Saturday, July 20, 2019

Kaybedilmiş Bir Savaş Üzerine

Svetlana Alexievich at the Cambridge Union


Svetlana Alexievich- 2015 Nobel Konuşması







Sevgili dostlar,

Bu kürsüde tek başıma durmuyorum. Etrafımda sesler var, yüzlerce ses… Sesler her zaman benimle, çocukluğumdan beri.

Çocukken köyde yaşıyordum. Biz çocuklar sokakta oynamayı seviyorduk, ama akşamları, yorgun argın ninelerin -bizim orada nasıl derler- konuşlandığı banklar, mıknatıslıymış gibi bizi kendilerine çekiyordu. Hiçbirinin kocası, babası, erkek kardeşi yoktu. Savaştan sonra köyümüzde erkek olduğunu hatırlamıyorum. Savaş sırasında her dört Belarusludan biri, cephede veya partizanların yanında savaşırken öldü.

Savaştan sonraki çocuk dünyamız, kadınların dünyasıydı. Her şeyden çok aklımda kalan, kadınların ölümden değil, sevgiden bahsettiği. O en son gün sevdikleriyle nasıl vedalaştıklarını anlatırlardı, onları bir zamanlar nasıl beklediklerini, nasıl hala da bekliyor olduklarını… Yıllar geçmişti artık, onlar hala bekliyorlardı. ‘Bırak, kolsuz, bacaksız dönsün. Ben onu kollarımda taşırım, kolsuz da, bacaksız da…’ Ben galiba sevginin ne demek olduğunu çocukluğumdan beri biliyordum.

İşte kulağımdaki bu kederli korodan birkaç ses:

Birinci Ses:

Bilip de ne yapacaksın bu kadar hüzünlü bir hikayeyi? Ben kocamla savaşta tanıştım. Tank subayıydım, Berlin’e kadar gittim. Hatırlıyorum, duruyorduk, daha o zaman kocam değildi… Reichstag’ın orada duruyoruz, bana diyor ki, ‘Gel evlenelim. Seni seviyorum.’ Benimse bu sözler bir ağrıma gitti ki! Tüm savaş boyunca kirin, tozun, kanın içindeydik, etrafımızda her şey mat. Şöyle dedim ona: ‘Sen önce benden bir kadın yap, bana çiçekler ver, şefkatli sözler söyle. Cepheden geri yollanınca kendime bir elbise dikerim ben de.’ O kadar dokunmuştu ki sözleri, ona hatta vurmak istemiştim. O da hissetti hepsini. Bir yanağında yanık yarası vardı, dikişlerle kaplı, o dikişlerin üzerinde göz yaşlarını gördüm. ‘Peki, evlenirim seninle’ dedim ve ne dediğime kendim de inanamadım. Etrafımız kırık, dökük, tek kelimeyle, etrafımız savaş.

İkinci Ses:

Çernobil Nükleer Santrali’nin yakınlarında yaşıyorduk. Ben büfede çalışıyordum, çörek pişiriyordum. Kocamsa itfaiyeciydi. Yeni evliydik, pazara bile el ele gidiyorduk. Reaktör patladığı gün, kocam nöbetçiydi. Çağrıya sırtlarında gömlekleriyle gittiler, ev giysileriyle. Nükleer santralde patlama olmuştu ve hiçbir özel kıyafet vermediler onlara. Böyleydi işte bizim hayatımız, biliyorsunuz. Bütün gece yangını söndürmeye uğraştılar ve hayatta kalmalarına imkan vermeyecek kadar çok radyasyona maruz kaldılar. Sabahında uçakla Moskova’ya götürdüler hepsini. Akut radyasyon hastalığıİnsan ancak birkaç hafta yaşayabiliyor. Benimki güçlüydü, sporcuydu, en son o öldü.

Moskova’ya vardığımda bana ‘özel bir bölmede yatıyor’ dediler, ‘oraya kimseyi sokmuyorlar.’ ‘Ben onu seviyorum’ diye yalvardım. ‘Askerler bakıyor oradakilere, sen nereye?’ dediler. ‘Seviyorum.’ Beni ikna etmeye çalıştılar; ‘O artık senin sevdiğin insan değil, zararsız hale getirilmesi gereken bir obje. Anlıyor musun bunu?’ Bense hep aynı şeyi söyleyip duruyordum, seviyorum, seviyorum.

Geceleri yangın merdiveninden yanına çıkıyordum, ya da hasta bakıcılara para veriyordum beni içeri bıraksınlar diye. Bırakmadım onu, sonuna kadar yanındaydım.

O öldükten birkaç ay sonra, kızım dünyaya geldi. Sadece birkaç gün yaşadı. Onu ne çok beklemiştik… Bense öldürdüm onu. Kızım beni kurtardı. Tüm radyasyonu üzerine aldı. Minicik şey, yavrum… Ama ben onların ikisini de sevdim. Sevgiyle öldürmek mümkün mü ki? Neden bu kadar yakınlar, sevgi ve ölüm? Hep yan yanalar. Kim açıklayacak bana? Şimdi dizlerimin üstünde, mezarlarında sürünüyorum…

Üçüncü Ses:

İlk kez bir Alman öldürdüğümde 10 yaşındaydım. Partizanlar beni yanlarına almıştı artık, eğitime. Bu Alman yerde yaralı yatıyordu, silahını almamı söylediler. Ona doğru davrandım, tam o sırada silahına uzandı, iki eliyle birden tutup suratıma doğrulttu. Ama ilk eli atmaya yetişemedi, ben yetiştim. Birini öldürdüm diye korkmadım, savaş boyunca da bir daha aklıma gelmedi. Etraf ölüyle doluydu. Ölüler arasında yaşıyorduk.

Yıllar sonra bu Alman rüyama girdiğinde şaşırdım. Beklemiyordum. Aynı rüyayı defalarca gördüm. Kah ben uçmaya çalışıyorum, o beni bırakmıyor; yükseliyorsun, uçuyorsun uçuyorsun, o arkadan yetişiyor, birlikte yere çakılıyoruz, çukurun birine yuvarlanıyoruz. Ya yerimden kalkmak istiyorum, izin vermiyor, onun yüzünden uçamıyorum. Aynı rüya, onlarca sene boyunca peşimi bırakmadı. Oğluma bu rüyadan bahsedemedim. Küçüktü, bahsedemedim, ona masallar okudum. Büyüdü, yine de bahsedemiyorum.

Flaubert, kendisi için ‘kalem-insan’ demiş. Ben de kendim için ‘kulak-insan’ diyebilirim. Sokakta yürüdüğüm zaman, kulağıma bir takım kelimeler, sözler, nidalar çalındığında, hep şunu düşünüyorum: Zamanla ne kadar çok roman, iz bile bırakmadan kayboluyor. Karanlığa karışıyor.

İnsan hayatının, edebiyata kazandıramadığımız sözlü bir kısmı var. Henüz değer biçmediğimiz, bizi şaşırtmayan, kendine hayran bıraktırmayan bir yan bu. Beni ise büyüleyen ve kendine esir eden şey. İnsanın konuşmasını seviyorum. Tek başına bir insan sesini seviyorum. En büyük aşkım, en büyük tutkum bu.

Bu kürsüye uzanan yolum, neredeyse 40 yıllık uzun bir yol; insandan insana, sesten sese. Bu yolda devam edecek güce her zaman sahiptim diyemem; çok kereler insandan ürktüğüm, sarsıldığım, insana karşı hayret ve tiksinti duyduğum oldu. Çok kereler duyduğumu unutmak, karanlıkta olduğum zamana dönmek istediğim oldu. Güzel bir insan görmekten duyduğum sevinçle ağladığım da az olmadı ama.

Yaşadığım ülkede, bize çocukluktan ölmeyi öğrettiler. Ölümü öğrettiler. Bize, insan kendini feda etmek, yanmak, kurban gitmek için vardır dediler. Silahlı insanı sevmeyi öğrettiler. Başka bir ülkede büyümüş olsaydım, bu yoldan geçemezdim.

Kötülük amansızdır, aşısını olmak gerekir. Ama biz cellatlar ve kurbanlar arasında büyüdük. Korku içinde yaşayan ailelerimiz, bize bir şey anlatmazdı, ama hayatlarımızın havasında bile hissedilirdi bu zehir. Kötülüğün gözü sürekli üzerimizdeydi.

