Monday, April 30, 2018

Water can appear to be "fine-tuned" for life



One day, frustrated after many hours of meditation and practice, Bruce Lee, still a teenager, went sailing. His martial arts teacher, Yip Man, had been instructing Lee in the art of detachment, a key facet of gung fu. Lee couldn’t let go. “On the sea I thought of all my past training and got mad at myself and punched the water!” he later wrote. “Right then—at that moment—a thought suddenly struck me; was not this water the very essence of gung fu? I struck it but it did not suffer hurt. I then tried to grasp a handful of it but this proved impossible. This water, the softest substance in the world, which could be contained in the smallest jar, only seemed weak. In reality, it could penetrate the hardest substance in the world. That was it! I wanted to be like the nature of water.”


For Lee, the budding martial artist, water embodied an ideal of lithe and effortless strength. He learned this from ancient Chinese philosopher Lao Tzu’s Tao Te Ching and updated it, adding, “When heated to the state of steam it is invisible but has enough power to split the earth itself.” It’s striking that water can illustrate and elucidate a martial arts philosophy while also being, to this day, the “least understood material on Earth,” as researchers reported recently.

In their study published last month, Hajime Tanaka, John Russo, and Kenji Akahane—all researchers in the Department of Fundamental Engineering at the University of Tokyo, in Japan—tried to tease apart what makes water unique among liquids. It’s got anomalous properties, like expanding when cooled below 40 degrees Fahrenheit, which explains why lakes freeze downward, from top to bottom, rather than up. Normally frozen solids are more dense than their liquid equivalents, which would mean that frozen chunks would fall to the bottom of a lake instead of staying on top. Water also becomes less viscous compared to other liquids when compressed, and has an uncanny level of surface tension, allowing beings light enough, like insects, to walk or stand atop it. Since it’s these distinctive features among others that power our climate and ecosystems, water can appear to be “fine-tuned” for life.


Saturday, April 28, 2018

Wars, not just genius, fuelled Britain’s industrial revolution



Conventional wisdom says Britain’s transformation in the 18th century from an agrarian economy to an industrial one was largely midwifed by technological innovation and mechanisation, as symbolised by the steam engine and the cotton factories, respectively.

However, in a new book titled Empire of Guns, Priya Satia, a professor of British history at Stanford University, argues that this isn’t the whole story. In fact, it was war that fueled the industrial revolution, and specifically war in the colonies, including India.

While doing research on the history of the global arms trade, Satia stumbled upon the story of one Samuel Galton Jr, born in 1753, who presided over a Quaker family business in Birmingham that would go on to become the largest gun manufacturing firm in Britain and a key supplier to the East India Company (EIC). When asked in 1795 to defend his line of business to the critical Quaker church, Galton Jr maintained that guns were an instrument of civilisation, not just war, and that Britain was actually a military-industrial society.

For Satia, this was eye-opening since it suggested that rather than an emerging industrial economy, Britain was actually shaping up to be a military economy in the 18th century. In this context, the widely accepted idea of “unfettered geniuses,” rather than the warring British state, sparking economic transformation, seemed particularly misleading.

“For some reason when we talk about the invention of industrialism in the 18th century, it’s always a very pacific affair. It was about entrepreneurial genius, a culture of tinkering, some special cultural qualities in Britain, rather than the fact that Britain is always at war,” Satia told Quartz. This idea, she argues in the book, has in turn shaped the way the world has thought about stimulating development for over 200 years, even though it’s wrong.

Recognising the connection between war manufacturing and economic development, the British sought to suppress arms-making traditions in their colonies, especially India, to ensure that they stayed relatively underdeveloped. For instance, the EIC’s forces went on to capture and take over the arms-making facilities of Indian rulers like Tipu Sultan, at the same time selling British guns to the native princes.

