Getto'ların, toplama kamplarının çağında bir çingeneyi, bir Yahudi'yi evine almak kendini, hatta bütün köy halkını Almanların en ağır cezalarıyla karşı karşıya bırakmak demekti. Yüzyıllar boyunca bu taşra illeri uygarlıktan nasibini alamamış, daha doğrusu uygarlıktan yoksun kalmıştı. Merkezlerden uzak, güç ulaşılan bu bölge Orta Avrupa'nın en geri yerleri arasındaydı. Ne okul, ne hastane, ne de elektrik vardı köylerde. Yol az, köprüler hiç denecek sayıdaydı. İnsanlar, dedelerinin dedelerinden kalan daracık kulübelerinde ömür tüketiyorlardı. Akarsular, ormanlar ve göller köyler arasında devamlı çekişme konusuydu. En güçlü ve en zenginin yaşasıydı geçerli olan. Din, bu ilkel insanları katolik ve ortodoks diye ikiye ayırmış, birbirine düşürmüştü. Boş inançlar ve salgın hastalıklardan başka da kazançları yoktu bu işten. Kara cahil ve vahşi olmaları kaçınılmaz şeydi. Toprak kısır, iklim sertti. Balıktan yoksun ırmaklar da sık sık taşıp otlakları, tarlaları kaplardı. Geniş bataklıklar bu köyleri birbirinden ayırırdı. Ormanlarda ise, hep haydut çeteleri yaşamıştı. Bölgenin Almanlar tarafından işgali halkın yoksulluğunu, sefaletini, vahşetini, daha da arttırdı. Köylüler, kendilerine yetmeyen ürünlerinin çoğunu Alman askerlerine ya da ormanlarda gizlenen partizanlara vermek zorunda kaldılar. Direnmeye kalkanın başı belâya giriyor, baş kaldıran köylerden dumanı tüten yıkıntılar kalıyordu geride.
Friday, November 15, 2013
Boyalı Kuş
- Kosinski, yaşadıklarını yazan, yazdıklarını yaşayan bir yazardı. İnsanın acımasız, saldırgan, kötü yanlarını serinkanlılıkla gözledi ve şiddetin şiirini yazdı. Artık yazamayacağını anladığında ise, hep kolkola yaşadığı ölümle bütünleşti.
- Bir yandan da, adaletin uzun sürede yerini bulduğunu biliyordum. Köyde hep, mezarından fırlayıp çiçekli tarhlarla haçlara dokunmadan yokuş aşağı giden kafatasının hikâyesi anlatılırdı.Böylece, yıllar sonra kurban celladını cezalandırmış, hak yerini bulmuştu. Ne yağmurun, ne rüzgârın, ne de ateşin işlenen suçların izlerini sikmeyeceğine inanılırdı. Adalet, bir demircinin elindeki güçlü çekiç gibi asılıydı dünyamızın üstünde.
- İki dostum belki yıllar sonra gelecekti. Şehirde hayat günden güne zorlaştı. Ülkenin dört yanından yığınla insan geliyor, büyük sanayi merkezlerine göç etmekle yaşayışlarını düzeltip yitirdiklerini yeniden elde edebileceklerini umuyorlardı. Çalışacak iş, oturacak yer bulamayan şaşkın adamlar sokaklara dolmuş tramvaylarda koltuk, meyhanelerde yer kavgası yapıyorlardı. Sinirli, saldırgan, kavgaya hazırdı hepsi. Savaşı ölmeden atlatabildiği için herkes büyük önem kazandığını, çevrenin kendisine özenmesi, bakması gerektiğini sanıyordu.
- Uyurken birden boşanan yağmur altında ateş kutusunun sönmesi tehlikeliydi. O zamanlar kibrit öylesine pahalıydı ki, kim bir kutu kibrit alsa çöplerini ikiye ayırırdı. Çakmak denen nesnenin varlığından kimsenin haberi yoktu. İnsanlar, sırtlarında ya da kemerlerine bağlı taşıdıkları küçük çantalara, buldukları yakacakları doldururlardı.