Ben beş kitap yazdım, ama bana hepsi tek bir kitapmış gibi geliyor, bir ütopyanın tarihi hakkında…

Varlam Şalamov, şöyle yazmış: ‘İnsanlığı hakiki şekilde yenilemek için verilen ve kaybedilen dev bir savaşın iştirakçısı oldum.’ Ben işte bu savaşın tarihini yeniden yazıyorum; zaferlerini, yenilgilerini yeniden yazıyorum… Nasıl yeryüzünde bir krallık kurmak istediklerini… Bir cennet! Bir Güneş Şehri! Sonu, milyonlarca insanın hayatından arta kalan bir kan gölü oldu.

Ama 20. yüzyılın hiçbir siyasi ideolojisinin komünizmle -ve onun sembolü olan Ekim Devrimi ile- kıyaslanamadığı bir dönem vardı. Başka hiçbir ideoloji, Batı’daki aydınları ve dünyanın tüm insanlarını daha büyük bir kuvvetle, daha parlak bir ışıkla kendine çekemedi.

Raymond Aron, Rus Devrimi için ‘aydınların afyonu’ demişti. Komünizm fikrinin, en az iki bin senelik tarihi var. Ona Platon’da rastlayabiliriz – ideal ve doğru yönetim öğretilerinde. Aristo’da, her şeyin ortak olacağı bir zamanın hayalinde. Thomas More ve Tommaso Campanella’da… Daha sonra Saint Simon’da, Fourier’de, Owen’de… Rus Ruhu’na has bir şey var ki, bu rüyaları gerçeğe dönüştürmeye yeltendi.

Yirmi sene evvel, ‘Kızıl İmparatorluğu’ lanetler ve göz yaşlarıyla yolcu ettik. Bugün artık yakın tarihe daha sakince, tarihsel bir tecrübeye bakar gibi bakabiliriz. Bunu yapmak önemli, çünkü sosyalizm tartışması şimdiye değin bitmiş değil. Ellerinde başka bir dünya haritasıyla yeni bir nesil büyüdü, ama yine Marx ve Lenin okuyan gençlerin sayısı az değil. Rus şehirlerinde Stalin müzeleri açılıyor, Stalin heykelleri dikiliyor.

‘Kızıl İmparatorluk’ artık yok, ama kızıl insan hala var. O devam ediyor.

Babam, bu yakınlarda öldü. Ömrünün sonuna kadar inançlı bir komünistti. Parti biletini hep sakladı. Ben faraş anlamındaki ‘Sovok’ kelimesini, ‘Sovyetler Birliği’ yerine kullanılan o alaycı kelimeyi hiç kullanamam. O zaman kendi babama, yakınlarıma, dostlarıma da böyle demiş olurum. Onların hepsi oradan, sosyalizmden geliyor. Aralarında birçok idealist var, romantik var. Bugün onlara başka şekilde hitap ediliyor; kulluk romantikleri, ütopyanın kulları. Bence her biri başka bir hayat yaşayabilirdi, ama Sovyet hayatı yaşadılar. Neden? Bu sorunun cevabını çok uzun süre aradım – yakın zamana kadar adına SSCB denen devasa ülkeyi baştan başa gezdim, binlerce bant doldurdum. Sosyalizm denen şey bir yandan sadece bizim hayatımızdı. Ufak ufak, tane tane, ‘ev’ sosyalizminin, ‘içerideki’ sosyalizmin tarihini biriktirdim. Sosyalizmin insan ruhunda nasıl yaşadığını topladım. Beni bu küçücük alan ilgilendiriyor – insan… Tek bir insan. Aslında her şey, işte orada olup bitiyor.

Savaştan hemen sonra, Theodor Adorno şok içinde, ‘Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır’ demişti. Bugün ismini şükranla anmak istediğim öğretmenim Ales Adamoviç de, 20. yy’ın kabusları hakkında kurgu yazmanın günahkarlık olduğunu düşünüyordu. Burada yaratıcılığa yer yok. Gerçeği olduğu gibi aktarma, ‘edebiyatüstü’ olma zorunluluğu var. Şahit, anlatmakla yükümlü. Nietzsche’nin sözleri geliyor akla: hiçbir ressam, gerçeğe yaklaşamaz. Onu yerden kaldıramaz.

Hakikatin tek bir kalbe, tek bir akla sığmaması bana hep eziyet vermiştir. Hakikat ayrık ayrıktır, çoktur. Hakikat farklıdır, dünyaya sepelenmiştir. ‘İnsanlık, kendisi hakkında, edebiyatla sabitleme fırsatı bulduğundan çok, çok daha fazlasını biliyor’ diyor Dostoyevski.

Ben ne yapıyorum? Gündelik hisleri, fikirleri, sözleri topluyorum. Kendi zamanımın hayatını topluyorum. Beni ruhun tarihi ilgilendiriyor. Ruhun gündelik varlığı ilgilendiriyor. Büyük Tarih’in genelde kibirle görmezden geldiği. Kaçırılmış tarih benim uğraşı alanım. Daha önce defalarca duyduğum gibi, şimdilerde de yaptığımın edebiyat değil, belgeleme olduğu söyleniyor.

Peki bugün edebiyat ne demek? Kim bu soruya cevap verecek? Eskisinden daha hızlı yaşıyoruz. İçerik, biçimi yırtıp geçiyor. Onu bozuyor ve değiştiriyor. Her şey sınırlarından taşıyor – müzik de, resim de, metindeki kelimeler bile metnin çerçevesinden fırlıyor. Gerçekle kurgu arasında bir hudut yok, biri diğerine akıyor. Şahit olanların da hisleri var. Anlatan insan yaratmış oluyor, heykeltraşın mermerle mücadele ettiği gibi zamanla mücadele ediyor. Anlatan insan, hem oyuncu, hem yaratıcı.

Beni ilgilendiren, küçük insan. ‘Küçük büyük insan’, ben böyle derdim, çünkü zulme tabi olmak insanı büyütüyor. O, kitaplarımda kendi küçük hikayesini, ve kendi tarihini anlatırken büyük tarihi de anlatıyor. Başımıza gelmiş olanları, hala da gelmekte olanları henüz anlamlandırabilmiş değiliz. O yüzden anlatmak gerekiyor, başlangıçta önce dile getirmek gerekiyor. Bu bizi korkutuyor, henüz kendi geçmişimizle yüzleşecek durumda değiliz. Dostoyevski’nin Ecinniler’inde, Şatov sohbetlerinin başında Stavrogin’e şöyle diyor: Biz, iki varlık, sonsuzlukta bir araya geldik … dünyada son kez. Şu tonunuzu elden bırakıp insan gibi konuşun! Bir kere olsun, insan sesiyle konuşun!

Benim kahramanlarımla olan konuşmalarım da aşağı yukarı işte böyle başlıyor. İnsan, tabi ki, kendi tarihini anlatır, boşluktan konuşamaz. Ancak çağımızın hurafeleriyle, ihtirasları ve aldanışlarıyla, gazeteler ve televizyonlarla kirlenmiş olan insan ruhuna ulaşmak zor.

Zamanın nasıl hareket ettiğini, Fikir’in nasıl öldüğünü, onun izinden yine de nasıl gittiğimi gösterebilmek için günlüklerimden birkaç sayfa okumak isterim…

1980-1985

Savaş hakkında bir kitap yazıyorum. Neden savaş hakkında? Çünkü biz savaşçı insanlarız; sürekli ya savaşıyoruz, ya savaşa hazırlanıyoruz. Dikkatli bakarsak, her konuyu savaş mantığıyla düşündüğümüzü görürüz. Evde, sokakta. Bu yüzden bizde insan hayatı bu kadar ucuzdur. Her şey, savaştaymış gibi…

Şüpheyle başladım. Savaş hakkında bir kitap daha. Niye ki?

Gazeteci olarak gittiğim gezilerden birinde bir kadınla tanıştım; savaşta sağlık görevlisiymiş. Bana şunu anlattı: Kış vakti, Ladoga Golü’nü geçiyorlar. Düşman tarafından birisi, hareketliliği farkedince ateş etmeye başlıyor. Atlar, insanlar buzun altına düşüyor. Gece vakti oluyor bu. Kadın da, yaralı birine tutunup onu kıyıya sürüklemeye çalışıyor. ‘Taşıyorum ama ıslak, çıplak, diyorum ki herhalde kıyafetleri yırtıldı. Kıyıya varınca farkettim ki, devasa, yaralı bir mersin balığıymış taşıdığım. Katmerli bir küfür bastım! İnsanlar acı çekiyor, peki ya hayvanlar, kuşlar, balıklar? Onlar ne yapmış?

