Gülen, öğrencilerine düşkündü. Bazı öğrencileri yurtta da, kamplarda da zapt etmek kolay değildi. 450-500 lira olan maaşının bir kısmını ihtiyacı olan öğrencilere dağıtmak üzere öğrenci başkanına veriyordu. O yıllarda çoğu köylerden gelmiş olan öğrencilerin en büyük lüksü iki bisküvi arasına sıkıştırılmış lokumdu.
1970 sonlarında maaşı bin lira civarındaydı. Sadece vaizlik maaşını alan Gülen, ders başına 10 lira olan ek ücreti ve 17,5 lira olan gece-gündüz nöbeti parasını almıyordu. Oysa günde on saat derse giriyordu ve haftanın çoğu günleri nöbet tutuyor gibi ayaktaydı. Yörenin hocalarından biri şöyle diyordu:
“Fethullah hocadan Allah razı olsun. Bize ücretsiz ders vermeyi öğretti.”
Bu şekilde maaşının çok az bir bölümünü kullanan Gülen’in günlük yemeği çok sadeydi. Yurdun yemeklerini yemediğinden dışarıdan peynir, mandalina gibi yiyecekler alıyordu. Bunları, yurttan parasını ödeyip aldığı ekmekle yiyordu. Çoğu günleri soğan ekmek yiyerek geçiriyordu. Hatta bazen öğrenciler rahatsız olmasın diye sınıfa girdiğinde, “Biz soğanı çok severiz, ağzım soğan kokuyor mu?” diyerek onların tepkisini ölçüyor, ardından da bir soğan fıkrası anlatarak öğrencilerini güldürüyordu. Gülen’in yurdun yemeğini yemediğini bilen İzmir esnafından Mustafa Birlik, ona evinden öğle yemeği gönderiyordu:
“Kestanepazarı’nın yemeğini yemediğim için Mustafa Birlik, oğlu Abdullah ile her gün öğlende bir öğün yemek gönderiyorlardı. Karşılıksız olmasın diye onlara çok küçük bir şey veriyordum. Hemen her gün sefer taslarına bir çorba koydular, bana gönderdiler... 2-3 sene bana böyle yemek geldi.”
Öğrencilerin yediği etlerin nasıl kesildiğini görmek için mezbahaneye giden Gülen, dini hassasiyetlere ve hijyen kurallarına yeterince riayet edilmediğini gördü. Yurt idaresine durumu anlatıp, “Koyunları ben keseyim, yemekhaneye teslim edeyim. Öğrenciler temiz et yesinler.” teklifinde bulundu.
Onu gece yarısı yurdun tuvaletlerini temizlerken, günün bir saatinde yurdun önünü yıkarken, Kurban bayramlarında herkesin uyuduğu saatlerde kalkıp onlarca kurbanın kesildiği yurdun bahçesini temizlerken görmek mümkündü. Öyle bir durumda yanına gelip o işi yapmak isteyenlere işi kesinlikle devretmiyor, başladığı işi kendisi bitiriyordu. Daha Erzurum’da öğrenci olduğu 1950’li yıllarda elinde hortum medresenin tuvaletlerini temizliyordu.
Gülen, yurdun yemeğini yemediği gibi, kullandığı abdest ve banyo suyunun parasını bile hesaplayıp ödüyordu. O yıllarda Ankara’dan gelip yanında birkaç ay kalan bir arkadaşına da yurtta yemek yedirmedi ve onun da kullandığı suyun parasını hesaplayıp ödedi. Gülen yurdun terlik ve havlu gibi malzemelerini de kesinlikle kullanmıyordu.
**
Gülen İzmir’de bu faaliyetlerle meşgulken, Türkiye’nin ilk siyasal İslâmcı partisi siyaset sahnesinde yerini aldı. Bu partinin kurucusu, eğitiminin bir bölümünü Almanya’da yapmış olan mühendis kökenli Prof. Necmettin Erbakan’dı. Partisine “Milli Nizam” adını vermişti.
1969’da İzmir’e gidip kampta Gülen’i ziyaret eden Erbakan, kamptaki gençleri görünce, “Ülkeye hizmetin en etkili yolu siyasettir.” dedi. Erbakan randevusuz gelmişti. O yılların Türkiye’sinde “masonlarla” ve “Siyonizm’le” mücadele ettiğini belirten, bu sebeple bütün dindar insanların kendi arkasında yer alması gerektiğine inanan Erbakan, Gülen’i yeni kurduğu partiye davet etti. Ama Gülen’i ikna etmesi mümkün değildi. Gülen kararını vermişti. Siyaset ona göre değildi. Türkiye’nin istikbalini, manevi değerlerden uzak yetişen ve büyüdüklerinde sağ-sol kamplarına ayrıştırılan gençlere sahip çıkılmasında görüyordu. Gülen’e göre, bu da ancak siyaset üstü bir yaklaşımla ve toplumun bütün kesimlerine ulaşmak suretiyle mümkün olabilirdi.