 Source: Quartz

Tuesday, April 17, 2018

Azınlık Fıkhı


Önce “azınlık” kavramının tarifi üzerinde anlaşalım. Azınlık, bir ülkenin içinde nüfus hâkimiyetine sahip çoğunluğa nispetle din, dil, ırk ve kültür farklılığına sahip topluluklara verilen isimdir. Kavram bu manada 16. asırdan beri kullanılmaktadır. Çatışma kültürü üzerine kurulu bir medeniyet anlayışına sahip olan kara ve kıta Avrupası’nda, Katolik krallıklardaki protestanların veya protestan hâkimiyetindeki yerlerde Katoliklerin haklarını devlete karşı korumak için ortaya çıkan dinî gruplara ilk defa bu isim verilmiştir. Yalnız başlangıçta dinî ayrıcalığı ifade eden bu kavram, sonraları millî azınlık şeklinde daha farklı ve daha büyük alanda ayrımlarda da isim olarak kullanılmıştır. Günümüzde azınlık kavramı “dinî azınlık, kültürel azınlık vb.” kavramlarında görülebileceği gibi zaman, mekân ve insan faktörlerine bağlı olarak pek çok anlamda kullanılmaktadır.

İslâm tarihi açısından bakıldığında azınlık kelimesi, dinî farklılığı ifade için kullanılmış ve bunlara “zimmi” denmiştir. Günümüzden farklı olarak İslâm tarihinde azınlık/zimmi sadece dinî farklılığı ifade eden bir kavram olagelmiştir. Bir başka ifadeyle zimmî, Müslümanlar arasında anlaşmalı ve barış içerisinde yaşayan ve Müslümanlarla aynı haklara sahip olan gayrimüslimlere verilen isim olmuştur. Nitekim Osmanlılar dönemi dâhil İslâm tarihi boyunca, devletin gayrimüslim vatandaşlarını toptan ifade için “azınlık/zimmi’ demesi de bunu göstermektedir. Dolayısıyla bugün gayrimüslim ülkelerde yaşayan Müslümanlar azınlıktır. Yalnız hemen ifade edelim; ne Efendimiz döneminde kullanılan “zimmî”, ne bugün kullanılan “azınlık” tanımlamaları ilgili kişi ve grupları ikinci sınıf vatandaş yapar. Efendimizin “Bir zimmiye eziyet eden bana eziyet etmiştir.’’ hadisi bunun en büyük delilidir. Bu en azından teorik temeller itibarıyla öyledir. Pratikteki sapmalar ise insan unsurunun olduğu her yerde vardı ve var olmaya devam edecektir.


Buraya kadar yazılanlar istikametinde azınlık kavramının anlam çerçevesi iyi çizilebildiyse, “azınlık fıkhı” ile anlatılmak istenen şeyin de anlaşılmış olacağını umuyorum. Azınlık fıkhı, gayrimüslim ülkelerde yaşayan Müslümanların zaman ve mekân, örf ve âdet, ihtiyaç ve zaruret vb. faktörlere bağlı olarak içtihada açık meselelerde ortaya konan fıkhî görüşlerin bütünüdür. Bu ülkelerde yaşayan Müslümanlar bugün öyle problemlerle karşı karşıyadır ki bunların tarihte örneğini göstermek mümkün değildir. Tarihte örneğini gösteremeyince bu problemlerin ne müçtehit imamlar zamanında ne de daha sonraki dönemlerde verilmiş cevaplarını bulabiliyorsunuz.


Tarihte örneğinin görülmemesinin temel sebeplerinden bir tanesi yaşanılan zaman ve mekân.