Bir başka gezide, savaşta süvari bölüğünde görev yapan bir sağlık görevlisi kadın anlatıyordu: Çatışma sırasında yaralanan bir Alman askerini top mermisi çukuruna sürüklüyor, ama adamın Alman olduğunu çukura inince farkediyor. Adamın bacağı kırık, kanaması var. Adam düşman! Ne yapmalı? Yukarıda kendi halkından çocuklar ölüyor. Ama kadın adamın bacağını sarıp, sürünerek geri çıkıyor. Bir süre sonra bu sefer bilincini kaybetmiş yaralı bir Rus askeriyle geri geliyor çukura. Rusla Alman, bilinçleri açılınca birbirlerini öldürmeye yelteniyorlar. ‘Bir onun suratına yapıştırıyorum elimin tersiyle, bir öbürünün,’ diye anımsıyor kadın. ‘Bacaklarımız kan içinde, herkesin kanı birbirine karışmış.’

Bu, benim bilmediğim bir savaştı. Kadın savaşı. Kahramanlar hakkında bir savaş değil. Kahraman bir halkın, başka bir halkı nasıl öldürdüğü hakkında değil. Bir kadının ağıdını hatırlıyorum: ‘Çatışma bittikten sonra meydanda yürüyorsun. Ve hepsi orada yatıyor… Hepsi de genç, ve o kadar güzel ki… Yerde yatıyorlar ve gökyüzüne bakıyorlar. Onlara da yazık, öbürlerine de.’

İşte bu, ‘onlara da, öbürlerine de,’ bana kitabımın neyle ilgili olacağına dair bir ipucu verdi. Savaşın, cinayet demek olduğuyla ilgili olacaktı. Kadınların hafızasında savaş böyle kalmıştı. Daha demin, birisi gülümsüyordu, sigara içiyordu – ve o insan artık yok. Her şeyden çok, kadınlar yok oluştan bahsediyordu, savaşta her şeyin hiçliğe ne kadar çabuk dönüştüğünden. İnsanın da, insanlığın vaktinin de.

Doğru, cepheye gitmeyi kendileri istemişti. 17-18 yaşlarında. İstedikleri öldürmek değildi, ama ölmeye hazırlardı. Vatan için ölmeye. Tarihten sözleri çıkarıp atamazsın – Stalin için ölmeye de.

Kitap iki sene boyunca basılmadı. Perestroyka’ya, Gorbaçov’a kadar basmadılar. Sansürcüler, ‘Sizin kitabınızdan sonra, kimse savaşa gitmeyecek’ diye bana akıl verdi, ‘sizin anlattığınız savaş korkunç. Neden kahramanlarınız yok?’ Ben kahraman aramıyordum. Tarihi, ona şahit olup ve onda iştirak edip de görünmez kalanların hikayeleriyle yazıyordum. Bu insanlara kimse hiçbir zaman sormadı. İnsanlar, sıradan insanlar, büyük fikirler hakkında ne düşünüyor, bilmiyoruz.

Savaştan hemen sonra insan bir hikaye anlatır, 10 sene sonra başka bir hikaye. Bir şeyler tabi ki değişir, çünkü insan, hatıralarında hayatının tüm parçalarını üst üste dizmektedir. Tüm benliğinin. O senelerde nasıl yaşadığı, ne okuduğu, kimi gördüğü, neye inandığı, en sonunda mutlu olup olmadığı… Bunlar, biz değiştikçe değişen canlı belgeler.

Ama ben şundan kesinlikle eminim; böyle genç kadınlar, 1941’deki asker kadınlar gibi kadınlar, bir daha hiç var olmayacak. Bunlar, ‘Kızıl Ülkü’nün zirvede olduğu yıllardı, devrim zamanından ve Lenin döneminden bile daha yükseklerde. Onların zaferi, bugün bile Gulag kamplarını gölgede bırakmaya devam ediyor. Ben, bu kızları sınırsızca seviyorum. Ama onlarla Stalin’i konuşmak, ya da savaştan hemen sonra, trenler dolusu zafer kazanmış cesur askerin Sibirya’ya gönderildiği gerçeğini konuşmak mümkün değildi. Geride kalanlar eve döndü, sesini çıkarmadı.

Bir keresinde şöyle bir söz duydum: ‘Biz, yalnızca savaşta özgürdük. Cephenin önlerinde.’ Bizim en büyük sermayemiz, ızdırap. Petrol değil, doğalgaz değil – ızdırap. Aralıksız üretebildiğimiz tek şey bu. Sürekli şu soruya cevap arıyorum: bizim çektiğimiz acılar neden özgürlüğe dönüşmüyor? Beyhude mi gerçekten bu kadar acı? Çaadayev doğru söylemiş: Rusya, hafızasız ülke, topyekun hafıza kaybı ülkesi, eleştiri ve tefekküre hep hazır, bakir bir bilinç alanı.

Ayaklarımızın altında büyük kitaplar sürünüyor…

1989

Kabil’deyim. Artık savaşla ilgili yazmak istemiyordum. Gel gör ki gerçek bir savaştayım işte. Pravda gazetesinden alıntı: ‘Kardeş Afgan halkına sosyalizmi inşa etmeleri için yardımcı oluyoruz.’ Savaşın insanları, savaşın objeleri her yerde. Savaş zamanındayız.

Dün beni cepheye götürmediler. ‘Otelde kalın hanımefendi. Sonra sizin için hesap vermek zorunda kalacağız.’ Otelde oturuyor ve düşünüyorum; başkalarının cesaretini, aldıkları riskleri kenardan izlemenin ahlaksız bir yanı var. İki haftadır buradayım ve savaşın erkek doğasının ürünü olduğu hissinden kurtulamıyorum; benim için bu anlaşılmaz bir şey.

Ama savaşın gündelik hali müthiş ihtişamlı. Silahların meğer güzel olduğunu keşfettim – tüfekler, mayınlar, tanklar. İnsan, başka insanları en iyi nasıl öldürebileceği üzerine çok kafa yormuş. Hakikat ve güzellik arasındaki ebedi münakaşa… Bana yeni bir İtalyan mayını gösterdiler. Benim ‘kadın’ tepkim: ‘Güzelmiş. Niye böyle güzel peki?’ Askeri bir dille hepsini açıkladılar; bu mayının üzerinden geçen veya şu köşesinden ya da bu kenarından basan insandan geriye yarım kova et kalır. Burada anormal olandan normalmiş gibi bahsediliyor, her şeyin kendi mantığı var. Savaştayız ya sonuçta… Bu görüntüler kimseye aklını kaçırtmıyor. Yerde bir insan yatıyor mesela, onu öldüren ne bir doğa olayı, ne alın yazısı; onu öldüren bir başka insan.

‘Kara lale’lerden birine yükleme yapılışını izledim; Afganistan’da ölen askerlerin cenazelerini, açılamayacak çinkodan tabutlar içinde evlerine götüren uçaklar. Ölülere 40’lı yıllardan kalma eski üniformalarla poturlar giydiriyorlar, ama bazen onlar bile yetmiyor. Askerler kendi aralarında konuşuyor: ‘Yeni ölüleri buzdolabında getirmişler. Sanki bozulmuş yaban domuzu eti gibi kokuyor.’ Yazacağım bunları. Memleketimde bana inanmayacaklar diye korkuyorum. Gazetelerimiz, Sovyet askerinin burada ektiği dostluk çiçeklerini yazıyor.

Gençlerle konuşuyorum. Çoğu kendi iradesiyle gelmiş, kendileri istemiş buraya gönderilmeyi. Çoğunun aydın ailelerden geldiğini farkediyorum; öğretmenlerin, doktorların, kütüphanecilerin olduğu ailelerden, kısaca okur-yazar ailelerden. Samimiyetle, Afgan halkına sosyalizm inşasında yardım etme hayaliyle gelmişler. Şimdi kendilerine gülüyorlar. Bana havaalanında bir yer gösterdiler, yüzlerce çinko tabut, güneşin altında gizemle parlayarak bekliyor. Yanımdaki subay dayanamadı: ‘Belki benim de mezarım bunların arasında. Sokacaklar beni de bir tanesine. Niçin buradayım, ne için savaşıyorum?’ Kendi sözlerinden hemen o an ürktü; ‘Yazmayın bunları.’

Gece rüyamda ölüler görüyorum. Hepsinin yüzünde şaşkın bir ifade: ‘Nasıl yani, öldüm mü? Gerçekten mi öldüm?’

