Saturday, May 27, 2017
Kuran- Kerim Meali - Suat Yıldırım - Giriş
“Anladım ki bu Kur’an, kâinata çok yukarıdan bakan ve her tarafını aynı anda gören bir varlığın sözüdür.”
--
“Geniş kitlemizin Kur’ân’a duyduğu saygı pek değerli olmakla birlikte aklî muvazene ile dengelenmeye muhtaçtır. Büyük bir çoğunluk Kur’ân-ı Kerim’i, benzeri olmayan lâhûtî bir kelâm bilir. Fakat mânasını anlama diye bir gayreti olmayıp, böyle bir eğitim almadığından, insan toplumları ile bu âlemle pek ilgisi olmayan fakat insanı buradan alıp başka âleme götüren lâhûtî bir musikî sanır. O derecede ki onun mealini okuyup da insanlar arasındaki konuşmalara benzer ifadeler ihtiva ettiğini görünce tereddüde kapılır. “Kur’ân denilen gerçeğin böyle anlamı olur muymuş?” diye düşünür. Sanki “Kur’ân-ı Kerim hep altın yaldızlı hatla yazılıp, müzeyyen mushaf-ı şerîf kaplarında duvarda asılı durup teberrük edilen gizemli bir sanat eseri, lâhûtî bir musiki parçası olarak kalsaydı daha iyi olmaz mıydı?” diye düşünür.
Oysa Kur’ân’ı iyi tanımak lazımdır. Birçok âyete göre, Kur’ân aklın ve incelemenin konusu olmak üzere gönderilmiştir. Allah Kur’ân’ın anlaşılmasını istemektedir. Hatta Rahman sûresinin ilk âyetlerinin bildirdiği üzere O Rahman, sırf Kur’ân’ı anlasın diye insana beyan öğretmiştir. Evet, beyan yani anlama ve konuşma hassası bunun için verildiğine göre, insanın yapması gereken de, Kur’ân’ı anlayıp hidayetini düşünce ve davranışlarına taze kan gibi taşımak olmalıdır.
Şu halde Kur’ân insana Rabbin irşadlarını, talimatlarını iletmek için gelmişse, elbette insanların kullandığı kelimeleri ve ifade şekillerini kullanacaktır. Aksi halde Kur’ân bir şeyler bildirmek için değil, bildirmemek için gelmiş olurdu. İşte bu gerçeği bilmek, meal okuma işinin temelini teşkil eder.”
--
“Biz insanların kullandığı kelimeler, mânaların muvakkat birer giysisidir. Mânalar ile kelimeler arasındaki ilişki, bir vücudun elbisesi ile ilişkisi gibidir. Bundan dolayı birbirlerinden ayrılmaları, hatta bazen o vücuda daha güzel bir elbise hazırlanması da mümkündür. Ancak Kur’ân’ın lâfızları, elbise değil, vücudun canlı olan derisi durumundadır. Vücut, elbisesinin yerini tutan bir şeyle ihtiyacını kapatabilir, ama derisiz yaşaması mümkün değildir. Merhum müfessir Elmalılı M.H. Yazır’ın dediği gibi, Kur’an varlık bahçesinde açmış hakikî ve benzersiz bir gül farz edilirse, en güzel tercümesi, usta bir elle yapılmış bir resmine benzetilebilir ki bu resimde aslının ne maddesi, ne kuvveti, ne esnekliği, ne gelişmesi, hülâsa ne gülyağı, ne kokusu hiçbir şeyi bulunmaz. Biz de işte o gülü tutup koklayamayanlara gücümüz yettiği kadar, resmi ile olsun, tanıtmaya çalışacağız.”
--
“Kur’ân, İslâm dininin asıl kaynağıdır. Onun metni bir harfi bile değişmeksizin, bir mûcize eseri olarak korunmuştur. Asıl metin böylece korunurken, dinin bu asıl kaynağını müslümanlara tanıtmak için, İslâm tarihinin başlarından itibaren tefsir ve meal çalışmalarına başlanmıştır. Özellikle hicrî 345 (m. 956) yılında Sâmanoğullarından Mansur İbn Nuh döneminde bir âlimler topluluğunun Farsça meal hazırladıkları ve hicrî 5. (m. 11.) asırdan itibaren Türkçe meallerin yazıldığı bilinmektedir. Kur’ân’ın harfî, yani kelimesi kelimesine tercümesi mümkün olmadığından çevirilerine meâl denilmiştir. Meâl, kelimenin, tam tamına değil de sonuç itibarıyla ifade ettiği anlam demektir. Yine hatırlatalım ki bu mealler Kur’ân hükmünü taşıyamaz, onun yerine konulamaz, mesela namazda okunamaz, içtihad için hüküm istinbatında kullanılamaz.”