İkincisi; mülkiyet ve hâkimiyet unsurları farklı. Gayrimüslim ülkeler, adı üzerinde mülkiyet açısından onlara ait. Hâkimiyete gelince -ki siyasî hâkimiyeti kastediyoruz- siyasî ve idari sistemleri de farklı. İşte bu farklılık bizim klasik fıkıh kitaplarımızda gördüğümüz ahkâmın ne aynen ne de kısmen günümüze taşınmasını mümkün kılar. Onun için içinde yaşanılan ülke şartlarına bağlı olarak ibadet hayatından muameleler dünyasına kadar hayatın hemen her alanında Müslümanca yaşayabilmek için yeni içtihadî yaklaşımlara ihtiyaç vardır ve bu ihtiyaçları cevaplayan ahkâmın toplamına azınlık fıkhı/fıkhu’l-ekalliyât denmektedir.

Bir başka açıdan; günümüzde azınlık fıkhına çok şiddetli bir ihtiyaç olduğu söylenebilir. Bugün ABD ve Avrupa gibi yerlerde üçüncü, dördüncü nesil Müslümanlar var. Müslüman bir geçmişe sahip olan bu kişiler, gayrimüslim bir atmosferde doğmuş, büyümüş ve eğitimlerini almışlar. Hane içinde Müslüman ama okulda, çarşıda, pazarda yaşadığı ülkenin kültürel kodlarına göre hayatlarını sürdüren bu nesiller üzerinde sosyal ve kültürel çevrenin etkisi katiyen tartışılamaz. Aile dayanışması, din, dil ve kültür beraberliği olan çevre ile münasebetin sıklığından oluşan gruplaşmanın getirdiği faydalar sonucu, kendi dini, milli ve kültürel kodlarına da sahip olan bu çocuklar, muhatabı bulunduğu okul, mahalle ve iş hayatındaki kişilere kendilerini anlatırken mecburen onların dillerini ve kültürlerine göre konuşacaktır. Dolayısıyla içtihada açık yanlarıyla siyasi, kültürel, ekonomik, ahlâkî ve demografik çevre itibarıyla farklı dönemlere ait olan İslâmî yorumların bugüne aynıyla taşınması, bir anlamda onları çağın dışına itmekte ve kendi değerlerini bırakın başkalarına anlatmayı bizzat kendileri tatmin olmadıkları için sorgulamaya başlamaktadırlar. O hâlde önce kendimizin Müslümanca yaşamı için problemlerimize, aslî esaslara bağlı olarak cevaplar üretmeli, ondan sonra bu nesillerden inancını, kültürünü koruması, yaşaması ve başkalarına anlatmasını beklemek zorundayız.


Pekâlâ problem ne? Neden alabildiğine makul gözüken bu isimlendirmenin gereği üzerinde duruluyor denecek olursa; bazı kişiler bizim kısaca ifade etmeye çalıştığımız problemlerin çeşitliliğinin, çevre ve arka plan şartlarının farklı oluşunu kabullenmekle beraber azınlık fıkhı isimlendirmesinin doğru olmadığını söylemekte ve bu düşüncelerini şöyle temellendirmektedirler; “İslâm ahkâmı mekâna göre değişmez; bunun tek istisnası hadlerin ikâmesi gibi siyaset-i şer’iye konularıdır. Böyle bir isimlendirme yabancı ülkelere mahsus, özel ve farklı bir fıkıh varmış gibi bir intiba vermektedir. Hâlbuki İslâm’ın hükümleri her yerde aynıdır ancak zarûretler fıkhından söz etmek mümkündür ki o da sadece yabancı ülkelere mahsus değildir. Elimizde zaruretler fıkhı gibi bir sermayemiz varken “azınlıklar fıkhı” gibi arayışlara girmek beyhudedir.”


Dile getirilen düşünceleri dikkatle okuyacak olduğunuzda aslında meselenin tamamıyla zaruret fıkhı mı, azınlık fıkhı mı ismi üzerinde döndüğünü görürsünüz. Yoksa yapılacak şeyde bir değişiklik yok.


