Wednesday, June 20, 2018

İslam'da Hapishane ve Osmanlı Zindanları


Sözlük anlamı olarak “alıkoymak ve engellemek” anlamına gelen “habs” , örfte “bir şahsı, bir canlıyı veya eşyayı bir yere kapatmak, bir süre alıkoymak”şeklinde kullanılmaktadır. Hukukta ise “sanık veya suçluyu belli bir mekânda cebren alıkoyarak şahsi hürriyetini kısıtlamak” anlamını taşımaktadır.
Hapis cezasının eski medeniyetlere kadar uzanan bir geçmişi vardır. Nitekim Kur’an’da Hz. Yusuf ve Hz. Musa dönemlerindeki Mısır anlatılırken hapis cezası ve hapishanelerden söz edilmektedir. Hapis uygulaması, Hicaz’da İslam öncesinde görülse de yaygınlık kazanmamıştır.
Kur’an-ı Kerim’de çeşitli suçlar için cezalar tanımlanmış, fakat bunlar arasında bir infaz şekli olarak “hapis” yer almamıştır. Peygamberimiz zamanında sınırlı sayıda da olsa bazı suçluların mescitte veya kapalı mekânlarda hapsedildiği şeklinde rivayetler bulunmaktadır.
Rivayetler hapis uygulamasının Hz. Ömer zamanında başladığını göstermekteyse de asıl itibarıyla Emeviler zamanında bir ceza şekli olarak benimsendiği anlaşılmaktadır.
Fakihlerin de Kur’an’da yer almasa da bu ceza şeklini kınayan veya yasaklayan bir ayet bulunmamasından ve Peygamberimizin ve ashabın “ihtiyati tedbir” olarak sınırlı sayıdaki uygulamalarından hareketle hapsi meşru gördükleri anlaşılmaktadır. Ancak İslam hukukçuları uzun süreli hapis cezalarına sıcak bakmamışlardır.
OSMANLI ZİNDANLARI
Osmanlı’nın ilk dönemlerinde hapis cezası yaygın bir ceza uygulaması olmayıp ağır suçlarda daha çok kürek, prangaya vurma ve kalebentlik cezaları verilmekteydi. Kalebentlik cezası suçlunun Sinop, Foça, Bodrum ve Amasra kalelerinde bir süre tutulması şeklinde uygulanmaktaydı.
Osmanlı tarihinin bilinen ilk hapis cezasının Yıldırım Bayezid döneminde Germiyanoğlu Yakup Bey ve adamlarına verildiği görülmektedir. Osmanlı kroniklerine bakıldığında da hapis cezalarının genellikle padişaha karşı çıkan ve “siyasi suçlu” olarak görülen kişilere verildiği görülmektedir.
Nitekim kaynaklarda reayanın hapsedildiğine dair bir kayıt yoktur. Suçluların tutuldukları mekânlara da “mahbes, zindan ve tomruk” gibi adlar veriliyordu.
Bugünkü anlamda ilk hapishane ise XVI. Yüzyılda Avrupa’da ortaya çıktı. Çeşitli reformlarla geliştirilen bu hapishaneler, zamanla bütün dünyaya yayıldı.
MAHPESTEN HAPİSHANEYE
“Süreli hapis cezası” Osmanlı hukuk sistemine ilk defa 1838’deki Askeri Ceza Kanunuyla girdi ve daha sonraki ceza kanunlarında etkin bir cezalandırma yöntemine dönüştü. Hapis cezasının yaygınlaşmasıyla da hapishane ihtiyacı ortaya çıktı.
İlk zamanlarda hükümet binalarının altı veya şehrin yöneticisinin kullandığı mekânın bir bölümü bu amaç için ayrıldıysa da sonraki yıllarda bugünküne benzer hapishaneler inşa edildi.
Bir süre sonra Avrupa devletlerinin baskılarıyla hapishane şartlarının iyileştirilmesi gündeme geldi. Özellikle Abdülhamit devrinde reform çalışmaları yoğunlaşsa da maddi sıkıntılar ve bürokrasi nedeniyle önemli bir ilerleme kaydedilemedi.
Bu dönemde hapishanelerin tamiri, yeni hapishaneler inşası, fiziki şartların iyileştirilmesi ve mahkûmların sağlık ve beslenme giderlerinin karşılanması öne çıkan hedeflerdi. Hapishanelerde kapasitenin çok üzerinde mahkûm bulunduğundan Abdülhamit’in cülus yıldönümü ve doğum günlerinde çıkarılan aflarla sayının azaltılmasına çalışılıyordu.