Gülen, Erbakan’a yönelik bu tavrını öteki siyasi parti liderlerine de aynı şekilde gösterdi. Adalet Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi liderlerinin görüşme taleplerine o günün şartlarında sıcak bakmadı.
**
Gülen, 1966’dan 1971 askeri müdahalesine kadar bu beş yıl boyunca yurtta müdür, camide vaiz, kampta yönetici, kahvehanede konuşmacıydı. Daha İzmir’e geldiği ilk yıl olan 1966’nın sonbaharında verdiği konferansın dinleyicileri arasında üniversite öğretim üyeleri ve yargı mensupları vardı. Henüz genç yaşlarda olmasına rağmen saçlarının büyük bir kısmına beyazlar düşmüş Gülen, bu konferansında Kur’ân-ı Kerim’in bilim ve teknolojiye bakan mucizevi yönlerini anlattı.
**
O dönemde Gülen’le birlikte olan yakın arkadaşlarının anlattığına göre, İzmir ve çevresinde Gülen’in gidip kahvehanesinde konuşma yapmadığı semt neredeyse kalmadı. Gülen için İzmir’de ilk kahvehane konuşmalarını 1968’de Aydınlar Cemiyeti organize etti. İlk kahvehane konuşması bir ilçedeki caminin bitişiğindeki kıraathanede oldu. Gülen’in o konuşması üzerine, kıraathanede oyun kâğıtlarının yerini kütüphane aldı. Kıraathane sahibi oyun kâğıtlarını yakarak imha etti. Bir kahvehane toplantısı, Mimarlık Fakültesi’nin yanındaki üniversite kıraathanesinde oldu. Gülen’in, çoğu üniversite öğrencisi olan dinleyicilerle bu sohbeti dört saat sürdü. Öyle ki, cadde tıkandı, belediye otobüsleri geçemedi. Bu toplantılar için İzmir Emniyeti Birinci Şube’den (Siyasi Şube) izin alınıyordu. Bu kahvehane sohbetleri o kadar sıklaştı ki, sonunda Siyasi Şube, genel bir izin verdi. İzin yazısında, salı ve cumartesi günleri, mahalli karakollara önceden haber vermek suretiyle kahve sohbeti yapılabileceği yazıyordu:
“Çocukluğumdan beri kahvelere karşı ciddi rahatsızlığım vardı. Kendim de gider orada bazı şeyler dinlerdim. Hikâye anlatırlardı. Ama rahatsızlığım vardı. Oralar nazarımda hep tembelhane idi. Acaba buraları kıraathane, adı da oydu kahvelerin, nasıl kıraathane haline getiririz, nasıl düşünen insanların, bazı şeyler dinleyen insanların yeri haline getiririz... Camide sohbet ediliyor. Camiye gelmeyen, o tembelhanelerde oturan insanlar var, acaba bunlara bazı meseleleri nasıl anlatırız. Hususiyle o dönemde din, diyanet inkâr ediliyordu. Belli bir ölçüde inkâr-ı ulûhiyet meselesi vardı. Marksizm, Leninizm, Maoizm böyle telakki ediliyordu. Ve gençlerde yaygındı. Biz de kahvelerde o dönemde Rabbimizi anlatalım, dinimizi anlatalım. Bu daha sonra yapılacak şeylere ilham kaynağı oldu. Bunları sinema salonlarında niye yapmayalım? Sinema salonlarında aslında eskiden beri hep konferanslar verilirdi. Çok erken dönemlerde hatırlıyorum... Sinemalarda da anlatılabilir, tiyatrolarda da anlatılabilir mülâhazam çok eski dönemlerde olmuştu. Rabbimizi sinema sahnesinde anlatma fırsatı verirlerse, biz çıkar orda da ‘Allah deyin ve kurtulun!’ deriz. Kahveler ve camiler bu işin sadece isteyerek sizin ayağınıza gelen insanlara bir şeyler anlatma zeminleri ise, bir de duyurarak bu meseleyi ilan ederek ve aynı zamanda abdest ihtiyacı olmayan, ayakkabı çıkarma ihtiyacı olmayan, farklı mekânlarda insanların biraz rahat gelip rahat oturacakları, belki sigara da içebilecekleri bir zeminde anlatma.''
**