Kanaatimize göre azınlık fıkhı isimlendirmesi, zaruret fıkhına nispetle daha isabetli bir tercihtir. Şöyle ki usul ve füru kitaplarında ferdî ve içtimaî şeklinde ikiye ayrılarak verilen örneklerle çerçevesi çizilen zaruret hâliyle, gayrimüslim ülkelerde yaşayan azınlık Müslümanların yaşadıkları hâl arasında ciddi farklılıklar var. Orada geçici bir durum söz konusu iken, burada daimi bir durum söz konusu. Orada zaruret durumuna düşmede gayr-i iradi şartlar ağırlıklı olarak rol oynarken,  burada o şartları iradi olarak kabullenme var. Orada hayatını idame ettirebilecek kadar zaruret hükümlerinden istifadeye cevaz verilirken, burada böyle bir şart hayatı yaşanmaz kılar. Hepsinden önemlisi neyin zaruret olduğunun tespitindeki zorluktur. Hayatını idame ettirebilecek kadar bir maaşla çalışan Müslüman ile milyarlarca dolara, euroya hükmeden bir iş yeri sahibi için zaruret elbette farklı olacaktır. Ama bu farklılığı kim belirleyecektir? Zaruretin çerçevesi ister istemez subjektif yorumlarla belirlenecek ve bu da ayrı bir kafa karışıklığına sebebiyet verecektir. İş, belki Müslümanların birbirlerinin dinî değerlerini hafife almaya kadar uzayacak ve içtimaî ahenk sarsılacaktır.


Aynı şeyler azınlık fıkhı kapsamında da yapılacak denirse; burada mevcut durumun istisnai değil daimi bir hâl olduğu kabulü üzerine yapılacaktır. Bu da yeni düşüncelerin, yaklaşımların üretilmesinde kaynaklara müracaat usulünden, çıkacak sonuçlara kadar farklılığa sebebiyet verecektir. Ayrıca sahasında otorite olan insanlar bunu yapacak, şahısların vicdanlarına havale etmeyecek, “Zaruret hâli midir, değil midir, sen kendin belirle!” gibi bir tercih hakkını onlara vermeyecektir.


Son bir husus; azınlık fıkhı ahkâmı yabancı ülkelerde din değiştiren mühtedi Müslümanlar için de çok büyük ehemmiyet arz etmektedir. Onlar ilgili ülkenin yerlisi olan kişilerdir. Kendi vatanlarında, yeni dinlerine uygun biçimde yaşamaları onlar için fıkhî anlamda zaruret değil aksine tabiî bir durumdur. Şimdi bu kişilere kendi ülkelerinde dinlerini yaşamaları konusunda ve hemen her meselede İslâm hukukunda istisnai olan zaruret ahkâmını öne sürmek çok doğru bir yol olmasa gerek. Dolayısıyla bu ülkelerde Müslümanca yaşamın kurallarının mevcut şartlar çerçevesinde belirlenmesi gerekir. İşte azınlık fıkhı, bu kurallar bütününe verilen isimdir. 

Dar'ül Harb


Özellikle gayrimüslim ülkelerde yaşayan Müslümanların karşılaştıkları çeşitli sorunlar onları dinî açıdan arayışa itiyor. Bu arayış sonucu karşılarına çıkan şey ise bizim daru’l-harb fıkhı diye adlandırabileceğimiz 13 asır öncesinin siyasi, sosyal, ekonomik vb. şartları doğrultusunda üretilmiş olan düşünceler. Dolayısıyla bu durum güncel sorunların dinî açıdan çoğu zaman cevapsız kalmasına veya verilen cevapların muhatapları tatmin etmemesini netice vermektedir. Bu da onları ikileme itmekte ve özellikle maddî çıkarların söz konusu olduğu yerlerde dinî âidiyetlerin inkârına kadar götürmektedir. Onun için uluslararası ilişkiler düzeyinde Müslüman ilim adamlarının ülke statüleri bahsini yeniden ele almaları zaruridir. Teorik planda yapılacak olan bu çalışmalar halkın kabulüne paralel olarak gayrimüslim ülkelerde yaşayan Müslümanlar için bir nefes olacaktır.


