Sunday, October 30, 2016
Cebi Delik
Annemle babam paraya değer verirlerdi de ne oldu? Para kazanmak için o kadar uğraşıp didinmişler, paraya öylesine inanıp güvenmişlerdi; buna karşın paranın çözümlediği her sorunun yerine bir başkası gelmişti. Amerikan kapitalizmi, insanlık tarihinde refahın doruğa çıktığı anlardan birini yaratmıştı. Sayısız araba, dondurulmuş sebzeler, mucize şampuanlar üretmişti; buna karşılık başkanlık koltuğunda Eisenhower oturuyordu, koca ülke daha fazla satın almak, daha fazla kazanmak, daha fazla harcamak, çevresindekilere ayak uydurma tutkusuyla yorgunluktan tükenip yere yığılıncaya kadar dolar ağacının çevresinde tepinerek dans etmek nöbetine tutulmuş devasa bir televizyon reklamına dönüşmüştü.
Aynı şeyleri hisseden tek kişinin ben olmadığımı çok geçmeden fark ettim. On yaşındayken, New Jersey’in Irvington Kasabası’ndaki bir şekerci dükkânında elime Mad Dergisi’nin bir sayısı geçti. O sayfaları okurken duyduğum yoğun ve neredeyse sersemletici hazzı hâlâ anımsıyorum. Okuduklarım, bana bu dünyada benim gibi düşünenler olduğunu, benim yeni yeni kurcalamaya başladığım kapıları başkalarının çoktan açtıklarını öğretti. Amerika’nın güneyinde zencilerin üzerine itfaiye hortumları tutuluyordu, Ruslar ilk Sputnik’i fırlatmışlardı ve ben bazı şeyleri fark etmeye başlıyordum.
Hayır, sana tezgahlamaya çalıştıkları dogmaları artık yutmak zorunda değildin. Onlara karşı koyabilir, dalga geçebilir, blöflerini görebilirdin. Amerikan yaşamının sağlıklılığı, haysiyeti, dürüstlüğü yutturmacadan, reklam palavrasından başka bir şey değildi. Gerçekleri irdelemeye başladığın anda, çelişkiler su yüzüne vuruyor, ikiyüzlülükler açığa çıkıyordu ve her şeye yepyeni bir açıdan bakma olanağı doğuyordu... Bizlere ‘herkese özgürlük ve adalet’ kavramını öğretmişlerdi; oysa gerçekte özgürlük ile adalet çoğu kez birbiriyle çelişiyordu. Para peşinde koşmanın adil olmakla ilgisi yoktu; o konuda geçerli toplumsal ilke ‘her koyun kendi bacağından asılır” görüşüydü. Bu piyasanın insanlıktan nasıl uzak olduğunu kanıtlamak istercesine, neredeyse bütün atasözleri de hayvanlar âleminden alınmıştı: kurtlar sofrası, insan insanın kurdudur, boğalar ve ayılar, batan gemiyi
önce fareler terk eder, yaşamak güçlünün hakkıdır. Para, dünyayı kazananlar ve kaybedenler, sahip olanlar ve olmayanlar diye bölmüştü. Bu, kazananlar için eşi bulunmaz bir düzendi, peki ya kaybedenler ne olacaktı?
Tanık olduğum ve bildiğim şeylere dayanarak, onların bir yana itileceklerini, unutulup gideceklerini kestiriyordum. Tabii bu çok kötüydü, ama onlar kaybetmişlerdi. Darwin’i baş filozof, Aesop’u şair-i âzam yapacak kadar ilkel bir dünya kurarsan başka ne bekleyebilirsin ki? Dünya dediğin bir orman, öyle değil mi?
Wall Street’in göbeğinde kol gezen Dreyfus aslanına bir bak hele. Bundan daha açık seçik mesaj olabilir mi? Ya yiyeceksin ya da seni yiyecekler. Buna orman yasası derler arkadaş ve eğer bunu kaldıramayacaksan, vakit varken kendini dışarı atmaya bak.
Ben o dünyanın hiç içine girmeden dışta kaldım. On üç-on dört yaşlarındayken, iş âleminin bensiz idare etmek zorunda kalacağına çoktan karar vermiştim. En kötü, en çekilmez, en kafası karışık çağımdaydım.