Monday, July 30, 2018

Mean-Souled Persons

from The Dialogue of the Dogs by Cervantes
Berganza: You are right, Scipión; and having had the lesson well beaten into me, I will henceforth act accordingly. That same night I entered the house of a lady of quality, who had in her arms a little lap-dog, so very diminutive that she could have hid it in her bosom. The instant it saw me, it flew at me out of its mistress's arms, barking with all its might, and even went so far as to bite my leg. I looked at it with disgust, and said to myself, "If I met you in the street, paltry little animal, either I would take no notice of you at all, or I would make mince meat of you." The little wretch was an example of the common rule—that mean-souled persons when they are in favour are always insolent, and ready to offend those who are much better than themselves, though inferior to them in fortune.

Scipión: We have many instances of this in worthless fellows, who are insolent enough under cover of their masters' protection; but if death or any other chance brings down the tree against which they leaned, their true value becomes apparent, since they have no other merit than that borrowed from their patrons; whilst virtue and good sense are always the same, whether clothed or naked, alone or accompanied. 


******************


Berganza:

Haklısın, dersimi ziyadesiyle aldığım için şu andan tezi yok tavsiyelerine uyacağım. Aynı gece soylu bir hanımefendinin evine gittim. Kadının kollarında kucak köpeği dedikleri cinsten öyle ufak dişi bir köpek vardı ki koynuna saklayabilirdin. Köpek beni görünce sahibesinin kucağından atlayıp havlayarak üzerime saldırdı. Hem de peşime öyle bir cesaretle düştü ki bacağımı ısırana kadar durmadı. Ona saygıyla karışık bir öfkeyle bakıp ‘Ah seni adi hayvancık! Seni sokakta görseydim ya hiç aldırış etmez ya da dişlerimin arasında parçalayıverirdim.’ dedim içimden. O hayvan bana şunu düşündürdü: Korkaklar ve pek az cesareti olanlar bile birinin gözdesi olunca arsızlaşıp küstahlaşıyor. Hatta kendilerinden daha değerli kimselere saldıracak kadar ileri gidebiliyorlar.

Scipión:
Verdiğin örnek ve kısmen izah ettiğin durum küçük adamların efendilerinin gölgesinde nasıl da küstahlaştığını anlatır bize. Olur da bir ölüm veya başka bir sebepten sırtlarını dayadıkları ağaç devrilirse değersizlikleri hemen çıkar ortaya. Zira bu tür kişilerin pırlantalarının kaç karat ettiği efendilerinin iki dudağı arasındadır. İster çırılçıplak olsun, ister giyinmiş kuşanmış; ister tek başına olsun, ister kalabalıklar içinde; erdem ve sağduyu, daima bir ve tektir. Halkın gözünde itibar kazanılabilir doğru. Fakat hakikatin ışığı altında kimse asıl değerinden ve hak ettiğinden fazlasını görmez.


Sunday, July 29, 2018

There are no authentic cultures anymore


“We still talk a lot about ‘authentic’ cultures, but if by authentic’ we mean something that developed independently, and that consists of ancient local traditions free of external influences, then there are no authentic cultures left on earth. Over the last few centuries, all cultures were changed almost beyond recognition by a flood of global influences.

One of the most interesting examples of this globalisation is ‘ethnic’ cuisine. In an Italian restaurant we expect to find spaghetti in tomato sauce; in Polish and Irish restaurants lots of potatoes; in an Argentinian restaurant we can choose between dozens of kinds of beefsteaks; in an Indian restaurant hot chillies are incorporated into just about everything; and the highlight at any Swiss café is thick hot chocolate under an alp of whipped cream. But none of these foods is native to those nations. Tomatoes, chilli peppers and cocoa are all Mexican in origin; they reached Europe and Asia only after the Spaniards conquered Mexico. Julius Caesar and Dante Alighieri never twirled tomato-drenched spaghetti on their forks (even forks hadn’t been invented yet), William Tell never tasted chocolate, and Buddha never spiced up his food with chilli. Potatoes reached Poland and Ireland no more than 400 years ago. The only steak you could obtain in Argentina in 1492 was from a llama.

Hollywood films have perpetuated an image of the Plains Indians as brave horsemen, courageously charging the wagons of European pioneers to protect the customs of their ancestors. However, these Native American horsemen were not the defenders of some ancient, authentic culture. Instead, they were the product of a major military and political revolution that swept the plains of western North America in the seventeenth and eighteenth centuries, a consequence of the arrival of European horses. In 1492 there were no horses in America. The culture of the nineteenth-century Sioux and Apache has many appealing features, but it was a modern culture – a result of global forces – much more than authentic’.”

Cognitive Dissonance


Ever since the French Revolution, people throughout the world have gradually come to see both equality and individual freedom as fundamental values. Yet the two values contradict each other. Equality can be ensured only by curtailing the freedoms of those who are better off. Guaranteeing that every individual will be free to do as he wishes inevitably short-changes equality. The entire political history of the world since 1789 can be seen as a series of attempts to reconcile this contradiction.