Sunday, May 14, 2017
Rüşvet
Doğu dünyasında hediye ve rüşvet vermeden bir adım atmanın mümkün olmadığı ne yazık ki bunu nakleden Batılıların kötü niyetlerinin eseri bir iddia değildir. Daha önce de belirttiğimiz üzere Osmanlı İmparatorluğu'nda gerçekten de hediye olmadan hiçbir iş yürümez. Bu Osmanlı'ya dair sıkıcı bir şekilde tekrar edilen konulardan biridir. 1718'de Ozell "Türkler asla hediyeye alıştırılmamalı ya da bu hediyeler hep sürekliliğini korumalı" diyordu. Bunlar gelecekte yapılacak işler için bir kontrat gibiydi. Dış ülkelerden diplomatik düzeyde gelen hediyeler bile göze batar. "Sultanın gücünü gösteren iki önemli belirti var" der Giovan, "birincisi, komşu ülkelerin çoğunun barış için vergi ödemesi veya sık sık hediye göndermesi.”
Tevazunun Hüküm Sürmediği Topraklar
“Türklerin kibirli olduklarına dair yargı neredeyse her Avrupalının ortak kanaatidir. Tevazunun hüküm sürmediği bu topraklardan geçen her yolcunun bahsini etmeden geçmediği bir özelliktir bu. "Çok çalımlıdırlar, kendilerini diğer tüm milletlerden üstün görürler; yeryüzünde kendilerinden daha yiğit insan olmadığına inanırlar, sanki dünya sadece kendileri için yaratılmış gibi davranırlar" der Thévenot.”
Kaderci Osmanlılar ve Veba
William Loftus Balkanlar'da karşılaştığı bir Türk'e ne düşündüğünü sorduğunda aldığı cevap şudur: "Her şey Allah'tan! Ne düşünebilirim ki, hiçbir şey!" Türklerin kaderciliği imgesel olarak Avrupalının gözünde genellikle onların huzur ve sakinliklerinde yatıyordu. Bacaklarını "terziler gibi" bükerek, yani bağdaş kurarak oturan Türkler çoğu zaman bu sahneye eşlik eden nargileleri ve bahçelerine dalıp giden bakışlarıyla birleştiriyordu. Her şeyi Allah'a havale ettikleri gözlemlenen Müslümanların eylemsizliği ise bu kaderciliğin bir uzantısı olarak algılanıyordu.
Bu kaderci eylemsizliğin Avrupalıyı en çok dehşete düşürdüğü alan Türklerin veba karşısındaki sakinlikleriydi. Henry Blount Türklerin vebadan sakınmamalarına, korkmamalarına, özellikle de kendilerini korumaya çalışmamalarına hayret eder. Gemide vebalı bir hizmetçi ölünce diğerleri yanında yerler, içerler, hatta cesedi götürüldükten yarım saat sonra onun yatağında yatmakta bile bir sakınca görmezler. Bunu yapmamaları gerektiğini söyledikleri zaman "alınlarını işaret edip ne zaman öleceklerinin doğdukları zaman alınlarına yazıldığını" ifade ederler. Buna benzer bir olay Edirne yolunda da olur. Göğsü açık veba belirtileriyle dolu bir askeri arabaya alırlar. Orada bulunan yeniçerilerden biri daha önceki şekilde alnını işaret ederek kaderciliğini gösterir.
Türklerin her yedi yılda bir imparatorluk turu yapan vebaya kaderci yaklaşımları doğaya ya da medeni dünyaya aykırı mı bulunur acaba? Kesinlikle evet. Tâ'un, yani veba karşısında ne karantina ne de tecrit vardır. Han, bozahane, hamam ve diğer kamusal alanlarda bile tedbir alınmaz. Her şeyden önce Türklerin "sağduyunun gerektirdiği önlemleri" almadıkları görülür. Vebayı Allah göndermiştir, bunun iyi bir sebebi vardır ve zamanı gelince de Allah vebayı bitirecektir. Avrupalının şaşkına döndüğü hareketlerden biri de Türklerin vebadan ölen ferdin giyeceklerini ve yatağını hasta olmayan akrabalarına dağıtmalarıdır.[98] Hastanın insanlarla iletişiminin kesilmesi, bir yere kapatılması ise söz konusu bile olamaz. Bir insan özellikle hasta olduğu zaman evin tüm konforunu kullanmayı hak eder. Hasta olduğu için onu bunlardan ayırmak insanlık dışı ve zalimcedir. Dışarıdan bakılınca daha da korkunç görünen, hastanın sadece ailesiyle karışması değil, hamamlarda sağlıklı insanlarla bir arada bulunmasıdır.