Bir grup hemşireyle birlikte, Afgan sivillerin yattığı bir hastaneye gittim. Çocuklara hediye götürdük. Oyuncaklar, şekerler, bisküviler. Benim elimde beş tane oyuncak ayı vardı. Hastaneye vardık; uzunca bir kışla. Nevresim niyetine herkeste birer battaniye var. Kucağında bir bebek, genç bir Afgan kadın yaklaştı. Bir şey söylemek ister gibiydi; savaşın sürdüğü 10 sene boyunca herkes birazcık Rusça konuşmayı öğrenmişti. Elimdeki oyuncaklardan birini bebeğe verdim, dişleriyle aldı. ‘Neden dişleriyle alıyor’ diye şaşırdım. Afgan kadın bebeğin üzerindeki battaniyeyi çekti, kolları yoktu bebeğin. ‘Senin Rusların bombaladı’ dedi kadın. Birileri beni yakaladı yere yığılırken.

‘Grad’ roketlerimizin, köyleri nasıl dümdüz tarlalara çevirdiğini gördüm. Bir Afgan mezarlığına gittim, upuzun. Mezarlığın ortalarında yaşlı bir Afgan kadın, bağırıyordu. Minsk’in güneyindeki bir köyde eve getirilen çinko tabutu hatırladım, bir annenin çığlıklarını. Bu ne insanca bir haykırıştı, ne hayvanca… Kabil’deki mezarlıkta duyduğuma benziyordu sadece.

İtiraf ediyorum, hemen özgürleşmedim. Hikayelerimdeki kahramanlara karşı samimiydim, onlar da bana güveniyordu. Her birimizin özgürlüğe giden yolu ayrıydı. Afganistan’a kadar, güleryüzlü sosyalizme inanıyordum. Oradan döndüğümde ise tüm hülyalardan arınmıştım. ‘Affet beni baba’ dedim onu gördüğümde. ‘Sen beni komünist ideallere inançla terbiye ettin, ama annemle birlikte eğittiğiniz -ebeveynlerim köy öğretmeniydi- dünün Sovyet talebelerinin, yabancı bir ülkede, tanımadıkları insanları öldürüşünü bir kere olsun görmek, tüm sözlerinin küle dönmesi için yeterli. Bizler katiliz baba, anlıyor musun?’ Babam, ağladı.

Afganistan’dan böyle çok insan özgürleşmiş döndü. Ama başka bir örneğim de var. Orada, Afganistan’da, genç bir erkek bana şöyle bağırmıştı: ‘Sen, bir kadın, ne anlarsın savaştan? İnsanlar savaşta öyle kitaplarda, filmlerde öldükleri gibi mi ölüyorlar ki? Orada ölen güzel ölüyor. Benimse dün arkadaşımı vurdular. Kurşun kafasına girdi, daha bir 10 metre koştu sonra, beynini havada yakalamaya çalışıyordu.’ Yedi yıl aradan sonra bu genç, Afganistan hikayeleri anlatmayı seven başarılı bir iş adamı oldu. Bir gün beni aradı: ‘Ne işe yarıyor senin kitapların? Fazla korkunçlar.’ O artık başka bir insandı. Ölümün ortasında tanıştığım, 20 yaşında ölmek istemeyen kişi değildi…

Kendime, savaş hakkında nasıl bir kitap yazmak istediğimi soruyordum. Ateş etmeyen insan hakkında yazmak isterdim. Başka bir insanı vuramayan insan hakkında. Savaş düşüncesinin bile acı verdiği insan hakkında. Nerede o insan? Ben onunla tanışamadım.

1990-1997

Sadece Rus edebiyatı, dev bir ülkenin bir zamanlar içinden geçtiği o eşsiz deneyimi anlatabilir; bu yüzden ilginçtir. Bana sürekli, ‘neden hep felaketler hakkında yazıyorsunuz’ diye soruyorlar. Çünkü hayatımız bu. Artık farklı ülkelerde de yaşasak, Kızıl İnsan her yerde. Aynı hayattan çıkan, aynı hatıralarla yaşayan insanlar.

Uzun süre Çernobil hakkında yazmak istemedim. Bu konuda nasıl yazacağımı bilmiyordum; hangi araçlarla, nereden başlayarak yazacağımı. Hakkında dünyanın daha önce neredeyse hiçbir şey duymadığı, Avrupa’nın bir köşesine sıkışmış o küçük ülkemin ismi, şimdi tüm dillerdeydi. Biz Belaruslular ise, Çernobil halkı olmuştuk. Bilinmeze ilk dokunanlar biz olduk. Anladık ki komünist, etnik ve dini tufanlardan da öte, gelecekte bizi daha vahşi, topyekun belalar bekliyor, henüz göze görünmeyen belalar. Çernobil’le birlikte, yeni bir safha açıldı.

Aklımda kalan mesela, yaşlı bir taksi şöförünün, ön camına çarpan güvercinlerden şikayet etmesi: ‘Günde iki-üç kuş düşüyor böyle. Gazeteler ise durum kontrol altında diyor.’

Şehir parklarından yaprakları toplayıp, şehir dışına çıkarıyorlardı. Yaprakları gömüyorlardı orada. Zehirlenmiş toprak parçalarını götürüp gömüyorlardı. Toprağı toprağa defnediyorlardı. Çalı çırpıyı, çimeni gömüyorlardı. O günlerde herkesin yüzünde, hafifçe çıldırmış bir ifade vardı.

Yaşlı bir bahçıvan anlattı: ‘Sabah dışarı çıktım, bir şey eksik. Tanıdık bir ses eksik. Tek bir arı yok, tek bir arının sesi gelmiyor, bir tanesinin bile. Bu nasıl bir şey? İkinci gün de uçmadı arılar, üçüncü gün de. Sonra bize nükleer santralde kaza oldu diye haber geldi. Santral yanı başımızda. Ama uzun süre hiçbir şey bilmiyorduk. Arılar biliyordu, biz bilmiyorduk.’

Çernobil haberleri gazetelerde askeri dille veriliyordu: patlamalar, kahramanlar, askerler, tahliye… İstasyonda KGB iş başındaydı; casus ve sabotajcı arıyorlardı. Söylentiler dolaşıyordu; kaza, sosyalist kampı yıkmak isteyen Batılı özel güçlerin planlı işiymiş. Askeri mühimmat Çernobil’e doğru yoldaydı, askerler geliyordu. Sistem her zaman olduğu gibi işliyordu; askeri şekilde. Ama elinde yeni tüfeğiyle askerin, bu yeni dünyada felaketten başka alacağı yoktu. Elinden gelen tek şey, yüksek dozda radyasyona maruz kalıp, evine dönüp ölmekti.

Gözlerimin önünde, Çernobil öncesinin insanları, Çernobil insanlarına dönüştüler.

Radyasyonu göremiyordun, ona dokunamıyordun, kokusunu duyamıyordun. Bizi artık bu bildik ve bilinmedik dünya çevreliyordu. Nükleer bölgeye gittiğimde hemen anlattılar: Çiçek koparmak yasak, çimene oturmak yasak, kuyudan su içmek yasak… Ölüm her yanda gizleniyordu, ama bu başka türlü bir ölümdü. Yeni bir maske takmış, yabancı bir kıyafet giymiş. Savaşı görmüş yaşlılar, bir kez daha evlerinden ‘tahliye’ edilirken gök yüzüne bakıyordu: ‘Güneş parlıyor, ne duman var, ne gaz, ateş eden yok. Bu savaş mı ki, yine göçmen edildik?’ Sabah ilk iş gazetelere koşuyor, sonra hayalkırıklığıyla bir kenara atıyorlardı onları; casusları daha bulamamışlar. Halk düşmanları hakkında bir şey yazmıyor. Casusların, halk düşmanlarının olmadığı bir dünya da yabancıydı.

Yeni bir şeyin başlangıcıydı bu. Çernobil ve Afganistan, bizi özgürleştirdi.

Benim için dünya yerinden kıpırdadı. Nükleer bölgede kendimi ne Belaruslu, ne Rus, ne Ukraynalı hissettim; yok edilebilecek biyolojik bir türdüm.