Anyone who has read a novel by Charles Dickens knows that the liberal regimes of nineteenth-century Europe gave priority to individual freedom even if it meant throwing insolvent poor families in prison and giving orphans little choice but to join schools for pickpockets. Anyone who has read a novel by Alexander Solzhenitsyn knows how Communisms egalitarian ideal produced brutal tyrannies that tried to control every aspect of daily life.

Contemporary American politics also revolve around this contradiction. Democrats want a more equitable society, even if it means raising taxes to fund programmes to help the poor, elderly and infirm. But that infringes on the freedom of individuals to spend their money as they wish. Why should the government force me to buy health insurance if I prefer using the money to put my kids through college? Republicans, on the other hand, want to maximise individual freedom, even if it means that the income gap between rich and poor will grow wider and that many Americans will not be able to afford health care.

Just as medieval culture did not manage to square chivalry with Christianity, so the modern world fails to square liberty with equality. But this is no defect. Such contradictions are an inseparable part of every human culture. In fact, they are culture’s engines, responsible for the creativity and dynamism of our species. Just as when two clashing musical notes played together force a piece of music forward, so discord in our thoughts, ideas and values compel us to think, reevaluate and criticise. Consistency is the playground of dull minds.

If tensions, conflicts and irresolvable dilemmas are the spice of every culture, a human being who belongs to any particular culture must hold contradictory beliefs and be riven by incompatible values. It’s such an essential feature of any culture that it even has a name: cognitive dissonance. Cognitive dissonance is often considered a failure of the human psyche. In fact, it is a vital asset. Had people been unable to hold contradictory beliefs and values, it would probably have been impossible to establish and maintain any human culture.

If, say, a Christian really wants to understand the Muslims who attend that mosque down the street, he shouldn’t look for a pristine set of values that every Muslim holds dear. Rather, he should enquire into the catch-22s of Muslim culture, those places where rules are at war and standards scuffle. It’s at the very spot where the Muslims teeter between two imperatives that you’ll understand them best.