Battista da Türklerin veba karşısındaki rahatlığından şaşkınlığa düşenlerdendir. Türklerin hiçbir tedbir almadıklarını, kapalı bir yer yapmadıklarını, karantinaya almadıklarını ve iyileştirici ıtırlar kullanmadıklarını belirtir. Hastalık, hastalardan sağlıklılara geçmesin diye yaşama alanlarını ayırmadıklarını, karmakarışık yaşadıklarını, söz gelimi baba öldüğünde oğlunun babasından kalan hastalıklı giysileri giymekte bir beis görmediğini yazar.[99]
Diğer bir taraftan İranlılar, Türklerin aksine, takdire şayan bir sağduyu göstererek hastalarını hemşirelere emanet ederler ve dış dünyayla olan tüm ilişkilerini keserler. Ölecek olursa evinin tüm pencereleri açılır. Hastanın her şeyi yakılmadan önce ev ahalisi eve dönmez. Ev dezenfekte edilir, buharla temizlenir, duvarlar ve tavan yeniden boyanır. Dolayısıyla Doğu'da vebadan ölenler söz konusu olduğunda en az ölen İran'dadır.
İslamsız Dünya
Bernard Lewis, Raymond Schwab'ın The Oriental Renaissance. Europe's Discovery of India and the East, 1680-1880 (Doğu Rönesansı. Avrupa'nın Hindistan ve Doğu'yu Keşfi) adlı eserine yazdığı kitap tanıtım makalesinde, Avrupa'nın kaydedilen tarihin en eski çağlarından beri Doğu'daki komşularına zaten korku, bazen açgözlülük, bazen merak, bazen de tedirginlikle baktığını yazıyordu. Yıllardır her ikisi arasındaki ilişkiler fetih-yeniden fetih, saldırı-karşı saldırı şeklinde gelişmişti. Persliler Yunan şehirlerine saldırmış, karşılığında Büyük İskender tarafından fethedilmişlerdi. Araplar Suriye, Filistin, Mısır, Kuzey Afrika, Sicilya ve İspanya'yı ele geçirmişler, Reconquista'yla (Yeniden Fetih) elde ettiklerinin bir kısmını kaybetmişler, ama diğer bir taraftan Müslüman orduları Haçlıların karşı saldırılarından topraklarının büyük bölümünü koruyabilmişlerdi.
Peki ya İslam olmasaydı? Graham E. Fuller İslamsız Dünya adlı eserinde İslamsız bir dünyada yine de aynı şekilde hizipleşme ve bölünme olacağını iddia eder. Tarihçiye göre İslam doğduğu coğrafyada can bulmamış olsaydı, İslam'ın yerini Doğu Kilisesi alacak ve bu sefer de esas savaş Batı ve Doğu Kiliseleri arasında olacaktı. Doğu'yla Batı'nın savaşını aynı dinden, fakat farklı mezheplerden insanlar sürdürecekti.
Voltaire'e göre Osmanlı'nın Diplomasi Anlayışı
“Bizler her zaman Türklerin ayağına gideriz, onlar bir defa olsun Batı'ya gelmezler; bu bizim ihtiyacımızın açık bir belirtisidir. Doğu iskeleleri ticaret filolarımızla doludur. Bütün Avrupa devletlerinin orada konsoloslukları vardır. Hepsinin Babıâli'de elçileri olduğu halde Türklerin Batı'da bir tek temsilcileri yoktur. Babıâli bu duruma, muhtaç Avrupalıların kendi haşmetine karşı bir nevi yağcılığı diye bakar. Bu elçilere zaman zaman öyle hakaretler edilir ki, Avrupa prensleri arasında bunların bir nebzesinden harbe tutuşulurdu.”
