethnicity and place of birth, which results in Changez having to take a series of major, unexpected steps. All of this he tells to an unnamed American—the “you” of the opening, though it is also, of course, perhaps aimed at “assisting” American readers more broadly.
The Reluctant Fundamentalist, to me, is a novel we should read, or reread, in 2016 as much as in 2007. While hardly the only novel to address 9/11, terrorism, and religious tensions, it is certainly one of the most accessible books to do so. Here is a novel that resists a single, moralistic interpretation; instead, how one reads the ending largely depends on what one assumes about Pakistan and America. We can shape events, and, perhaps more importantly, events can reshape us, can recreate us, like impulsive gods, in their own image.
There were few Muslims in Dominica, the island I grew up in, but there was one well-known Muslim family, well-known largely because they had opened a famous store for electronics in our capital city simply called “The Muslim Store.” I went to the shop every so often as a child with my mother, and, aside from the name of the store and the fact that the male employees wore gray or black thobes and that once in a while I saw women near the store in hijabs or niqabs, I never saw the store-owners as anything particularly different from anyone else; the family there just seemed like so many other families in Dominica, a part of the eclectic mix that made up the island. The idea that I should fear or despise someone for following Islam was utterly foreign to me until 9/11, which I watched on television at home in Dominica. Muslims were never “the Other” until the American media and my own ignorance, briefly, convinced me that they should be.
Years later, I thought of this Dominican family again. Now, I, who had been raised Roman Catholic and briefly become a Wiccan, was an atheist, and had learnt on my own more about how Islam, like all religions, came in varieties: Ahmadiyya, Sunni, Shia, Islamism, and so on. I had learnt about the Islamic Golden Age, which not only produced important intellectual contributions in astronomy, mathematics, and more, but without which the European Renaissance may never have occurred. The memory of the simple shop surprised me. It was a reminder of something obvious, yet all too easy to forget: hate is something we learn, something colored, like romanticizing, by our memories. Hatred, as William Hazlitt reminds us in his perversely delightful essay from 1826, “On the Pleasure of Hating,” is complex; “hatred alone is immortal,” he writes, and it may well be impossible to live without some degree of hostility towards something in us. But in so many cases, hatred is also a failure, not of love, but of nuance, of complexity. It is easy to hate when we make the world small and simple; it is harder to hate large groups when we are able to understand the variety that lives in said groups.
Of course, love is too simple an answer. The opposite of hating, after all, is not loving; it is understanding.
The simple revolutionary idea—which I, like many others, find myself needing to relearn sometimes—is that even radical difference, sometimes, can be benign.
* * * *
I’ve always opened my undergraduate course, Intro to Global Literature, with Hamid’s novel, a book I myself first read after my best friend recommended it. Many of the American students confess to me they came into the class with a negative image of Muslims. Yet the novel showed them something new. Instead of “the West” talking about “the East,” which is most often the kind of narrative they know, The Reluctant Fundamentalist flips the script by having a Pakistani man narrate the entire tale, denying “the American” a direct voice. A few of my American students say that this feels uncomfortable; some even initially accuse Changez, whose name Hamid chose to echo Genghis Khan, of being “anti-American.” This, of course, is the point—to show how it feels to be in a one-sided narrative. Changez’s occasional political asides to “the American” intrigued and unnerved some students, like his idea that “terrorism…was defined [by the American government] to refer only to the organized and politically motivated killing of civilians by killers not wearing the uniforms of soldiers.” And what makes the book rise above simple moralism is its lack of certainty: Changez is an unreliable narrator, who openly admits he cannot remember the specifics of certain memories, and he is both likeable and questionable. He is what we sadly often don’t get in so many fraught discussions about religion, race, and violence: a believable human figure.
In many ways, The Reluctant Fundamentalist depicts the opposite of Orientalism, which refers to a set of beliefs, stereotypes about, and depictions of “the East,” broadly, from Westerners, a sort of language or template for describing a vast range of countries and people. The term was made famous by the Palestinian-American critic Edward Said’s 1978 book, Orientalism. Orientalism is the source of many stereotypes about “the East” in Western texts from the 18th century up to even the present; crucially, it is virtually always Westerners writing about the East within the system of Orientalism, with some Orientalists never having even set foot within the countries they claimed to be experts on. Orientalist rhetoric influenced how many Westerners imagined the Middle- and Far-East, creating a system whereby people can be reduced to what Chimamanda Ngozi Adichie calls “the single story.” It’s a bit like looking at the moon with poor eyesight and seeing a perfectly smooth orb, which was a dominant view of what the moon was in the Western world for centuries, whereas, as Galileo pointed out, the moon’s surface is actually hilly and pockmarked, a lunar carpet no less beautiful for its pattern looking different through a better lens. The bad lens of Orientalism is where the over-the-top language of texts like Sax Rohmer’s Fu Manchu series comes from. Hamid’s novel, by reversing who gets to talk and who is reduced to stereotypes, attempts to fix this problem by shifting its weight.