İki felaket üst üste geldi. Sosyal felaket -sosyalist Atlantis sulara gömülüyordu- ve kozmik felaket -Çernobil. İmparatorluğun düşüşü herkesi endişelendiriyordu. İnsanlar günü dert ediyor, var olma mücadelesi veriyordu; yaşamak için gerekenleri hangi parayla, nereden almalı? Nasıl yaşamalı? Neye inanmalı? Hangi flamaların altında durmalı bu sefer? Ya da Büyük Fikirler olmadan yaşamayı mı öğrenmeli? Bu sonucusunun nasıl yapılacağını kimse bilmiyordu, o güne kadar hiç böyle yaşamamışlardı. Kızıl İnsan’ın önünde yüzlerce soru vardı. Hepsine yalnız başına göğüs gerdi. Hiçbir zaman, özgürlüğünün ilk günlerindeki kadar yalnız olmamıştı. Etrafımda, hayatları sarsılan insanlar vardı ve ben onlara kulak verdim.

Günlüğümü kapatıyorum…

İmparatorluk yıkıldığında bize ne oldu? Dünya daha evvel cellatlar ve kurbanlar diye ayrılırdı; Gulag’daki gibi. Erkek ve kız kardeşler; Savaş’taki gibi. Seçmenler; teknoloji, çağdaş dünya. Dünya daha evvel bir de hapse atanlar ve atılanlar diye ayrılırdı. Bugün Batıcılar ve Slavcılar, satılmışlar ve vatanseverler diye ayrılıyor. Bir de alabilenler ve alamayanlar diye… Bu sonuncusu, bana göre sosyalizm sonrasının en acı tecrübesi, zira daha bu yakınlarda hepimiz birdik. Kızıl İnsan, mutfakta oturup hayalini kurduğumuz o Özgürlük Krallığı’na bir türlü ulaşamadı. Rusya’yı o olmadan böldüler, o ise elinde bir hiçle kalakaldı. Aşağılanmış ve soyulmuş. Saldırgan ve tehlikeli.

Yeniden Rusya’yı dolaşmaya başladım. Şunları duydum:
-Bu ülkede modernleşme, ancak toplama kampları ve kurşuna dizmelerle mümkün.
-Rus insanı sanki zengin olmak istemiyor bile, hatta bundan korkuyor. Tek istediği, başkalarının zengin olmaması. Kimsenin ondan daha zengin olmaması.
-Burada dürüst insan bulamazsın, ama bolca dindar vardır.
-Boşuna güdülmeyi reddeden yeni bir nesil bekleme. Rus insanı özgürlükten anlamaz, anca Kazaklardan ve onların kamçılarından anlar.
-İki temel Rusça kelime: savaş ve hapis. Çaldın, gezdin, yakalandın. Çıktın, yine yakalandın, yine içeri girdin.
-Rusların hayatı çekilmez olmalı, bedbaht olmalı; ruh ancak o zaman yükselir, bu dünyaya ait olmadığını o zaman idrak eder. Her şey ne kadar pislik ve kan içindeyse, ruh kendine o kadar çok yer bulur.
-Yeni bir devrime yetecek ne güç, ne delilik yok kimsede. Ruh da yok. Ruslara, tüylerini diken diken edecek büyük fikirler lazım.
-Hayatlarımız işte böyle geçer bizim, pislikle savaş arasında gider gelir. Komünizm ölmedi, cesedi yaşıyor.

Cesaretimi toplayıp söyleyeceğim: 90’lı yıllarda elimize geçen şansı kaçırdık. Ülkemiz nasıl olmalı, güçlü mü, yoksa insanlarına layık mı sorusu önümüze geldiğinde, birinci şıkkı seçtik: Güçlü olmalı. Şimdi yine güç zamanı. Ruslar Ukraynalılarla, kardeşleriyle savaşıyor – benim babam Belaruslu, annem Ukraynalı, bir sürü başka insanın da böyle… Rus uçakları Suriye’yi bombalıyor…

Umut devri yerini, korku devrine bıraktı. Zaman geriye döndü. İkinci el, kullanılmış bir zamanı yaşıyoruz.

Kızıl İnsan’ın tarihini yazıp bitirdim mi şimdi, emin değilim.

Benim üç evim var. Belarus, toprağım, babamın vatanı, bütün ömrümü geçirdiğim yer. Ukrayna, annemin vatanı, doğduğum yer. Ve büyük Rus medeniyeti, kendimi onsuz hayal edemediğim… Benim için hepsi değerli. Sevgiden söz etmek ise, bizim çağımızda zor.


5 Harfliler

Tuesday, July 16, 2019

Beş Husus

Photo by Jerry Zhang on Unsplash

Hukemâ-yı islâmiye diyeceğimiz Müslüman hakîmlerin düşüncelerine  göre Allah, beş hususu diğer beş şeyle irtibatlandırmış ve âdeta sebep-sonuç münasebeti içinde birini diğerinin vesilesi kılmıştır.
Ezcümle: 
  • Aziz olarak yaşamayı (izzet) , ibadet ü tâate; 
  • zillet ve perişaniyeti, nefis ve hevâ güdümünde ömür sürmeye; 
  • heybet ve mehâbeti, seherî olma ve geceleri ihyâ etmeye; 
  • hikmeti, az yeyip az içme ve az uyumaya; 
  • müstağnî ve onurlu yaşamayı da kanaate bağlamıştır. 

Bu esaslara binaen, Hakk’a kul olanın, kula kul olması; nefsini kontrol altına alanın, zillet yaşaması; gecelerde hep Hakk’a müteveccih bulunanın, halk nezdinde hor ve hakir görülmesi; yeme, içme ve uyuma gibi hususlarda disiplinli yaşayan birinin, irfan ve hikmetten mahrum kalması; kanaatkâr olanın da Hak’tan başkasına yönelmesi.. yönelip tese’ül ve tekeffüflerle halka yüz suyu dökmesi çok görülmemiştir. Böyleleri, hemen her zaman acz u fakr, şevk u şükür kanatlarıyla şahlanmış ve hep Hakk’a müteveccih yaşamışlardır.

Kalbin Zümrüt Tepeleri 4

Sunday, July 14, 2019

Without Calculus

Photo by Shubham Sharan on Unsplash


Without calculus, we wouldn’t have cell phones, computers, or microwave ovens. We wouldn’t have radio. Or television. Or ultrasound for expectant mothers, or GPS for lost travelers. We wouldn’t have split the atom, unraveled the human genome, or put astronauts on the moon. We might not even have the Declaration of Independence.

It’s a curiosity of history that the world was changed forever by an arcane branch of mathematics. How could it be that a theory originally about shapes ultimately reshaped civilization?

The essence of the answer lies in a quip that the physicist Richard Feynman made to the novelist Herman Wouk when they were discussing the Manhattan Project. Wouk was doing research for a big novel he hoped to write about World War II, and he went to Caltech to interview physicists who had worked on the bomb, one of whom was Feynman. After the interview, as they were parting, Feynman asked Wouk if he knew calculus. No, Wouk admitted, he didn’t. “You had better learn it,” said Feynman. “It’s the language God talks.”

For reasons nobody understands, the universe is deeply mathematical. Maybe God made it that way. Or maybe it’s the only way a universe with us in it could be, because nonmathematical universes can’t harbor life intelligent enough to ask the question. In any case, it’s a mysterious and marvelous fact that our universe obeys laws of nature that always turn out to be expressible in the language of calculus as sentences called differential equations. Such equations describe the difference between something right now and the same thing an instant later or between something right here and the same thing infinitesimally close by. The details differ depending on what part of nature we’re talking about, but the structure of the laws is always the same. To put this awesome assertion another way, there seems to be something like a code to the universe, an operating system that animates everything from moment to moment and place to place. Calculus taps into this order and expresses it.

Isaac Newton was the first to glimpse this secret of the universe. He found that the orbits of the planets, the rhythm of the tides, and the trajectories of cannonballs could all be described, explained, and predicted by a small set of differential equations. Today we call them Newton’s laws of motion and gravity. Ever since Newton, we have found that the same pattern holds whenever we uncover a new part of the universe. From the old elements of earth, air, fire, and water to the latest in electrons, quarks, black holes, and superstrings, every inanimate thing in the universe bends to the rule of differential equations. I bet this is what Feynman meant when he said that calculus is the language God talks. If anything deserves to be called the secret of the universe, calculus is it.

By inadvertently discovering this strange language, first in a corner of geometry and later in the code of the universe, then by learning to speak it fluently and decipher its idioms and nuances, and finally by harnessing its forecasting powers, humans have used calculus to remake the world.

**
When I said earlier that without calculus we wouldn’t have computers and cell phones and so on, I certainly didn’t mean to suggest that calculus produced all these wonders by itself. Far from it. Science and technology were essential partners — and arguably the stars of the show. My point is merely that calculus has also played a crucial role, albeit often a supporting one, in giving us the world we know today.