Akademimizin Hali


Hakkı Yırtıcı, Gazete Duvar


YÖK’ün 2016 yılı verilerine göre, son 14 yılda akademisyen sayısı, yüzde 100’den fazla artmış ve 70 bin 12’den, 155 bin 216’ya çıkmış. Bu artışta, hükümetin “her ile bir üniversite” politikası ve her yıl yenileri açılan vakıf üniversitelerinin katkısı büyük. Ancak burada bir kısır döngü var; her açılan yeni üniversite ile beraber, öğrenci sayısı da doğru orantılı olarak hızla artıyor ve yetişmiş akademisyen ihtiyacı sürekli büyüyor.
Sorunun ciddiyetini anlayabilmek için, “akademisyen sayımız yüzde 100 arttı” diye övünmeyi ve kendi içimizdeki rakamlara bakmayı bırakıp, diğer ülkelerle bir karşılaştırma yapalım.
ABD’de her yıl 61 bin, Rusya’da 27 bin, Almanya’da 25 bin, Japonya ve İngiltere’de ise 17 bin doktora öğrencisi mezun olurken, Türkiye’de bu rakam 4 bin 500 ve asıl ihtiyacın 15 bin olduğu söyleniyor; yani, bu sayının en az üç katına çıkması gerekiyor. Ülkelerin nüfusuna göre, doktora yapmış insan sayısına bakıldığında ise durumun vahameti daha da iyi anlaşılıyor: Çin’de, her bin kişi başına 2.2, ABD’de 1.7, Avrupa Birliği’nde 1.5 doktora mezunu düşerken, Türkiye’de bu oran sadece 0.4.
**
Bir akademisyen, öyle hemen, kolayca yetişmiyor. Lisans (4 yıl), yüksek lisans (2 yıl) ve doktora (4 yıl) eğitimi ile 10 yıl gerekiyor ki, özellikle de doktora süreci, aslında ek süreler ve uzatmalar ile yaklaşık 12 – 13 yılı bulur. Özgün bir doktora tezi yazmak kolay değildir. Fikirlerinizin zihninizde olgunlaşmasına, argümanlarınızın güçlenmesine ve literatüre hakim olmanıza çoğu zaman 4 yıl yetmez. Bu rakamların üstüne, doçent olmak için gereken ders verme deneyimi, çalışma ve yayın için bir 5 yıl ve profesör olmak için de, bir 5 yıl daha ekleyin. İşte karşınıza, en az 20 yılın sonunda, 50’li yaşlarına gelmiş, fikirleri ve verdiği dersleri olgunlaşmış, ulusal ve uluslararası yayınlar yapmış, yüksek lisans ve doktora tezleri yönetmiş, jürilerde bulunmuş nitelikli bir akademisyen ancak çıkabiliyor.
YÖK’ün listesine göre, Türkiye’de, 6 Mayıs 2015 tarihi itibari ile 109’u devlet, 84’ü ise vakıf olmak üzere 193 üniversite bulunmaktaydı. 15 Temmuz 2016’dan sonra vakıf üniversitelerinin sayısı 69’a düştü ve bu üniversitelerde çalışan 2 bin 808 akademisyen işsiz kaldı. Son bir yılda, çıkarılan 6 KHK ile ise 117 farklı üniversiteden 5 bin 247 akademisyen ihraç edildi. Maalesef, kaçının kendi alanlarında tekrar iş bulabildiğini, kaçının mesleklerinden vazgeçip, geçinebilmek için başka işlere yöneldiği bilinmiyor.
Bugün, esas olarak, akademik dünyada yaşanan depremin, ağırlıklı olarak siyasi boyutu konuşuluyor; ama bunun sosyo-kültürel bir boyutu da olduğu ve toplumda üniversitelere ve akademisyenlere bakışın nasıl bir dönüşüm geçirdiği gerçeği pek ele alınmıyor. Televizyonda, sosyal medyada çıkan haberlerde, akademisyenlere yönelik suçlamalar arttıkça, bir zamanların saygın mesleği artık kuşkulu bir hale geldi. Bunun doğal bir uzantısı olarak da, toplum nezdinde eleştirel düşünce değersizleşti; bir konuyu derinlemesine bilmek anlamsızlaştı. Artık herkes, her konuda, iki satır okuyunca, kendini uzman sanıyor ve o konuda ahkam kesmekte bir sorun görmüyor. Asıl cehalet, bilmemek değil, bilmediğinin farkında olmamaktır.
Kendi deneyimlerimden biliyorum; elinde şimdiye kadar yaptığın çalışmaları içeren kalın bir dosya ile özel bir üniversitenin rektörünün ya da dekanının karşısına çıkan bir akademisyene, şimdiye kadar neler yaptığından önce ilk sorulan, FETÖ’cü ya da imzacı olup olmadığı. O sırada, karşısındaki meslektaşına yaptığı pervasızca saygısızlığın ya farkında değiller ya da buna aldırmıyorlar.
Bundan bir yıl önce, bana bu soruyu soran bir dekana, neden imzacıları işe almadıklarını sorduğumda, verebildiği tek cevap, “prensip olarak” oldu. Kötü reklam olmasından korkuyorlar. Ne de olsa işin içinde ticaret var, müşteri var, müşterinin parasını ödeyen aileler var. Sistemle uyumlu olmak lazım; çünkü eğitim sektöründe rekabet büyük, pastadan pay kapmak isteyen üniversite sayısı ise çok fazla.
Marx, zamanında ne demişti? Üretim araçlarına sahip olanlar (bu, ha fabrika olmuş, ha üniversite, fark etmez) ile olmayanlar (bu noktada, entelektüel proletarya demek daha doğru) arasındaki ilişki her zaman sömürü sistemine dayanır. Kapitalizmin kuralı ne idi? Masrafları kıs, kârı maksimize et. Üniversiteler, rekabet arttıkça, genelde birbirlerine benzeme eğilimindeler. Nitelik, çoğu zaman niceliğe kurban ediliyor.
Akademisyen başına düşen öğrenci sayısı, rekabet arttıkça, sürekli maksimize, eğitim için kullanılan mekanın metrekare cinsinden miktarı ise sürekli minimize ediliyor. Üniversitelerin kütüphaneleri göstermelik, sosyal imkanları ise ya hiç yok ya da yetersiz. Hangi akademisyene sorsanız, ağır ders yükünden, kalabalık sınıflara verilen derslerden ve çoğunlukla, okumak için eve taşımak zorunda kaldıkları sınav kağıtlarından, ders dışında yüklendikleri ve asli görevleri olmayan idari işlerin yoğunluğundan, haftada beş gün, 9 – 6 üniversitede bulunmak ve kart basmak zorunda olmaktan, daracık bir odayı en az iki meslektaşı ile paylaşmaktan ve kendi özel çalışmalarına zaman bulamamaktan yakınacaktır.