Son olarak, bugün kitaplarımızda gördüğümüz üzere ümmet ve merkezi devlet yapısının esas alındığı, düşmanlığın uluslararası ilişkilerde hâkim unsur olduğu dönemlerdeki ülke statülerine bedel, günümüz şartları içinde buna yeni açılımların getirilmesi şarttır. Böylece hem İslâmî içtihatları tüketen insanlar ikilem içinde kalmayacak hem de dinin dinamik ruhuna uygun bir yapı teorik planda da olsa ortaya konmuş olacaktır. Öyleyse fıkıh kitaplarındaki eski kavramları kullanarak gayrimüslim ülkelere statü belirleyemeyiz. Dolayısıyla bu statüler ekseninde üretilen içtihadî yaklaşımları, fetvaları da günlük yaşamımızda esas alamayız. Buna rağmen manasız bir ısrarla “Biz bu kavramları kullanacağız.” deniyorsa genel manada bu ülkelere daru’s-sulh denebilir. Tabiî istisnalar her zaman mahfuz olmak kaydıyla.”


Monday, April 16, 2018

How to Write about Africa

Binyavanga Wainaina, Granta Magazine


Always use the word ‘Africa’ or ‘Darkness’ or ‘Safari’ in your title. Subtitles may include the words ‘Zanzibar’, ‘Masai’, ‘Zulu’, ‘Zambezi’, ‘Congo’, ‘Nile’, ‘Big’, ‘Sky’, ‘Shadow’, ‘Drum’, ‘Sun’ or ‘Bygone’. Also useful are words such as ‘Guerrillas’, ‘Timeless’, ‘Primordial’ and ‘Tribal’. Note that ‘People’ means Africans who are not black, while ‘The People’ means black Africans.

Never have a picture of a well-adjusted African on the cover of your book, or in it, unless that African has won the Nobel Prize. An AK-47, prominent ribs, naked breasts: use these. If you must include an African, make sure you get one in Masai or Zulu or Dogon dress.

In your text, treat Africa as if it were one country. It is hot and dusty with rolling grasslands and huge herds of animals and tall, thin people who are starving. Or it is hot and steamy with very short people who eat primates. Don’t get bogged down with precise descriptions. Africa is big: fifty-four countries, 900 million people who are too busy starving and dying and warring and emigrating to read your book. The continent is full of deserts, jungles, highlands, savannahs and many other things, but your reader doesn’t care about all that, so keep your descriptions romantic and evocative and unparticular.

Make sure you show how Africans have music and rhythm deep in their souls, and eat things no other humans eat. Do not mention rice and beef and wheat; monkey-brain is an African’s cuisine of choice, along with goat, snake, worms and grubs and all manner of game meat. Make sure you show that you are able to eat such food without flinching, and describe how you learn to enjoy it—because you care.

Taboo subjects: ordinary domestic scenes, love between Africans (unless a death is involved), references to African writers or intellectuals, mention of school-going children who are not suffering from yaws or Ebola fever or female genital mutilation.

Throughout the book, adopt a sotto voice, in conspiracy with the reader, and a sad I-expected-so-much tone. Establish early on that your liberalism is impeccable, and mention near the beginning how much you love Africa, how you fell in love with the place and can’t live without her. Africa is the only continent you can love—take advantage of this. If you are a man, thrust yourself into her warm virgin forests. If you are a woman, treat Africa as a man who wears a bush jacket and disappears off into the sunset. Africa is to be pitied, worshipped or dominated. Whichever angle you take, be sure to leave the strong impression that without your intervention and your important book, Africa is doomed.