Take the story of wireless communication. It began with the discovery of the laws of electricity and magnetism by scientists like Michael Faraday and André-Marie Ampère. Without their observations and tinkering, the crucial facts about magnets, electrical currents, and their invisible force fields would have remained unknown, and the possibility of wireless communication would never have been realized. So, obviously, experimental physics was indispensable here.
But so was calculus. In the 1860s, a Scottish mathematical physicist named James Clerk Maxwell recast the experimental laws of electricity and magnetism into a symbolic form that could be fed into the maw of calculus. After some churning, the maw disgorged an equation that didn’t make sense. Apparently something was missing in the physics. Maxwell suspected that Ampère’s law was the culprit. He tried patching it up by including a new term in his equation — a hypothetical current that would resolve the contradiction — and then let calculus churn again. This time it spat out a sensible result, a simple, elegant wave equation much like the equation that describes the spread of ripples on a pond. Except Maxwell’s result was predicting a new kind of wave, with electric and magnetic fields dancing together in a pas de deux. A changing electric field would generate a changing magnetic field, which in turn would regenerate the electric field, and so on, each field bootstrapping the other forward, propagating together as a wave of traveling energy. And when Maxwell calculated the speed of this wave, he found — in what must have been one of the greatest Aha! moments in history — that it moved at the speed of light. So he used calculus not only to predict the existence of electromagnetic waves but also to solve an age-old mystery: What was the nature of light? Light, he realized, was an electromagnetic wave.

Maxwell’s prediction of electromagnetic waves prompted an experiment by Heinrich Hertz in 1887 that proved their existence. A decade later, Nikola Tesla built the first radio communication system, and five years after that, Guglielmo Marconi transmitted the first wireless messages across the Atlantic. Soon came television, cell phones, and all the rest.

Clearly, calculus could not have done this alone. But equally clearly, none of it would have happened without calculus. Or, perhaps more accurately, it might have happened, but only much later, if at all.


Havadaki Mübarek Kelimeler

Geetanjal Khanna/Unsplash


Ağızdan çıkan her bir kelimenin misal ve mana âlemine bir aksediş şekli vardır. Mesela “Elhamdülillah” kelimesi bir cennet meyvesi gibi... Bir gıybet cümlesi de ölü eti gibi... Yahya Kemal, ezan kelimelerinin sanki kristalleşmiş şekillerini ruhânîlerin gördüklerini “Cümleten ervah görür Allahü Ekberi” diye ifade etmektedir. Onun için Kur’ânî kelimeler okunduğunda mekân nurlanır şifalanır... Siz yorgun argın eve gelirsiniz. Eğer o halde kalsanız yatsıyı ona göre kılarsınız. Teheccüde kalkmak zor gelir. Belki sabah namazını zar zor kılarsınız. Ama Kur’ânî sohbetlerin olduğu yere gidince, hava şifalanır nurlandığı için hafiflersiniz, bu namazların hepsini rahatlıkla edâ edersiniz. Tersine gıybet edilen, müstehcen şeyler konuşulan yerler de habîsatla dolar. İnsana gaflet ve sıkıntı basar. Çok dikkat edilmesi gerekir.

**


Üstad Hazretleri satır aralarında da bazı gerçekleri sıkıştırıveriyor. Mesela “Havada sebatsız vücûdları bulunan harfler” diyor. Yani biz kelimeleri telaffuz edince, havayı dinleyenler anlayacak kadar meşgul ediyorlar. Eğer tahtaya yazılan kelimeler gibi kalsaydılar ne olurdu? Bir tahtayı yazıp doldurduğumuzda yeni şeyler yazmak için ya başka temiz bir tahtaya geçmemiz veya ilk yazı yazdığımız tahtayı silip temizlememiz gerekir. Kelimeler havada kalıp sebat etseydi, bir müddet sonra ya sesle kirlettiğimiz mekânı terkedip başka temiz yere geçecektik veya sesle kirlenen mekândaki sesleri tahta siler gibi temizlemeye pencere ve kapıdan atmaya çalışacaktık. Ama nereye kadar. Çok kısa zamanda dünya ses kirliliğinden durulmaz olurdu.

**


Sahabeden Hazreti Ebu Saîd (radiyallâhu anh) anlatıyor: Biz, Resullullah’ın çıkardığı askeri bir seferdeydik. Bir yerde konakladık. Yanımıza bir câriye gelip “Obamızın efendisi Selim’i bir zehirli soktu. Onunla meşgul olacak erkekler de şu anda yoklar. Sizde rukye yapan (dua okuyan) biri var mı?” dedi. Bunun üzerine bizden rukye hususunda mahâretini bilmediğimiz bir adam kalkıp onunla gitti ve adama okuyuverdi. Adam iyileşti. Kendisine otuz koyun verdiler. Bize sütünden içirdi. Ona “Sen rukye bilir miydin?” dedik. “Hayır, ben sadece Fâtiha okuyarak rukye yaptım.” dedi. Biz kendisine “Resulullah’a (sallallâhu aleyhi ve sellem) sormadan bu verdiklerine dokunma!” dedik. Medine’ye gelince, durumu ona söyledik. Resulullah (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Fatiha’nın rukye olduğunu (tedâvi maksadıyla okunacağını) sana kim söyledi? Verdikleri koyunları paylaşın, bana da bir hisse ayırın!” buyurdular.

Burada Fatiha’yı okuyan sahabe başka rivayetlerden anlaşıldığına göre, Ebu Saîdi’l-Hudrî’dir. Fatiha Sûresi’ni, kendisini akrep sokan Selim’e üç veya yedi defa okuyarak tedavisini sağlamıştır. Hadisi o rivayet etmesine rağmen rukye yapanın kendisi olduğunu açıkca ifade etmemiştir. Onun bu tedavi başarısı arkadaşlarını şaşırttığı gibi Resulullah’ı (sallallâhu aleyhi ve sellem) da hayrete düşürmüştür ve “Sen Fatiha’nın rukye olarak okunacağını nereden biliyordun?” diye soru sormasına sebep olmuştur. O da “İçimden öyle geçti” demiştir.

Dualarında insanın bir işe konsantra olması çok mühimdir. Kim ne isterse Allah verir. “Men talebe ve cedde vecede, yani kim bir şeyi ister ve isteğinde ciddi olursa onu elde eder” prensibinde ifade edildiği duayı ciddiye alır ve ciddiyetine uygun bir tavırda yaparsa Allah’ın izniyle neticeye ulaşır.

Kungfu yapanların elle kiremitleri, betonları kırıp parçalamalarında bütün güçlerini ellerinde toplayıp hedeflerine ciddi biçimde kilitlenmelerinin rolü büyüktür.

Bir Allah dostu, sevdiği bir çam ağacının, kazılan bir çukur sırasında köklerinin kesilmesiyle kurumaya yüz tutması karşısında üzülür. Birisi de hiç sormadan gidip bu ağacı keser. Allah dostu, meseleyi işitince çok üzülür ve der ki: “Ben ona şifalı sûre Fâtiha okuyacaktım. Fakat tam kendimi bulamadığım, tam konsantre olamadığım için bekliyordum. O ânımı yakalayınca okuyacaktım. İnanıyordum ki, Fâtiha’yı öyle okursam Allah’ın izniyle, kuruması duracak ve yemyeşil olacak.”