Boyalı Kuş
- Kosinski, yaşadıklarını yazan, yazdıklarını yaşayan bir yazardı. İnsanın acımasız, saldırgan, kötü yanlarını serinkanlılıkla gözledi ve şiddetin şiirini yazdı. Artık yazamayacağını anladığında ise, hep kolkola yaşadığı ölümle bütünleşti.
- Bir yandan da, adaletin uzun sürede yerini bulduğunu biliyordum. Köyde hep, mezarından fırlayıp çiçekli tarhlarla haçlara dokunmadan yokuş aşağı giden kafatasının hikâyesi anlatılırdı.Böylece, yıllar sonra kurban celladını cezalandırmış, hak yerini bulmuştu. Ne yağmurun, ne rüzgârın, ne de ateşin işlenen suçların izlerini sikmeyeceğine inanılırdı. Adalet, bir demircinin elindeki güçlü çekiç gibi asılıydı dünyamızın üstünde.
- İki dostum belki yıllar sonra gelecekti. Şehirde hayat günden güne zorlaştı. Ülkenin dört yanından yığınla insan geliyor, büyük sanayi merkezlerine göç etmekle yaşayışlarını düzeltip yitirdiklerini yeniden elde edebileceklerini umuyorlardı. Çalışacak iş, oturacak yer bulamayan şaşkın adamlar sokaklara dolmuş tramvaylarda koltuk, meyhanelerde yer kavgası yapıyorlardı. Sinirli, saldırgan, kavgaya hazırdı hepsi. Savaşı ölmeden atlatabildiği için herkes büyük önem kazandığını, çevrenin kendisine özenmesi, bakması gerektiğini sanıyordu.
- Uyurken birden boşanan yağmur altında ateş kutusunun sönmesi tehlikeliydi. O zamanlar kibrit öylesine pahalıydı ki, kim bir kutu kibrit alsa çöplerini ikiye ayırırdı. Çakmak denen nesnenin varlığından kimsenin haberi yoktu. İnsanlar, sırtlarında ya da kemerlerine bağlı taşıdıkları küçük çantalara, buldukları yakacakları doldururlardı.
Sunday, November 10, 2013
Saturday, November 9, 2013
TRT İngilizce
Henüz TRT Arapça kurulmamış, Türkiye kendisini Arap dünyasına 'doğrudan' anlatmaya başlamamıştı. Şam Palas otelinin lobisinde üst düzey bir Suriyeli bürokratın sorduğu soru dün gibi aklımda: 'Siz Türkler akşam yemeklerinde mutlaka şarap içiyorsunuz değil mi?' Hiç duraksamadan 'hayır, alakası yok' diye cevap vermiştim bu soruya. Ancak adam ısrar edip şöyle demişti: 'Bence öyle, çünkü izlediğim Türk dizilerinin neredeyse tamamında akşam yemekleri şarap eşliğinde yeniliyor.'
...
Yakın zamanda Bosna Hersek ve Sırbistan'ı içeren bir Balkan gezisinden döndüm. Hem Saraybosna, hem de Belgrad sokakları 'Sulejman' dizisinin yani 'Muhteşem Yüzyıl'ın afişleriyle doluydu. Dizi, Balkanlarda ortalığı kasıp kavuruyor imiş. Hatta konuştuğum bir Belgradlı Sırp şöyle dalga geçti benimle: 'Sizin bu Süleyman, hangi ara vakit bulup haremden çıktı da buraları işgal etti, anlamadım doğrusu.'
Balkan televizyonlarında Türkiye böyle temsil edilirken karşıma çıkan bir başka 'temsiliyet' vardı: 'Al Jazeera Balkans.'
Son derece prestijli bir haber-yaşam kanalı olarak kurgulanmış bu televizyon, gittiğim hemen her kafede, her otelde açıktı. İnsanlar büyük bir ilgiyle takip ediyorlardı Al Jazeera'yı.