İkinci Meşrutiyet döneminde Anadolu’yu gezen Ahmet Şerif, 1909’da Tanin’de yayınlanan yazılarında hapishanelerin çok kötü şartlarda olduklarını, pislik içinde bulunduklarını, hava ve ışıktan mahrum ve hayvanların bile yaşayamayacağı binalar olduğunu belirtiyordu.
Mahkûmların en büyük şikâyeti ise “açlık” sorunuydu. Bu durum ciddi şekilde kansızlığa yol açmakta, ayrıca ortamın pisliğinden dolayı yayılan hastalıkların da etkisiyle sağlam olarak hapishaneye giren bir mahkûmun aynı şartlarda dışarı çıkması mümkün olmamaktaydı.
Osmanlı’nın son döneminde hazırlanan bazı raporlar da hapishanelerin durumunu açık bir şekilde yansıtmaktadır. Alman Dr. Pollitz’in 1918 yılında Aydın vilayetindeki on erkek ve kadın hapishanesine ziyaret ederek hazırladığı rapora göre; yoğun bir kalabalığın bulunduğu koğuşlarda etraf çamur ve pislik içindeydi. Raporda hastalanan mahkûmların tedavilerinin parasızlık yüzünden yapılamadığı belirtiliyordu.
İtilaf devletlerinin işgal dönemindeki raporları da benzer bilgiler ihtiva ediyordu. Örneğin İstanbul’un en büyük hapishanesi olan Sultanahmet’teki Hapishane-i Umumiye’de tutuklu ve hükümlülerin çoğunun yatağı ve elbisesi yoktu.
Hapishanenin hastanesinde hiçbir ilaç bulunmamaktaydı ve memurlar maaşlarını alamadıklarından işlerini yapmıyorlardı. Hapishanede yer alan iki koğuştan birisinin 250, diğerininse 500 kişilik olması, buraları yaşanılmaz hale getirmekteydi.
İstanbul hapishanelerinde mahkûmlar tahta üzerinde yatmakta, kışın ısınmak için yeterli yakacak verilmemekteydi. Anadolu’daki hapishaneler de çok kötü bir durumdaydı.
Raporlarda en çok şikâyet edilen konulardan birisi de mahkemeye çıkmak için çok uzun bir süre beklenmesiydi. Adaletin yavaş işlemesinden dolayı bu süre beş yılı bile bulmaktaydı. Hapishane ıslahatı uzun yıllar gündemden hiç düşmemesine rağmen istenilen iyileşmeler, bir türlü gerçekleşmedi.
KADIN HAPİSHANELERİ VE BEBEKLER
Osmanlı Devleti’nde İkinci Meşrutiyet devrine kadar kadın mahkûmlar için ayrı bir hapishane ihtiyacı duyulmamış; kadınlar bazen zindanların bir bölümüne, bazen de imam ve gardiyan evi gibi mekânlara hapsedilmişlerdir.
Giderek artan kadın mahkûm sayısı, kadınlar için özel hapishaneleri gündeme getirmiştir. Ancak ekonomik nedenlerle çok az kadın hapishanesi açılmış, genellikle erkek hapishanelerinin bir bölümünün kadınlara tahsis edilmesi yoluna gidilmiştir.
Kadın mahkûmların artması, çocuklarının ne olacağı tartışmalarını başlattı ve 0-6 yaş grubu çocukların annelerinin yanında kalması uygun görüldü. 1880 yılında çıkarılan nizamnamede hamile kadınlar ve süt emen çocuğu olan annelere doktorun belirleyeceği yiyeceklerin tespit edilen miktarlarda verilmesi kararlaştırıldı.
Uygulamalara bakıldığında ise bunun hemen hemen hiç gerçekleşmediği anlaşılmaktadır. Nitekim Dr. Pollitz raporunda kadın hapishanelerine de yer vermiş ve anneleriyle birlikte kalan bebekler için ayrı bir bütçe belirlenmediğinden bebeklerin mahkûmlara verilen yemekleri yemek zorunda kaldıklarını belirtmiştir.
Osmanlı döneminde hapishanelerde mahkûmları ıslah etmek yerine ceza ile uslandırmak tercih edilmiştir. Özellikle kötü hapishane ortamı, en büyük akıllandırma vasıtası olarak görülmüştür. Aslında insanları bir süreliğine de olsa hürriyetinden mahrum bırakmanın en büyük ceza olduğu açıktır.
Bugün Osmanlı’nın yıkılışının üzerinden yüz yıla yakın bir zaman geçmesine ve insan haklarını temel alan demokrasi rejimine geçilmesine rağmen kötü şartların değişmediği, özellikle kadın mahkûmlar ve çocuklarının çok zor şartlara maruz kaldıkları görülmektedir.
Serdar Efeoğlu, tr724