**
Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sahabelerinden olan Ebu Muallâk isimli bir zât vardı. Ebu Muallâk ticarî ortaklık kuran, dürüst ve takva sahibi bir kimseydi. Bir gün yola çıkmıştı. Karşısına silahlı bir haydut çıktı ve kendisine “Neyin varsa, çıkar ver. Seni öldüreceğim!” dedi. Ebu Muallâk, “Eğer maksadın mal ise, al götür hepsini.” dedi. Ama haydut, “Hayır, ben yalnızca senin canını istiyorum!” deyince, Ebu Muallâk “Öyleyse, bana izin ver de bir namaz kılayım.” dedi. Haydut, “İstediğin kadar namaz kılabilirsin!” dedi. Ebu Muallâk namazını tamamladıktan sonra Allah’a yönelerek üç defa şöyle niyaz etti: ‘Ey kalblerin Sevgilisi, en büyük Arşın Sahibi, ey dilediğini yapan Allah’ım! Ulaşılamayan izzet ve şerefin, olağanüstü saltanatın ve Arşını ihata eden Nurunun hürmetine beni şu hırsızın ve haydutun şerrinden korumanı diliyorum. Ey darda kalanların imdadına yetişen Allah’ım! Yetiş imdadıma, kurtar beni!
Ebu Muallâk duasını bitirir bitirmez, elindeki mızrağı kulağının hizasında tutan bir süvârî çıka geldi. Süvârî, o haydutu yakaladı ve öldürdü. Ebu Muallâk kendisine dönen süvâriye: “Sen de kimsin? Kimsin sen? Yoksa Allah senin vesilenle mi beni bu hayduttan kurtardı?” dedi. Süvârî şöyle cevap verdi: “Ben dördüncü kat semâdanım. Sen ilk duanı yapınca, semânın kapılarının çatırdığını duydum. İkinci defa dua ettiğimde, gök sâkinlerinin arbedesini işittim. Üçüncü kere dua ettiğini duyunca ‘Zorda kalan biri dua ediyor.’ denildi. Bunu duyduktan sonra Cenâb-ı Hak’tan beni o zâlim adamı öldürmeye memur etmesini niyaz ettim. Allah Taâlâ da, isteğime: ‘Bilesin ki, abdest alıp dört rekât namaz kılan ve bu duayı yapanlara, darda kalsa da, kalmasa da yardım ederim.’ buyurdu.”

Saturday, July 13, 2019

Çıplak Kentin Mahkumları

Ali İnandım
Hakkı Yırtıcı-Duvar Gazetesi
Bir an için kentteki bütün yapıların dış cephelerin soyulduğunu ya da buharlaştığını hayal edin, geriye ne kalır? Göreceğiniz, betonarme çerçevelerle sınırlanmış ve üst üste yığılmış kutular olacaktır. Hepsi birbirlerinin aynı. Çalıştığınız plazadaki ofisiniz, lüks bir rezidansın bilmem kaçıncı katındaki daireniz, kentsel dönüşümle yenilenmiş apartmanınız ya da TOKİ’nin o pek beğenilmeyen konutları aslında sadece beton kutular yığınından ibaret.
Mimarlar, mesleklerini söylediklerinde hemen arkasından nahif bir soru gelir, “İç mi, dış mı?” İnsanı çaresiz bırakan bir sorudur. Bir yapının içiyle, dışıyla, biçimiyle, taşıyıcısıyla, mekan organizasyonuyla (dikkat plan demiyorum), mekan kalitesi ve yaşam ortamı ile bir bütün olduğunu ayaküstü nasıl anlatırsın ki? En doğrusu, soruyu “dış” diyerek geçiştirmek. Soru, bilgisizlikten kaynaklanıyor gibi görünse de, soranlar aslında o kadar da haksız değiller. Çünkü soru(n) ülkemizde, inşaat sektöründe gayet pragmatik şekilde karşılık buluyor.
Kentin her yerinden fışkıran cicili bicili gökdelenlere bakalım. Tabii ki hepsinin arkasında bir tasarım edimi var. Fakat mimari bir değer yaratmaktan önce tasarımlarının asıl motivasyonu kendilerini diğer gökdelenler arasından daha görünür kılmak, farklılaşmak. Bu, tek tasarım girdisi olabilir mi? Zaten bu yüzden ortaya abuk sabuk biçimler çıkıyor, kent bunlarla tıkış tıkış doluyor.
Ayrıca bu ölçekte büyük inşaat faaliyetlerinde, asıl inşaat firması yapım sürecini parçalara ayırır, alt taşeronlara verir. Esnek birikim modelinin inşaat sektöründeki karşılığıdır, bu. Hafriyatı bir hafriyat firması, milli malzememiz betonarme strüktürü bir inşaat ve beton firması, elektrik, havalandırma, su tesisatını farklı farklı firmalar yapar. Aynı şekilde cephe de bir cephe firmasına verilir. Firmanın kataloğundaki cephe çeşitlerinin malzemesinin boyutları, teknik özellikleri, uygulama detayları dış görünüşü belirler. Çoğu büyük inşaat şirketinin kendi içinde, daha ucuza geldiği için bir mimarlık departmanı bulunur. Departman, yukarıda sıraladıklarımın organizasyonundan, kontrolünden ve uygulamasından sorumludur ve yaptıkları işin bunun ötesine geçmesi çok nadirdir.
Büyük hacimli işleri bırakalım, tek bina ölçeğindeki kentsel dönüşüm projelerinin nasıl üretildiğine bakalım. Yapının taban alanı imar değişiklikleri ile küçülürken, kat sayısı 7’den 12’ye çıkarılır. Aradaki beş kat fark müteahhidindir. Mal sahipleri ise evlerinin metrekareleri küçülmüş de olsa 50-60 yıllık eski konutlarını böylelikle yenilemiş olurlar. Emlak piyasasında kullanımdan çok oda sayısına bakıldığından, küçülmüş evler yine 3+1 şeklinde planlanır (bu sefer mekan organizasyonu demiyorum). Ortaya zar zor sığılan salonlar ve daracık odalar çıkar. Metrekare ve oda sayısı baskısı planları tek tipleştirir. Bu noktada müteahhit cephe ile oynayarak rakiplerinden farklılaşmak, yapısının piyasa değerini yükseltmek zorunda kalır.
Ya da Tarlabaşı örneğinde olduğu gibi sözde bölgenin tarihi dokusunu koruyan yenilemeleri düşünün. Dar ve derin parsellerin olduğu gibi korunmasının rant getirisi olmayacağından, güya mevcut cepheler korunur, orasıyla burasıyla biraz oynanır, arkası tümden yıkılır ve bu boşluğa tek bir metrekaresi israf edilmeden modern konutlar, oteller, AVM’ler yerleştirilir.
**
Evet, kentlerimizi her metrekaresini sonuna kadar kullanarak üretiyoruz. Mimarın bu anlayış içinde belirleyici bir aktör olma şansı yok. Üst üste binmiş, sıkışık kentlerde yaşıyoruz. Kentin caddelerinde, sokaklarında, meydanlarında dolanırken, aslında bir imajlar yarışı içindeyiz. Gözü yoran, zihni felce uğratan bir görüntü kirliliği çevremizi sarmış durumda. Her şey bir dekordan ibaret. Tıpkı kovboy filmlerinde, kasabanın ana caddesindeki yapıların sadece cephelerinin inşa edilerek, arkalarının boş bırakılması gibi. Tabii kovboy filmlerinden farklı olarak kentlerdeki dekorun arkası boş değil. Yaşamlarımız bu dekorların arkasında geçiyor.
Bir an için kentteki bütün yapıların dış cephelerin soyulduğunu ya da buharlaştığını hayal edin, geriye ne kalır?
Göreceğiniz, betonarme çerçevelerle sınırlanmış ve üst üste yığılmış kutular olacaktır. Hepsi birbirlerinin aynı. Çalıştığınız plazadaki ofisiniz, lüks bir rezidansın bilmem kaçıncı katındaki daireniz, kentsel dönüşümle yenilenmiş apartmanınız ya da TOKİ’nin o pek beğenilmeyen konutları aslında sadece beton kutular yığınından ibaret. Aralarında hiç fark yok. Şık ofis mobilyaları, parlak döşeme kaplama malzemeleri, tavanın kenarından dönen kartonpiyer, gösterişli misafir odası takımı, tavandan sarkan koca avize ve diğer tüm ıvır zıvır eşyalar yığını bu gerçeği değiştiremezler.
Hadi bakış açımızı değiştirelim, beton kutulara bir de yukarıdan bakalım. Görüntü daha da iç karartıcı. Salonlar, sıra sıra ruhsuzca dizilmiş odalar, dar koridorlar ile kobay farelerinin deney labirentlerine benzer yerlerde yaşıyor, bir ileri bir geri gidip duruyoruz.
İşte hayatlarımızın gerçek yüzü; kendi yarattığımız beton ve çelik karışımı yapay ortamların mahkumlarıyız.

Friday, July 5, 2019

Sebepler yalnız birer bahanedirler




Dalâletten gelen hadsiz bir cehâlet ve dinsizlikten kaynaklanan çirkin bir inat sebebiyle bilmiyorlar ki, sebepler yalnız birer bahânedirler, birer perdedirler. Dağ gibi bir çam ağacının cihazlarını ve donanımlarını dokumak ve yetiştirmek için bir köy kadar yüz fabrika ve tezgâh yerine küçücük çekirdeği gösterir: “İşte bu ağaç bundan çıkmış.” diye Yaradanın o çamdaki gösterdiği bin mucizeyi inkâr edercesine bazı zâhirî sebepleri gösterir. Cenâb-ı Hakk’ın irade ve hikmetler işlenen pek büyük bir rubûbiyet fiilini hiçe indirir.