Akademisyenlerin, liselere gönderilerek, çalıştıkları üniversitede eğitimin ne kadar iyi olduğunu ya da tanıtım günleri adı altında, bir masanın arkasında, bütün gün, öğrencilerinin gözü önünde, gelen ailelere (çünkü parayı öğrenci adayı değil, aileler ödeyecek) yine çalıştıkları üniversitenin eğitiminin ne kadar iyi olduğunu anlatmaları ise ayrı bir utanç konusu. Yılda birkaç haftalığına, bir akademisyen değil pazarlamacı olmak zorundalar.
Üniversite yönetimlerine, bu da yetinmiyor. Liselerin müdürlerinin ve aslında öğrencilerine, üniversite tercihlerinde yardımcı olması beklenen rehber öğretmenlerin, lüks otellerin restoranlarında ağırlanmaları ya da lüks yatlarla Boğaz turlarına çıkarılmaları da bu işin bir parçası ve bu yapılan, hiç kimseye tuhaf gelmiyor. Rekabet koşulları içinde bu pazarlama yöntemi de kanıksanmış durumda.
Akademisyenlerin, konularında ne kadar yetkin olduklarının ise hiçbir önemi yok. Her an, yerlerinin başka biri tarafından doldurulabileceğinin farkındalar. Üniversite yönetimi için kalite önemli değil, o derse herhangi birinin girmesi yeterli. Bir üniversitede kadrolu çalışıp, geleceğini öngörebildiğin ve zihinsel enerjini derslerine, akademik yayın ve çalışmalarına verdiğin günler çok gerilerde kaldı.
Akademisyenlere mevsimlik işçi gibi davranılıyor. Yarı zamanlı (dışarıdan ders saat ücretli) çalıştırılmaları çok yaygın bir uygulama. Bir eğitim dönemi 14 haftadan oluşur; bir eğitim yılında ise 28 hafta vardır; geriye kalan 24 haftada nasıl geçineceklerinin endişesi içindeler. Kadrolu çalışanların durumu da çok farklı değil; onlar da tedirginler, gelecekleri hakkında. Üniversitelerin bünyesinde kadrolu görünen iki güncüler ve üç güncüler var. Bu, çoğunlukla doçent ve profesörlere uygulanıyor. Böylelikle daha ucuza geliyorlar. Her sözleşme yenileme tarihi ise bir belirsizlik. Şu ya da bu neden gösterilip, yönetimle uyumlu olmayanlar, her an işsiz kalabilir, yoksulluğun ve yoksunluğun pençesine düşebilirler. Ne çalıştıkları kurum ne de meslekleri ile bir bağ kurulmasına izin veriliyor, kendilerini hep bıçak sırtında hissediyorlar.
Eğitim, rakamlarla bu kadar nicelleştirilmişken, bir de her sene “fakültemizin değerli öğretim üyeleri” sözleri ile başlayan bir e-posta gelir. Öncelikle, sadece resmi yazışmalarda, kağıt üstünde değerlisinizdir. İnsanın içi burkuluyor. İstenen ise performansınızın değerlendirilmesidir. O sene, kaç saat derse girdiğiniz, ne tür etkinliklerde bulunduğunuz, yoğun idari işlerden fırsat bulup, kaç yayın yaptığınız sorulur.
Zaten sürekli notlanıyor olmanın tedirginliği vardır üzerinizde. Daha önce çalıştığım bir üniversitede, yeni performans kriterleri getirilmişti. Sadece bir maddesinden söz edeceğim. Akademisyen her sene öğrenciler tarafından eğitim kalitesi, bölüm başkanı tarafından da, iş arkadaşları ve yönetimle uyumlu çalışması üzerinden notlanacak, yani karneniz oluşturulacaktı. İnsanı, daha baştan suçlu gibi hissettiriyorlar. Eğer pragmatik biri iseniz, sorun değil. Öğrenciyi, derste çok zorlama ve notunu bol tut; yöneticilere de her zaman gülümse ve asla kendi fikrini söyleme.
İTÜ’de, mimarlık eğitimi aldığım yıllarda, bir hocam, ismi bende saklı, Taşkışla’da, onun atölyesinde iken, bizlere, yüksek sesle, “Her insan kendi istediği kadar mimar olur” der, sonra da sesini biraz alçaltarak “Bir de okulunun izin verdiği kadar” diye eklerdi. Sizler, mimar yerine kendi mesleklerinizin adını koyabilirsiniz.
İnsan, hocalarının sözlerini çok sonra anlarmış. Henüz, her köşe başında özel bir üniversitenin olmadığı ve isimlerini burada tek tek sayamayacağım bir sürü değerli hocamızın, gözlerinin içine baktığımız bir dönemde bile, meğer hocamız, bir acısını, öğrencileri ile paylaşıyormuş ve ben, bunu daha yeni kavrayabiliyorum.
Ya şimdi, biz akademisyenler neyin acısını çekiyoruz?
Her akademisyenin, ancak kendi okulunun izin verdiği kadar akademisyen olabildiği bir dönemde yaşamanın…
Peki, öğrencilere ve derslerin kendilerine ne oluyor?
Her dersin bir mahremiyeti vardır. Sınıfın kapısı kapandığı anda, akademisyen ile öğrenciler baş başa kalır. Artık bir akademisyen değil, öğrencilerin gözünde bir hocasınızdır. Bilgiyi sadece düz bir şekilde aktarmazsınız. Yıllar içinde geliştirdiğiniz kendine özgü bir anlatım biçiminiz vardır. Bunu, dersin daha iyi anlaşılması, dersi sıkıcı olmaktan kurtarmak, öğrencinin ilgisini çekebilmek ve öğrenci ile bir bağ kurabilmek adına yaparsınız.
Yaklaşık yirmi yıllık bir akademisyen ve hoca olarak, gözümün önünde öğrenci profili yavaş yavaş değişti. Artık daha ilgisizler, aralarında bağ kurabildiklerimin sayısında ciddi bir düşüş var. Tek beklentileri bir an evvel diploma almak. Sonrasına dair ise fazla bir düşünceleri yok. Aralarında babası ya da aileden biri müteahhit olanı azımsanmayacak kadar çok. Muhtemelen, okudukları bölüm, kendi tercihleri değil. Mezun olduklarında da, aile işinin başına geçecekler ve Türkiye’nin inşaat sektörüne dayalı ekonomisinin bir parçası olacaklar.