Bu gözler Al Jazeera Balkans'ta; Esposito, Bernard-Henri Levy ve Abdullah Sidran söyleşilerini gördü. Rabia işareti ve Boşnakların efsanevi futbolcusu Saffet Susiç'le ilgili birer program izledi.
Şimdi doğru oturup doğru konuşalım. İki sorum var: Türkler, Esposito'nun 'İslamafobi karşıtı görüşlerini anlattığı' bir televizyon kanalı kurabilir mi? Dahası bu Türkler, Esposito'nun bu söyleşisini Boşnakça, Arapça, Kürtçe ve İngilizce olarak dolaşıma sokabilir mi?
http://yenisafak.com.tr/yazarlar/ismailkilicarslan/trt-ingilisce/40648
Friday, November 8, 2013
Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 8: Bakara Suresi'nden 7 - İmtihan
Hiç şüphesiz sizi korku, açlık ve maldan, candan, hasılattan eksilme gibi unsurlarla bir şekilde imtihan ederiz.[Bakara, 155]
Mü’minler, fert ve toplum olarak bu imtihan unsurlarından birine, bir kaçına veya hepsine şu veya bu şekilde maruz kalırlar. Bu, bilhassa bu âyetin inmesinden sonra gelen birtakım dînî emirlerle –harp, Ramazan orucu, zekât, harbin getireceği mal ve can eksikliği vb.– olacağı gibi, başka şekillerde de olabilir. İmtihandan takip edilen gayeler, mü’minleri fert ve toplum olarak pişirmek, olgunlaştırmak, temizlemek, toplum planında temizi kirliden, gerçek mü’mini münafıktan ayırmak, potansiyel kabiliyetleri gerçek kabiliyete dönüştürmek ve mü’minleri geleceğe hazırlamak, Cennet’e ehil hale getirmektir.
Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 7: Bakara Suresi'nden 6
- Âhiret inancını zihinlere ve kalblere yerleştirme, Kur’ân’ın temel dört maksadından biridir. Bu bakımdan Kur’ân, herhangi bir hadise veya olgudan bir başka münasebetle bahsederken bile, eğer oradan ana maksadını teşkil eden inanç esaslarına bir kapı aralanacak olsa, hemen bu kapıyı açar ve o esasları nazara verir.
- Amel, imandan bir parça, aslî bir unsur değilse de, iman, kendini kendine has amelle ortaya koyar. Amel, imanın da, imansızlığın da aynasıdır.
- “Dünya sevgisi, bütün hataların, bütün yanlış ve günahların başıdır.” (Beyhakî, 7: 338)
- Kâbe, daha çok kabûl gören görüşe göre yeryüzünde ilk yapılan bina veya ma’bettir. Dolayısıyla Hz. İbrahim ve İsmail (aleyhimesselâm), onun ilk kurucusu değil, temelleri üzerinde yeniden bina edicisidirler. Hz. İbrahim’in onu Hz. İshak’la değil de, Hz. İsmail’le birlikte yeniden inşa etmesi, onu kendine ve dinine merkez yapacak son peygamberin Hz. İshak değil, Hz. İsmail soyundan geleceğine önemli bir işarettir.
- (Rızkı sadece iman edene değil, herkese veririm. Bununla birlikte) kim de (bahşedeceğim emniyet ve rızık karşılığında) nankörlükte bulunur ve gerektiği gibi iman etmezse, onu (dünya hayatında) kısa bir süre geçindirir, fakat sonra Ateş azabını ona mecburî istikamet yaparım. (Dünyadaki bu kısa süreli geçimliğin ardından) ne fena bir âkıbet, ne kötü bir son durak!" [Bakara, 126]
- Safa ve Merve, Allah’ın şiarlarındandır. Şiar, İslâm’ın ve İslâm toplumunun alâmeti, ayrıca Allah’ın Kendisine ibadete vesile kıldığı eser demektir ki, ezan, cemaatle namaz, bilhassa Cuma ve Bayram namazları, Hac, Hac’- cın menasiki, camiler, kurban hep birer şiardır. Şiarın sünnet olanları bile, farz olan ferdî ibadetlerden daha mühimdir. Sa’y etmesinde bir mahzur yoktur ifadesi, sa’y etmese de olur demek değildir.