Your African characters may include naked warriors, loyal servants, diviners and seers, ancient wise men living in hermitic splendour. Or corrupt politicians, inept polygamous travel-guides, and prostitutes you have slept with. The Loyal Servant always behaves like a seven-year-old and needs a firm hand; he is scared of snakes, good with children, and always involving you in his complex domestic dramas. The Ancient Wise Man always comes from a noble tribe (not the money-grubbing tribes like the Gikuyu, the Igbo or the Shona). He has rheumy eyes and is close to the Earth. The Modern African is a fat man who steals and works in the visa office, refusing to give work permits to qualified Westerners who really care about Africa. He is an enemy of development, always using his government job to make it difficult for pragmatic and good-hearted expats to set up NGOs or Legal Conservation Areas. Or he is an Oxford-educated intellectual turned serial-killing politician in a Savile Row suit. He is a cannibal who likes Cristal champagne, and his mother is a rich witch-doctor who really runs the country.

Among your characters you must always include The Starving African, who wanders the refugee camp nearly naked, and waits for the benevolence of the West. Her children have flies on their eyelids and pot bellies, and her breasts are flat and empty. She must look utterly helpless. She can have no past, no history; such diversions ruin the dramatic moment. Moans are good. She must never say anything about herself in the dialogue except to speak of her (unspeakable) suffering. Also be sure to include a warm and motherly woman who has a rolling laugh and who is concerned for your well-being. Just call her Mama. Her children are all delinquent. These characters should buzz around your main hero, making him look good. Your hero can teach them, bathe them, feed them; he carries lots of babies and has seen Death. Your hero is you (if reportage), or a beautiful, tragic international celebrity/aristocrat who now cares for animals (if fiction).

Bad Western characters may include children of Tory cabinet ministers, Afrikaners, employees of the World Bank. When talking about exploitation by foreigners mention the Chinese and Indian traders. Blame the West for Africa’s situation. But do not be too specific.

Broad brushstrokes throughout are good. Avoid having the African characters laugh, or struggle to educate their kids, or just make do in mundane circumstances. Have them illuminate something about Europe or America in Africa. African characters should be colourful, exotic, larger than life—but empty inside, with no dialogue, no conflicts or resolutions in their stories, no depth or quirks to confuse the cause.

Describe, in detail, naked breasts (young, old, conservative, recently raped, big, small) or mutilated genitals, or enhanced genitals. Or any kind of genitals. And dead bodies. Or, better, naked dead bodies. And especially rotting naked dead bodies. Remember, any work you submit in which people look filthy and miserable will be referred to as the ‘real Africa’, and you want that on your dust jacket. Do not feel queasy about this: you are trying to help them to get aid from the West. The biggest taboo in writing about Africa is to describe or show dead or suffering white people.

Animals, on the other hand, must be treated as well rounded, complex characters. They speak (or grunt while tossing their manes proudly) and have names, ambitions and desires. They also have family values: see how lions teach their children? Elephants are caring, and are good feminists or dignified patriarchs. So are gorillas. Never, ever say anything negative about an elephant or a gorilla. Elephants may attack people’s property, destroy their crops, and even kill them. Always take the side of the elephant. Big cats have public-school accents. Hyenas are fair game and have vaguely Middle Eastern accents. Any short Africans who live in the jungle or desert may be portrayed with good humour (unless they are in conflict with an elephant or chimpanzee or gorilla, in which case they are pure evil).

After celebrity activists and aid workers, conservationists are Africa’s most important people. Do not offend them. You need them to invite you to their 30,000-acre game ranch or ‘conservation area’, and this is the only way you will get to interview the celebrity activist. Often a book cover with a heroic-looking conservationist on it works magic for sales. Anybody white, tanned and wearing khaki who once had a pet antelope or a farm is a conservationist, one who is preserving Africa’s rich heritage. When interviewing him or her, do not ask how much funding they have; do not ask how much money they make off their game. Never ask how much they pay their employees.