Halep'in Meyve Bahçeleri
“Fransız seyyahlar da Halep'teki meyve cennetini rüya sanırlar. Meyve ağaçları düzensiz bir şekilde, karmakarışık dikilmiştir. Narenciye ormanı gibidir. Özellikle karpuzların bereketine şaşarlar. Her sınıfın, özellikle de fakirlerin aşırı derecede karpuz tüketmesine dikkat ederler. D'Arvieux dizanteri ve benzer hastalıkların aşırı meyve tüketiminden kaynaklandığını iddia eder.
Meyvenin pek değerli ve bol olmaktan uzak olduğu Avrupa'yı düşündüğümüzde bu cennet tasvirlerini daha iyi kavrarız. Ortaçağ'da meyvenin Avrupa için altın değerinde olduğunu, imparatorlar, papalar ve krallar arasında saygın bir hediye olarak meyve sepetleri gidip geldiğini hatırlayalım. "Köylüye sakın peynirin yanına armudun güzel gittiğini söyleme" (al contadino non far sapere quanto è buono il formaggio con le pere) atasözünü analiz etmek için koskoca bir kitap yazan muhteşem İtalyan yemek tarihçisi Massimo Montanari bu eserinde (Il formaggio con le pere/Peynirle Armut) Charlemagne zamanında dikilen meyve ağaçlarından bahseder. Meyveye olan düşkünlüğün sadece gastronomik değil, aynı zamanda sosyal bir uzantısı olduğunu da iddia eder Montanari. Meyve bir nobilitazione (asilleştirme) öğesidir, sosyal statüyü yükseltir, prestij sağlar. Doğu'ya gidenlerin her şeyden önce bu meyve zenginliğine dikkati çekmelerinin altında yatan da bu olmalıdır.”
Wednesday, May 10, 2017
Want to Raise Successful Kids? Send Them to School a Year Later, According to Science
We all want to succeed in life, and when we become parents, we want to do everything we can to make sure our kids are successful, too. Now a new study says there's a single decision many parents make that can effect whether their kids have an advantage or a disadvantage for much of their entire academic career.
The question is a simple one, and it's well-known to any mom or dad whose child has a late birthday: Do you enroll your child in school as soon as he or she is eligible, or do you wait a year?
If you read no further, know this: For all the complexity and controversy in this issue, researchers at Stanford University say that kids whose parents hold them back a year have significant advantages over their peers.
In other words, in the "red-shirting versus not red-shirting" battle," red-shirting wins, hands down. Here's why.
Out of control--a 'persistent' result
Many parents make this decision based on the whether their kids will benefit academically by waiting a year or not. But the science on testable academic performance yields frustrating, inconsistent results.
That's why Stanford researchers decided to set their sights on something different. Cast aside the test scores; how did being among the oldest kids or the youngest kids in the class affect things like mental health, discipline, and self-control? (All of which can ultimately have a greater effect on qualitative academic achievement.)
To assess the effect, which was reported recently in Quartz, they studied the experiences of elementary school students in Denmark, segmenting them into groups whose parents had enrolled them during the school year in which they were first eligible, and those whose parents decided to hold them back for a year.
Result? Kids who delayed attending kindergarten to the later year were far more likely to be able to pay attention in school and had "dramatically higher levels of self-control" than their peers. And that advantage was sustained for years afterward.
"We found that delaying kindergarten for one year reduced inattention and hyperactivity by 73 percent for an average child at age 11," Thomas Dee, one of the co-authors, said. "And it virtually eliminated the probability that an average child at that age would have an 'abnormal,' or higher-than-normal rating for the inattentive-hyperactive behavioral measure."
The 'relative age effect'
Even if you don't have kids, and even if you don't remember your elementary school years particularly well, this whole debate might ring a bell. It was discussed thoroughly in the media a decade ago, after Malcolm Gladwell came out with his book, Outliers.
Malcolm studied the National Hockey League (he's Canadian; go figure), and noticed a statistical anomaly about the number of players who were born in January and February. He traced it back to the fact that in Canada, youth hockey leagues most often used January 1 as the birthday cutoff date.
That meant that kids who were born in January and February were always the oldest kids in their age-group. Sure, that meant they were more mature and physically developed, but there was another advantage. Their advanced physiology led to more playing time and coaching attention. That in turn, led to more success on the ice.
The phenomenon, called the relative age effect, also occurs in academia. Previous studies have suggested that children with a late start, and whose birthdays were earlier in the year than their classmates, were more likely to attend college, and less likely to be put on a vocational track (as opposed to an academic track) in school.
Bill Murphy Jr.
The INC
Subscribe to:
Posts (Atom)