Bir arkadaşıma, bir defasında, penceremden görünen, üst üste yığılmış, sevimsiz binaları göstererek, bir mimar ve hoca olarak, onlara mezun olduklarında ihtiyaç duymayacakları bir “tasarım yapma bilgisi”ni aktarmaya çalıştığımı ve aslında “mış gibi” yaptığım hissine kapıldığımı söylemiştim. Bana dönüp, kendisinin de hukukçu olduğunu ve üniversitede hukuk felsefesi anlattığını hatırlatmıştı. O an, söyleyecek bir söz bulamadım, sustum.
Oysa 20’li yaşlarındalar; en meraklı ve kendilerini keşfetmeleri, tanımaları gereken yaş. Her zaman öğrencilerime, “Mesleği ile içsel bir bağ kuran, işini gerektiği gibi düzgün yapma etiğine sahip olan insandan korkmayın; çünkü bu, o kişinin, aynı şeyi insanlarla olan ilişkilerinde de yaptığı anlamına gelir” derim. Bu sözlerimi kaç kişi anlıyor, bilemiyorum. 
Kuşkusuz hepsi değil ama büyük bir çoğunluğu üniversiteye, okulun içinde açılmış marka kafelerde vakit geçirmek ve arkadaşları ile sohbet için geliyorlar. Herkes, sanki bir partiye gelircesine çok bakımlı ve süslü. Ellerinde cep telefonları, sürekli onlarla meşguller. Elinde bir kitap, not tutmak için bir defter, hatta kalemle gelen yok denecek kadar az. Dersin ilk 10 dakikasında, öğrencileri cep telefonlarından uzaklaştırmak ve sessize aldırmak için uğraşmak, dersin doğal bir parçası haline gelmiş durumda. Bir şeyi elde etmek, öğrenmek, mesleklerinin bir parçası yapmak için harcamaları gereken emek ve çabadan, bir konuyu derinlemesine bilmenin hazzından bihaberler.
Kontenjanı 100 kişi olarak belirlenmiş bir sınıfa ders anlattığınızı hayal edin. Aslında sınıf 80 kişilik, ama üniversite yönetimi de biliyor, hepsinin derse gelmeyeceğini. Dönem başı, ilk sordukları, “Hocam hazırladığınız sunumları ve ders notlarını verecek misiniz?” oluyor. Buna alışmışlar, alıştırılmışlar. Yoklama almıyorum. İstiyorum ki, 18 yaşını aşmış bireyler olarak, derse kendi istekleri ile katılsınlar. Ancak dönem boyu, ortalama 50 öğrenciye ders anlatıyorum. Bunların en az yarısının önünde ise ne bir kağıt ne de bir kalem oluyor. Bedenleri orada ama zihinleri başka yerde… Gerçekte, en fazla, 10 – 15 öğrenciyle göz teması kurarak ders anlatabiliyorum. Onlar da olmasa, boşluğa konuşuyormuş gibi hissedeceğim.
Bazen, inatla, neden not tutmadıklarını soruyorum. Bir cevapları yok, sadece sessizlik. Bir defasında, bir öğrenci “ben dersi dinliyor, sonra akşam internetten araştırıyorum” demişti. Derste anlattığımın, yıllar boyu, o konu üzerine okuyarak, düşünerek, kendi özgün yorumumla oluşturduğum bir bilgi olduğunun farkında değiller. Zaten, o öğrenciye, geçen hafta anlattığım dersten bir soru sorduğumda, cevabı, “geçen hafta yoktum” olmuştu.
Sadece bir hocaya değil, herhangi bir insana yalan söylemek bu kadar kolay olmamalı.
Lütfen sanmayın ki, sürekli öğrencilerden yakınan bir hoca klişesini burada tekrarlıyorum. Bu durumun, onlarla alakası olmadığını biliyorum. Hepsi de, bugün Türkiye’nin gelmiş olduğu siyasi ve sosyo-kültürel ortamın bir uzantıları. Onlar için, karşılarına çıkan her engel, en kolay yoldan, emek harcamadan aşılması gereken ve sonunda da bir an evvel köşeyi dönmeleri gereken basit bir sorun. Dedim ya, düşünce değersizleşti, değersizleştirildi bu ülkede.
Zaten, bir üniversitede işe girerken, ilk günden, aslında ne olduğunuz size hatırlatılır. Bir defasında, rektörün, ilk gün bana iki tavsiyesi olmuştu. Birincisi, sınav kağıtlarını ve tutanağını düzgün dosyalamam (çünkü bildiğim kadarıyla, YÖK denetçileri geldiğinde, esas olarak bunlarla ilgileniyorlar); ikincisi ise, öğrenci mesela derse, saat 10 yerine, 10’u 20 geçe gelmişse, öğrenciyi çok zorlamamam ve uyumlu olmamdı.
Evet, anahtar kelime bu; “uyumlu olmak”.
Öğrenciyi zorlamadığın, kendi sınırlarını keşfettirmeye çalıştırmadığın, öz farkındalıklarını arttırmayı denemediğin, kendi gibi düşünmeyenlere saygı duymalarını öğretmediğin, yönetimin yazılı olmayan ama zihinlerinde oluşturdukları müfredata uyduğun sürece sorun yok; aksi takdirde, bir an evvel halledilmesi gereken bir sorundan başkası değilsiniz.
Öğrenci de kaçınılmaz bir şekilde içinde bulunduğu toplumun siyasi ve kültürel ortamının bir uzantısı. Hoca, artık ağzından çıkan her kelimeyi dikkatlice seçmek ve kendine otokontrol uygulamak zorunda hissediyor. Komşunu ihbar etmenin tavsiye edildiği ve meşru görüldüğü bir ortamda, öğrenci tarafından her an yönetime şikayet edilebilirsiniz. Çünkü derste 271 kelimeden çok daha fazlasını sarf edeceksinizdir.
Bugün, bir öğrenci rahatlıkla, “anlattıklarınız, benim milli görüşlerimle uyuşmuyor” diyerek, sınıfı terk edebiliyor. Taraf olmadan, nasıl eleştirel düşünülebileceğini anlamıyorlar, anlamak istemiyorlar. Söyledikleriniz cımbızla seçilip, çarpıtılarak, bazen sesiniz ya da görüntünüz cep telefonuna kaydedilebilir, yönetime iletilebilir ve istifaya zorlanabilirsiniz.
Formül ne idi? Öğrenciyi zorlama, notunu bol tut. Yani, bugün, hocanın öğrencisinden korktuğu bir eğitim anlayışı üniversitelere hakim.