Readers will be put off if you don’t mention the light in Africa. And sunsets, the African sunset is a must. It is always big and red. There is always a big sky. Wide empty spaces and game are critical—Africa is the Land of Wide Empty Spaces. When writing about the plight of flora and fauna, make sure you mention that Africa is overpopulated. When your main character is in a desert or jungle living with indigenous peoples (anybody short) it is okay to mention that Africa has been severely depopulated by Aids and War (use caps).

You’ll also need a nightclub called Tropicana, where mercenaries, evil nouveau riche Africans and prostitutes and guerrillas and expats hang out.


Always end your book with Nelson Mandela saying something about rainbows or renaissances. Because you care.

Çocuğunuzu Dinleyin


Selçuk Şirin, Hürriyet

GEÇTİĞİMİZ haftalarda bu köşede özellikle 0-36 ay arasında beyin gelişiminin önemine vurgu yapmış, çocukları okula daha iyi hazırlamak için onlarla doğumdan itibaren kitap üzerinden diyalog kurmayı önermiştim. Hatta bu diyaloğun zengin olduğu ortamda yetişen çocukların, akranlarına göre 4. yılın sonunda 30 milyon kelime daha fazla duyduklarını ve bu farkın okul çağına geldiğinde ciddi başarı farkına dönüştüğünü anlatmıştım. O yazımın ardından iki gelişme oldu. İlki o yazımda geçen ‘30 milyon Kelime’ araştırmasını anlatan Dana Suskind’in kitabı, ‘30 milyon Kelime: Çocuğunuzun Beynini Geliştirin’ adıyla Türkçeye çevrildi. İkinci gelişme ise bu farkın okulöncesi çağda nasıl kapanacağı konusunda bize ışık tutan yeni bir araştırmanın yayınlanmış olması. 
ÇOCUĞUNUZA KONUŞMA SIRASI VERİYOR MUSUNUZ?
Harvard ve MIT araştırmacıları Rachel Romeo ve Grover M. Hermann tarafından yayınlanan araştırma hem ilk 36 ay hem de sonraki yaşlarda, yani okulöncesi dönemde ne yapılması gerektiğine dair çok net bir fotoğraf ortaya koyuyor. İlk 36 ay diyalog şart ve bunun mümkünse kitaplar aracılığıyla olması gerek. Bunu daha önce yazdığım için tekrarlamıyorum. Peki sonrası? Araştırmaya göre 4-6 yaş arası çocuklar için evde konuşulan kelime sayısı, artık erken yaşlarda olduğu gibi zihinsel gelişim için tek başına bir anlam ifade etmiyor. Bu yaşlarda zihinsel gelişimi destekleyen temel faktör çocukların diyaloğa yön vermesi. Yani diyalogda çocuğunuza ne kadar sıra geliyor? Direktif mi veriyorsunuz yoksa çocuğunuza kendini istediği gibi ifade etme fırsatı mı sunuyorsunuz?
DİYALOG BEYİN DALGALARINI DEĞİŞTİRİYOR!
Araştırmacılar bu sorulara yanıt bulmak için çocuklara bir ses kayıt cihazı takıp onları iki gün boyunca inceliyor. Sonra da beyin dalgaları üzerinden bir laboratuvar testi yapıyor. Yapılan bu testlerde ortaya çıkıyor ki ebeveynleriyle kurdukları diyaloğa yön veren çocukların beyinlerindeki Broca alanı çok daha aktif çalışıyor. Yani söz alan, muhatap alınan çocukların beyinleri zamanla fiziksel olarak da akranlarından ayrılıyor. Etkin diyalog ortamında yetişen çocuklar, akranlarına göre hem zihinsel beceri testlerinde hem de akademik alanda akranlarına göre çok daha başarılı oluyor. Özetle eğer çocuğunuzun okul hayatında başarılı olmasını istiyorsanız sihirli bir formüle ihtiyacınız yok. Yapmanız gereken onları daha çok dinlemek, onları muhatap almak. Kendini ifade etmeyi öğrenen çocuk, her şeyi daha kolay öğreniyor.