* * * *
And something needs to be fixed in America. Anti-Muslim bigotry has become, unfortunately, the kind of thing I now expect to see in the news each day—the kind of bigotry whereby a man in Virginia is applauded in 2015 for yelling out “every Muslim is a terrorist. Period,” the kind of bigotry where Ben Carson can say a Muslim is not fit to be President of the United States, the kind of bigotry where Donald Trump can in fascistic fashion call for a ban on all Muslims entering America, the kind of bigotry where Katrina Pierson, Trump’s spokeswoman, can go on CNN and support Trump’s ban by, incredibly, saying, “So what? They’re Muslim,” the kind where Milo Yiannopoulis, darling of the alt-right, claims that he feels safer as a gay man under a Trump presidency because he assumes that all Muslims are homophobic fanatics. Merely transcribing Trump’s speeches produces something resembling the crudest form of Gonzo journalism, even as I doubt Trump has read Hunter S. Thompson, and even as Thompson’s Gonzo, at least, is art. Such bigotry is a masterpiece of Othering from a man who, by his own admission, knows little about politics in the world—Trump recently did not know the difference between Hezbollah and Hamas—and the same appears to be true for many of his supporters. Of course, Trump supporters have many individual motivations, but it’s disquieting when polls suggest nearly 90 percent of such voters support Trump’s proposed Muslim ban.
To be sure, anti-Muslim sentiment far predates 9/11. The idea that Islam represents the “Other” to Christianity and to “the West” was a large part of the Crusades’ ideological foundation. It constitutes much of Orientalism. It appears frequently in Western literature: in the famous Chanson de Roland from the 11th or 12th century that depicts Charlemagne fighting “barbaric” Muslims; in Ludovico Ariosto’s 1582 mock-epicOrlando Furioso; in the original (later edited) version of the song that Disney’s Aladdinopens up with, “Arabian Nights,” which calls the fictional Arab world of Agrabah—and, implicitly, the Arab world broadly—a “barbaric” place where “they cut off your ear / If they don’t like your face.” A very similar image of barbarism appears in Shirley Jackson’s famous story, “The Lottery,” only it is applied to a New England town rather than to “the East”—yet to too many Western readers, Jackson’s story seems shocking, while vast generalizations about Muslims slip under the radar.
But isn’t contempt easier, when it’s already the story we so often have in the back of our minds?
Even the title “Muslim” is not as simple as “follower of Islam.” Even fundamentalism, as a concept, has a history, has shades of meaning. We can accept this without supporting the actions of fanatics—actions that many Muslims would not support, either. Many religions, like most things in life, contain multitudes; there is even a group of Christians, the theothanatologists, which briefly became famous in 1966 when Time ran a feature on them, who literally believe that God has died, yet still use the label “Christian.”
Contemporary anti-Muslim bigotry is not about criticizing violence or intolerance, things I support speaking out against. And it is not about freedom of speech, either, since I believe in protecting that right, even if it means that speech can be used against me. I believe in teaching people why it is overly simplistic or simply wrong to say certain things rather than simply banning people from saying said things, since the latter usually causes more problems than it solves. Othering, at its most extreme, is a step towards accepting a kind of loose solipsism, a step towards making you believe that everyone else is somehow not really as human as you. That is a path to enabling, if not at worst endorsing, fascism. And make no mistake—Trump’s comments both enable and endorse fascism. “Political correctness” cannot be a cover for ignorant prejudice.
Fear is the mind-killer, as the Bene Gesserit recite in the Dune series. So, too, is hatred.
* * * *
“For me,” Hamid wrote in The Guardian in 2011, “writing a novel is like solving a puzzle. But I don’t intend my novels as puzzles. I intend them as introductions to dance.”
Perhaps life is like Hamid’s novels: puzzling, but with a hand out for a dance. And, should we take its hand without assuming the dance we will be led into, everything may seem lovelier: music, steps, synergy. Of course, this is a romanticization. Some of us do not really get to choose who we dance with, or if we can dance at all. But perhaps the key to the puzzle is realizing that many of us who can dance might do it better, if we only loosened up and let go, for a bit. For me, literature is about learning the contours of the self, about putting yourself in someone else’s shoes, be they ballet flats, snowboard boots, espadrilles, shoes that bind your feet, or no shoes at all. Literature is about learning to accept all human experience as human, whether or not it ties with our codes of morality or beliefs about the universe. “Human” doesn’t mean good, of course—but it is frightening how easily some of us can forget that “human” means just that—“human,” and not “monster.”
Novels may not solve problems, per se, but I think we need Hamid’s novel now, all the same, and others like it. And, perhaps, with it, we may find ourselves in a better, more well-lit place, a place many of us know of but which we all often struggle to find the door to: understanding.
Gabrielle Bellot
source:lithub.com
Subscribe to:
Posts (Atom)