Lafı, daha fazla uzatmadan, son bir söz edeceğim: Öğrenciye, herhangi bir konuda,”neden böyle yapmadın, daha geçen ders söylemiştim” dediğimde, hemen hepsinden “unuttum” cevabını çok sık duyar oldum. Bu, onlar için gayet geçerli bir mazeret ve aslında ne dediklerinin farkında değiller. Aptal değiller ama çoğunun zihinleri bomboş. “Unuttum” diyen bir öğrencinin, gözlerinin derinliklerine baktığımda, gerçekten unuttuğunu anlıyorum ve işte o an, çok ürküyorum.


Bu yazı ilk kez Gazeteduvar haber sitesinde 'Ya geriye kalan akademisyenler' adıyla yayınlandı.

Wednesday, July 25, 2018

Hannah Arendt Explains How Propaganda Uses Lies to Erode All Truth & Morality: Insights from The Origins of Totalitarianism

Josh Jones, Open Culture

At least when I was in grade school, we learned the very basics of how the Third Reich came to power in the early 1930s. Paramilitary gangs terrorizing the opposition, the incompetence and opportunism of German conservatives, the Reichstag Fire. And we learned about the critical importance of propaganda, the deliberate misinforming of the public in order to sway opinions en masse and achieve popular support (or at least the appearance of it). While Minister of Propaganda Joseph Goebbels purged Jewish and leftist artists and writers, he built a massive media infrastructure that played, writes PBS, “probably the most important role in creating an atmosphere in Germany that made it possible for the Nazis to commit terrible atrocities against Jews, homosexuals, and other minorities.”

How did the minority party of Hitler and Goebbels take over and break the will of the German people so thoroughly that they would allow and participate in mass murder? Post-war scholars of totalitarianism like Theodor Adorno and Hannah Arendt asked that question over and over, for several decades afterward. Their earliest studies on the subject looked at two sides of the equation. Adorno contributed to a massive volume of social psychology called The Authoritarian Personality, which studied individuals predisposed to the appeals of totalitarianism. He invented what he called the F-Scale (“F” for “fascism”), one of several measures he used to theorize the Authoritarian Personality Type.

Arendt, on the other hand, looked closely at the regimes of Hitler and Stalin and their functionaries, at the ideology of scientific racism, and at the mechanism of propaganda in fostering “a curiously varying mixture of gullibility and cynicism with which each member... is expected to react to the changing lying statements of the leaders.” So she wrote in her 1951 Origins of Totalitarianism, going on to elaborate that this “mixture of gullibility and cynicism... is prevalent in all ranks of totalitarian movements":
In an ever-changing, incomprehensible world the masses had reached the point where they would, at the same time, believe everything and nothing, think that everything was possible and nothing was true... The totalitarian mass leaders based their propaganda on the correct psychological assumption that, under such conditions, one could make people believe the most fantastic statements one day, and trust that if the next day they were given irrefutable proof of their falsehood, they would take refuge in cynicism; instead of deserting the leaders who had lied to them, they would protest that they had known all along that the statement was a lie and would admire the leaders for their superior tactical cleverness.
Why the constant, often blatant lying? For one thing, it functioned as a means of fully dominating subordinates, who would have to cast aside all their integrity to repeat outrageous falsehoods and would then be bound to the leader by shame and complicity. “The great analysts of truth and language in politics”---writes McGill University political philosophy professor Jacob T. Levy---including “George Orwell, Hannah Arendt, Vaclav Havel—can help us recognize this kind of lie for what it is.... Saying something obviously untrue, and making your subordinates repeat it with a straight face in their own voice, is a particularly startling display of power over them. It’s something that was endemic to totalitarianism.”
Arendt and others recognized, writes Levy, that “being made to repeat an obvious lie makes it clear that you’re powerless.” She also recognized the function of an avalanche of lies to render a populace powerless to resist, the phenomenon we now refer to as “gaslighting”:
The result of a consistent and total substitution of lies for factual truth is not that the lie will now be accepted as truth and truth be defamed as a lie, but that the sense by which we take our bearings in the real world—and the category of truth versus falsehood is among the mental means to this end---is being destroyed.
The epistemological ground thus pulled out from under them, most would depend on whatever the leader said, no matter its relation to truth. “The essential conviction shared by all ranks,” Arendt concluded, “from fellow traveler to leader, is that politics is a game of cheating and that the ‘first commandment’ of the movement: ‘The Führer is always right,’ is as necessary for the purposes of world politics, i.e., world-wide cheating, as the rules of military discipline are for the purposes of war.”
“We too,” writes Jeffrey Isaacs at The Washington Post, “live in dark times"---an allusion to another of Arendt’s sobering analyses—“even if they are different and perhaps less dark.” Arendt wrote Origins of Totalitarianism from research and observations gathered during the 1940s, a very specific historical period. Nonetheless the book, Isaacs remarks, “raises a set of fundamental questions about how tyranny can arise and the dangerous forms of inhumanity to which it can lead.” Arendt's analysis of propaganda and the function of lies seems particularly relevant at this moment. The kinds of blatant lies she wrote of might become so commonplace as to become banal. We might begin to think they are an irrelevant sideshow. This, she suggests, would be a mistake.