- Şüphesiz Allah, her yaptıklarını Allah’ın gördüğünün şuuru içinde ve mümkün olan en güzel şekilde yapanları sever. [Bakara, 195]
- Namazları ve bu arada bilhassa Orta Namaz’ı vaktinde, eksiksiz olarak ve dikkatlice kılın. Allah için kalkın ve (O’nun huzurunda) boyun büküp divan durun.[Bakara, 238]
- Mallarını Allah yolunda infak edip de, infaklarının ardından herhangi bir başa kakmada ve gönül incitici bir harekette bulunmayanlar yok mu: Onların, Rabbileri katında mükâfatları vardır. Onlar için (özellikle Âhiret’te) herhangi bir korku söz konusu olmayacak ve onlar asla üzülmeyeceklerdir de.[Bakara, 262]
Monday, November 4, 2013
Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 6: Bakara Suresi'nden 5 - Hz. Adem
Eşiyle birlikte Hz. Âdem’in yerleştirildiği cennet gibi, yaklaşmaları yasaklanan ağaç konusunda da farklı mütalâalar vardır. Cenab-ı Allah bu ağacı Hz. Âdem’e yasaklarken, söz konusu yasağa uyma karşılığında onun acıkmayacağını, susamayacağını, çıplak ve güneşin sıcaklığına maruz kalmayacağını beyan buyurmuştur (20: 118−119). Şeytan da, insanı bu ağaca yaklaşmaya ikna etmek için, onun ebediyet ağacı ve yok olmayacak bir mülk-hükümranlık olduğunu (20: 120), Allah’ın bu ağacı ona melik olarak cennette ebedî kalmaması (7: 20) için yasakladığını ileri sürmüştür. Bütün bu hususlarla birlikte, ağaca yaklaştıktan sonra insanın düştüğü durumu (avret yerlerinin açılması ve utançla buraları örtmeye çalışması (7: 22) ve ağaç manâsı verilen şecere kelimesinin “soy” anlamına da geldiğini dikkate aldığımızda, yasaklanan ağacın insan fıtratının en temel özelliklerinden olan ebediyet adına tenasül yoluna başvurma olabileceği akla gelebilir. Acıkmama, susamama, sıcağa ve çıplaklığa maruz kalmama gibi hissiyatın hatırlatılması, eğer bir halin, ortaya çıkacak bir vakıanın tasviri değil de, böyle bir hatırlatma gerçekten yapılmışsa, bu takdirde, bunların ya Hz. Âdem’e önceden öğretilmiş olması veya Hz. Âdem’in bunları daha önce hissetmiş olması gerekir. Bu ikinci durumda, eşiyle birlikte Hz. Âdem’in konduğu cennet, insanın tam bir yeryüzü varlığı haline gelme sürecinde bir his, bir duyuş, bir idrak, bir hâl boyutu ve âlemi olabileceği gibi, yasaklanan ağaca da, onda potansiyel olarak bulunan bütün bu hisleri harekete geçirip, onu fizikî-biyolojik ergenliğe ulaştıracak bir faktör, bir sebep olarak da bakılabilir. Cennet tenasül yeri olmadığından, artık tenasüle açık bir varlık cennette kalmayacak veya cennet halini daha fazla koruyamayacaktır.