Monday, July 23, 2018

Mathematical Mindsets [Jo Boaler] (3):The Power of Mistakes and Struggle



Every time a student makes a mistake in math, they grow a synapse. (Carol Dweck)



Psychologist Jason Moser studied the neural mechanisms that operate in people's brains when they make mistakes (Moser et al., 2011).


Moser's study shows us that we don't even have to be aware we have made a mistake for brain sparks to occur. When teachers ask me how this can be possible, I tell them that the best thinking we have on this now is that the brain sparks and grows when we make a mistake, even if we are not aware of it, because it is a time of struggle; the brain is challenged, and this is the time when the brain grows the most.

**
In Moser and his colleagues' study, the scientists looked at people's mindsets and compared mindsets with their ERN and Pe responses when they made mistakes on questions. Moser's study produced two important results. First, the researchers found that the students' brains reacted with greater ERN and Pe responses—electrical activity—when they made mistakes than when their answers were correct. Second, they found that the brain activity was greater following mistakes for individuals with a growth mindset than for individuals with a fixed mindset. Figure 2.1 represents brain activity in individuals with a fixed or growth mindset, with the growth mindset brains lighting up to a much greater extent when mistakes were made.


**


The fact that our brains react with increased activity when we make a mistake is hugely important. I will return to this finding in a moment.


The study also found that individuals with a growth mindset had a greater awareness of errors than individuals with a fixed mindset, so they were more likely to go back and correct errors. This study supported other studies (Mangels, Butterfield, Lamb, Good, & Dweck, 2006) showing that students with a growth mindset show enhanced brain reaction and attention to mistakes. All students responded with a brain spark—a synapse—when they made mistakes, but having a growth mindset meant that the brain was more likely to spark again, showing awareness that a mistake had been made. Whether it is mathematics, teaching, parenting, or other areas of your life, it is really important to believe in yourself, to believe that you can do anything. Those beliefs can change everything.

**

Moser's study, showing that individuals with a growth mindset have more brain activity when they make a mistake than those with a fixed mindset, tells us something else very important. It tells us that the ideas we hold about ourselves—in particular, whether we believe in ourselves or not—change the workings of our brains. If we believe that we can learn, and that mistakes are valuable, our brains grow to a greater extent when we make a mistake. This result is highly significant, telling us again how important it is that all students believe in themselves—and how important it is for all of us to believe in ourselves, particularly when we approach something challenging.

**


“Peter Sims, a writer for the New York Times, has written widely about the importance of mistakes for creative, entrepreneurial thinking (Sims, 2011). He points out: 

“Imperfection is a part of any creative process and of life, yet for some reason we live in a culture that has a paralyzing fear of failure, which prevents action and hardens a rigid perfectionism. It's the single most disempowering state of mind you can have if you'd like to be more creative, inventive, or entrepreneurial.”
He also summarizes the habits of successful people in general, saying that successful people:

Feel comfortable being wrong
Try seemingly wild ideas
Are open to different experiences
Play with ideas without judging them
Are willing to go against traditional ideas
Keep going through difficulties”


**
One of the most powerful moves a teacher or parent can make is in changing the messages they give about mistakes and wrong answers in mathematics.

**
Another strategy for celebrating mistakes in class is to ask students to submit work of any form—even test papers (although the less we test students the better); teachers then highlight their “favorite mistakes.” Teachers should share with students that they are looking for their favorite mistakes, which should be conceptual mistakes, not numerical errors. Teachers can then share the mistakes with the class and launch a class discussion about where the mistake comes from and why it is a mistake. This is also a good time to reinforce important messages—that when the student made this mistake, it was good, because they were in a stage of cognitive struggle and their brain was sparking and growing. It is also good to share and discuss mistakes, because if one student makes a mistake we know others are making them also, so it is really helpful for everyone to be able to think about them.



Friday, July 20, 2018

Mathematical Mindsets [Jo Boaler] (2):The Brain and Mathematics Learning



In the last decade we have seen the emergence of technologies that have given researchers new access into the workings of the mind and brain. Now scientists can study children and adults working on math and watch their brain activity; they can look at brain growth and brain degeneration, and they can see the impact of different emotional conditions upon brain activity. One area that has emerged in recent years and stunned scientists concerns “brain plasticity.” It used to be believed that the brains people were born with couldn't really be changed, but this idea has now been resoundingly disproved. Study after study has shown the incredible capacity of brains to grow and change within a really short period (Abiola & Dhindsa, 2011; Maguire, Woollett, & Spiers, 2006; Woollett & Maguire, 2011).

When we learn a new idea, an electric current fires in our brains, crossing synapses and connecting different areas of the brain.
 
**


If you learn something deeply, the synaptic activity will create lasting connections in your brain, forming structural pathways, but if you visit an idea only once or in a superficial way, the synaptic connections can “wash away” like pathways made in the sand. Synapses fire when learning happens, but learning does not happen only in classrooms or when reading books; synapses fire when we have conversations, play games, or build with toys, and in the course of many, many other experiences.


**


The new findings that brains can grow, adapt, and change shocked the scientific world and spawned new studies of the brain and learning, making use of ever-developing new technologies and brain scanning equipment. In one study that I believe is highly significant for those of us in education, researchers at the National Institute for Mental Health gave people a 10-minute exercise to work on each day for three weeks. The researchers compared the brains of those receiving the training with those who did not. The results showed that the people who worked on an exercise for a few minutes each day experienced structural brain changes. The participants' brains “rewired” and grew in response to a 10-minute mental task performed daily over 15 weekdays (Karni et al., 1998). Such results should prompt educators to abandon the traditional fixed ideas of the brain and learning that currently fill schools—ideas that children are smart or dumb, quick or slow. If brains can change in three weeks, imagine what can happen in a year of math class if students are given the right math materials and they receive positive messages about their potential and ability.
 
**


The new evidence from brain research tells us that everyone, with the right teaching and messages, can be successful in math, and everyone can achieve at the highest levels in school. There are a few children who have very particular special educational needs that make math learning difficult, but for the vast majority of children—about 95%—any levels of school math are within their reach. And the potential of the brain to grow and change is just as strong in children with special needs. Parents and teachers need to know this important information.
 
**


I am often asked whether I am saying that everyone is born with the same brain. I am not. What I am saying is that any brain differences children are born with are nowhere near as important as the brain growth experiences they have throughout life. People hold very strong views that the way we are born determines our potential; they point to well-known people who were considered geniuses—such as Albert Einstein or Ludwig van Beethoven. But scientists now know that any brain differences present at birth are eclipsed by the learning experiences we have from birth onward (Wexler in Thompson, 2014). Every second of the day our brain synapses are firing, and students raised in stimulating environments with growth mindset messages are capable of anything. Brain differences can give some people a head start, but infinitesimally small numbers of people have the sort of head start that gives them advantages over time. And those people who are heralded as natural geniuses are the same people who often stress the hard work they have put in and the number of mistakes they made. Einstein, probably the most well known of those thought to be a genius, did not learn to read until he was nine and spoke often about his achievements coming from the number of mistakes he had made and the persistence he had shown. He tried hard, and when he made mistakes he tried harder. He approached work and life with the attitude of someone with a growth mindset. A lot of scientific evidence suggests that the difference between those who succeed and those who don't is not the brains they were born with, but their approach to life, the messages they receive about their potential, and the opportunities they have to learn. The very best opportunities to learn come about when students believe in themselves. For far too many students in school, their learning is hampered by the messages they have received about their own potential, making them believe they are not as good as others, that they don't have the potential of others. 




When students are given fixed praise—for example, being told they are smart when they do something well—they may feel good at first, but when they fail later (and everyone does) they think that means they are not so smart after all.
 
**


The impact of the praise students receive can be so strong that it affects their behavior immediately. In one of Carol's studies, researchers asked 400 fifth graders to take an easy short test, on which almost all performed well. Half the children were then praised for “being really smart.” The other half were complimented on “having worked really hard.” The children were then asked to take a second test and choose between one that was pretty simple, that they would do well on, or one that was more challenging, that they might make mistakes on. Ninety percent of those who were praised for their effort chose the harder test. Of those praised for being smart, the majority chose the easy test (Mueller & Dweck, 1998).

Praise feels good, but when people are praised for who they are as a person (“You are so smart”) rather than what they did (“That is an amazing piece of work”), they get the idea that they have a fixed amount of ability. Telling students they are smart sets them up for problems later. As students go through school and life, failing at many tasks—which, again, is perfectly natural—they evaluate themselves, deciding how smart or not smart this means they really are. Instead of praising students for being smart, or any other personal attribute, it's better to say things like: “It is great that you have learned that,” and “You have thought really deeply about this.”
 

**


There is no preordained pace at which students need to learn mathematics, meaning it is not true that if they have not attained a certain age or emotional maturity they cannot learn some mathematics. Students may be unready for some mathematics because they still need to learn some foundational, prerequisite mathematics they have not yet learned, but not because their brain cannot develop the connections because of their age or maturity. When students need new connections, they can learn them.