Cenab-ı Allah’ın Hz. Âdem’e ve eşi Hz. Havvaya koyduğu bir ağaca yaklaşmama yasağı, Din’e ait bir yasak değil, Şeriat-ı Tekvinî veya hayat kanunlarına ait bir yasaktı. Bu yasağı işlemekle Hz. Âdem ve Hz. Havva dinî bir yasağı çiğnemiş ve günaha girmiş olmadılar. Çünkü, gelecek olan 38’inci âyette buyrulduğu üzere, insan için daha henüz Din gönderilmemişti. Ayrıca, yukarıda arz edildiği üzere, Cenab-ı Allah (c.c.), söz konusu yasağa uymanın cezası olarak acıkma, susama, çıplaklığa ve sıcağa, soğuğa maruz kalma gibi dünyevî sıkıntıları beyan buyurmaktadır ki, bütün bunlar, ağaca yaklaşmama yasağının hayat kanunlarına ait bir yasak olduğunu anlamak için kâfidir. Bu kanunlara uymamanın karşılığı ise, eğer Din’le ve Âhiret’le alâkalı değiller ise, dünyada görülür. Böyle bir yasağa uymama, peygamberlerin ismet (günahsızlık) sıfatını ihlâl etmez. Ayrıca Hz. Âdem, eşiyle birlikte kendisine bu yasak konduğunda peygamber de değildi ve henüz ortada peygamberlik vazife ve misyonu yoktu.
Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 5: Bakara Suresi'nden 4 - Kur'ân'ı Taklit Mümkün Değildir
Kur’ân’ın, bütün bir organizma gibi, her bir âyeti ve hattâ her bir kelimesi diğerleriyle içten bir münasebet içindedir. Âyetler arasında hem bir küll-cüz’ münasebeti vardır; yani pek çok âyet, Kur’ân’ın kendi başına bütün ve bağımsız bir parçasıdır ki, Kur’ân’ın neresine konsa yadırgamaz. Hem de, küllî-cüz’î münasebeti vardır ki, âyetler içinde pek çoğu, Kur’ân’ın bütününü temsil eder. Bunun gibi, Kur’ân’ın taklit edilemeyecek daha onlarca mucize özelliği vardır. Bu yüzden de, onu taklit etmek ve bir sûresinin bile benzerini üretmek mümkün değildir, olmamıştır ve asla olmayacaktır.
Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 4: Bakara Suresi'nden 3 - Küfrün 3 Sebebi
Küfrün en önemli üç sebebi kibir, düşünce ve davranış sapması ile bu sapmadan kaynaklanan veya ona yol açan yanlış ve şartlanmış bakış açısı, bir de zulümdür. Bir insan, bilhassa bu üç önemli faktörün tesirinde, esasen Allah’a ayna olarak yaratılmış bulunan kalbini karartır, onu asıl fonksiyonundan saptırır ve onu âdeta bir mezbeleye çevirir. Nasıl dünyada kanunlara ve yapılış gayesine aykırı olarak kullanılan binalara mühür vurulur, Allah da, inanma kabiliyetini ebediyen kaybetmiş böyle bir kalbi mühürler.
Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 3: Bakara Suresi'nden 2 - Takva
Kur’ân, takvayı elbiseye benzetir (7: 26) ve birinci, yani ‘Din’ kanadıyla üç dereceli bir takvadan söz eder (5: 93). Birinci derecesi, insanın avret mahallerini örten elbise gibidir ve iman dairesine girip, bilhassa farzları yerine getirmek ve büyük günahlardan kaçınmaktır. İkinci derecesi, imanda derinleşme, farzlarla birlikte sünnetleri, hattâ müstehapları da yerine getirme ve haramlarla birlikte mekruhlardan da kaçma olup, vücudun tamamına giyilen elbise gibidir. Takvanın üçüncü derecesini ise, imanda daha bir derinleşme, marifet ufkuna ulaşma, Allah’ın razı olacağı büyük-küçük her türlü salih ameli mümkün olduğunca yerine getirmeye çalışma ve haram veya mekruh olabilir endişesiyle şüphelilerden de kaçınma oluşturur ki, kendisi güzel ve giyeni güzel gösteren elbise gibidir.
Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 2: Bakara Suresi'nden
- Kur’ân’dan ne zaman bir veya birkaç âyet inse ve bunlar hangi sûrenin hangi âyetleri ise, bizzat Peygamberimiz aleyhissalâtü vesselâm onları oraya kaydettirirdi.
- Kur’ân’ın mü’minleri, her şeyden önce gaybe olan imanlarıyla tanıtması çok mühimdir. Çünkü varlık, şu görünür ve gözlemlenebilir fizikî veya maddî âlemle sınırlı değildir. Bu âlem, görünmeyenin, gaybın tecellisinden ibarettir. Dolayısıyla, bu âlemin ve bu âlemdeki her varlığın, her hadisenin hakikatı, görünmeyen gayb âleminde yatar. Bu sebeple Kur’ân, ta baştan kalkış noktasını belirler ve mü’mine gerçek bakış açısını kazandırır. Bu âlem, gaybın bir tecellisi olarak, hakikatin ve bütün hakikatlerin kaynağı Cenab- ı Hakk’ın tanınması adına bir kitap gibidir. Dolayısıyla mü’min, bu kitabı okuyarak, onun Yazarını bulan ve O’na inanan insandır. Bu âleme de, ondaki her varlık ve hadiseye de işte bu iman açısından bakar ve bütün çalışmalarını bu temele oturtur. O zaman, bu âlemden derlenen bilgiler gerçek ilim haline gelir. İşte bu nokta, İslâmî epistemolojiyle (ilim anlayışı, bilgi felsefesi) modern epistemolojiyi birbirinden ayıran temel noktadır. Bu âyette [O müttakiler sürekli yenilenir ve kuvvet kazanır bir imanla gaybe inanırlar], özellikle Ehl-i Kitap'tan, hem de onların önderleri konumunda olup da Peygamber Efendimiz'e iman ederek tam teslim olan Abdullah ibn Selâm gibi zatlara işarette bulunulmaktadır.
- Yakîn, nefsin her türlü şüpheden kurtularak sükûna ermesidir. İlme, bilmeğe dayanan ilme’l-yakîn, görmeğe veya müşahedeye dayanan ayne’l-yakîn ve bizzat tecrübeye ve yaşamaya dayanan ve Hak’la bâkî olma demek olan hakka’l-yakîn mertebeleri vardır.
- Kur’ân’da şeytan için Hz. Âdem’e secde emri, bu emre muhalefeti ve cennetten kovulma sürecinde İblis ismi kullanılırken, bu süreçten sonra şeytan ismi kullanılmaktadır. İblis, “ümidini bütünüyle yitirmiş”, şeytan ise, “Kovulmuş, İlâhî rahmetten uzaklaştırılmış” manâsındadır.
- Melekler şerre kabiliyetsiz, şeytan ve onun cinsi ise, hayra kabiliyetsiz varlıklar olmasına mukabil, insanın, hem hayra hem de şerre âdeta sınırsız kabiliyeti vardır. O, hayra kabiliyetlerini işletmek, şerre kabiliyetleri karşısında ise iradesiyle mücadele edip, onları da hayır istikametine çevirmek, hiç olmazsa tahdit etmekle sorumludur.
- Şüphesiz O, Tevvâb (kullarının tevbesine sadece mağrifetle değil, fazladan mükâfatla karşılık veren)dir; Rahîm (bilhassa Kendisine tevbe ile yönelen mü’min kullarına karşı) hususî rahmet ve merhameti pek bol olandır.[Bakara 37]
- “Ey bizim Rabbimiz! Biz, kendi kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize hususî rahmetinle muamelede bulunmazsan, hiç şüphesiz biz ebedî kaybedenlerden oluruz!”[Araf 23]
- Sabır, diğer yarısı şükür olarak, İslâm’ın âdeta yarısıdır.
Subscribe to:
Posts (Atom)