Bazen gayet derin, bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihetle de hikmeti olan bir hakikate fennî bir isim takar. Güya o isimle mâhiyeti anlaşıldı, âdileşti, hikmetsiz, manasız kaldı.



İşte gel! Ahmaklığın nihayetsiz derecelerine bak ki: Yüz sayfa ile tarif edilse ve hikmetleri beyan edilse, ancak tamamiyle bilinecek derin ve geniş bir meçhul hakikata bir nâm takar; malum bir şey gibi. “Bu, budur.” der. Mesela: Güneşin bir maddesi, elektrikle çarpmasıdır. Hem birer küllî irade, birer ihtiyar-ı âmm (her şeyi kuşatan irade) birer nev’î hâkimiyetin ünvanları bulunan ve “âdetullah” (Kâinatın yaratılış ve işleyişinde Allah Taâlanın koyduğu kanunlar) nâmıyla yâdedilen fıtrî kanunların birisine, hususî ve kasdî bir hâdise-i rubûbiyet’i (Cenâb-ı Hakk’ın gerçekleştirdiği hâdise) ircâ eder (mal eder). O ircâ ile, onun nisbetini İlâhî iradenin tercihinden keser, sonra tutar tesadüfe, tabiata havale eder. Ebu Cehil’den ziyade katmerli bir echeliyet (câhilliğin en son noktası) gösterir. Bir neferin veya bir taburun zaferli harbini, bir nizam ve askerî kanuna isnad edip; kumandanından, padişahından, hükümetinden ve kasdî harekâttan alâkasını keser gibi âsî bir divâne olur.

Reader in the Team Bus

Image result for how to be a footballer

There’s a reader in every team. Jamie Carragher loved a footballer’s autobiography. Guardiola, Wenger, Maradona, Cruyff – he would work through a different one every week. Rob Green would not only read on the bus but would go to his local in Hampstead and read there too. He had his own mug behind the bar, would get them to make him a tea, and then sit by the fire reading. Classic goalkeeper’s move. I have no idea what he used to read when we were on England duty because I never got that far down the wrong end of the bus. Also I was too busy throwing stuff at him. We are 20- and 30-year-old men with kids. I know.

Wednesday, July 3, 2019

The Great Kanto Earthquake and the Korean Massacre

Image result for kanto earthquake

 Great Kanto Earthquake sparked another horrifying result, as well.  In the hours and days following, nationalist and racist rhetoric took hold across Japan.  Stunned survivors of the earthquake, tsunami, and firestorm looked for an explanation, looked for a scapegoat, and the target of their fury was the ethnic Koreans living in their midst.  As early as mid-afternoon on September 1, the day of the quake, reports, and rumors started that the Koreans had set the disastrous fires, that they were poisoning wells and looting ruined homes, and that they were planning to overthrow the government.
  Approximately 6,000 unlucky Koreans, as well as more than 700 Chinese who were mistaken for Koreans, were hacked and beaten to death with swords and bamboo rods.  The police and military in many places stood by for three days, allowing vigilantes to carry out these murders, in what is now called the Korean Massacre.

In the end, the earthquake and its aftereffects killed well over 100,000 people.  It also sparked both soul-searching and nationalism in Japan, just eight years before the nation took its first steps toward World War II, with the invasion and occupation of Manchuria.
Source:Kallie Szczepanski

What to stress and what to ignore in mathematical modeling

Source Quanta Magazine

Friday, June 28, 2019

Showa History of Japan





Cultural Heritage is an Ideal Imposed from Above


Governments increasingly looked to remains of the distant past to bolster national identities and a sense of greatness, or to marginalise disfavoured groups. Saddam Hussein used the ruins of Babylon to spread ideas of Iraq’s greatness as well as his own, even portraying himself as a modern Nebuchadnezzar. China’s leadership has used archaeology to project national greatness onto the distant, semi-legendary past. Today, India’s prime minister Narendra Modi’s Hindu nationalist government has worked to use archaeology to prove that modern Hindus can trace their descent from the earliest inhabitants of India.
**
Alongside the language of nationalism, international organisations also associate cultural heritage with universal values. They argue that cultural heritage belongs not just to individual nations but to all of humanity. UNESCO, for example, promotes ‘Unite for Heritage’, a popular social-media hashtag campaign. The UNESCO World Heritage List presumes the universal value of heritage. At first blush, the universalist trend seems to be a new one that directly challenges older nationalist ideas. But, in fact, it is neither new nor a challenge. In the 19th century, Europeans often spoke about Egyptian antiquities, as Elliott Colla points out in Conflicted Antiquities (2007), not in terms of the political or commercial interests of their nations – as they did with other aspects of Egypt – but of civilisation in general. When in the 1820s Jean-François Champollion, the French decipherer of hieroglyphics, was questioned about his plan to hack painted reliefs from an ancient Egyptian royal tomb, he replied that he was doing so as a ‘real lover of antiquity’. That Champollion worked for the Louvre, his country’s national museum, and the reliefs would be deposited there, was mere convenience. The French elite saw themselves on a civilising mission to ‘barbaric’ Africa, an altruistic enterprise benefiting humanity that just happened to include ancient Egyptian monuments and artifacts as their country’s reward. ‘If Africa becomes humanised, if civilisation ever flourishes again on its shores, where the monuments of Roman grandeur lie,’ according to one writer in 1836, ‘the glory must come back to France.’
**
Universalist language serves a double purpose. It justifies the urges of the developed world to acquire, often in effect to loot, heritage from developing nations. And it does so while presenting those same developing nations as less enlightened. But this characterisation of developing nations runs counter to the actual history. In 1989, John Henry Merryman, professor emeritus of law and art at Stanford University, questioned ‘[t]he deference still routinely given to state claims to their “national cultural patrimony” in international affairs’. At the time, European and American powers had just begun taking the antiquities laws of developing nations seriously. Western scholars love to critique and mock the image of Hussein as Nebuchadnezzar, but it is not qualitatively different from Napoleon’s depiction as a Greek god or hero, defeating the Mamluk rulers of Egypt and bringing civilisation back to the country. In Europe and America, nationalist use of heritage is depicted as an aberration. It’s what others do. The West rarely holds itself up to the same mirror.
source

Tuesday, June 25, 2019

Elalemin Diline Neden Öykünürler?

beige, red, and brown signages on beige stand at daytime
Bu yazı Sevan Nişanyan'ın  En Son Yazıları isimli bloğundan alınmıştır.

Her dil, belli bir tarih döneminde “kültürel norm” kabul ettiği uygarlığın dil(ler)ini, deyimlerini, üslubunu, ifade biçimlerini taklit eder. O uygarlığın sözlüğünden kelimeler alır; doğrudan almasa bile, çeviri yoluyla onun kavram ve deyimlerini kendine mal eder.
Kültürel taklit DAİMA sınıfsal boyut taşır. “Norm” kültürü iyi tanıyanlar, toplumda ayrıcalıklı mevkiye yükselirler. Dolayısıyla o kültürü iyi tanıdıklarını gösterecek davranış biçimleri sergilemeye özen gösterirler. O kültürün kelime ve deyimleriyle konuşmakla saygınlık devşirirler. Hatta norm kültürü yeterince tanımayanlar dahi, sanki tanıyormuş gibi davranarak itibar kazanacaklarını bilirler.
Günümüzde İngilizcenin Türkçe'deki (ve diğer dillerdeki) konumu iyi bir örnektir. İngilizceyi sevip sevmemeniz, bu durumdan hoşnut olup olmamanız bir şey değiştirmez; objektif durum bu. Türkçeye son kırk yılda yeni giren kelime, kavram, deyim ve ifade biçimlerinin ezici çokluğu, belki yüzde 95 gibi bir kısmı, İngilizceden gelmiştir. İngilizceden gelmeyenler İngilizceden çeviridir. Yeni kavram ve deyimlerin “aslı” arandığında otomatik bir refleksle herkes – Anglosakson kültürel yayılmacılığına karşı olanlar dahil – İngilizce literatürü hakem kabul eder. “İtibarlı” sayılan mesleklerin mensupları (mesela milletvekilleri, öğretmenler, yazarlar) şaşmaz kural olarak kendilerini gerçekte olduğundan daha iyi İngilizce biliyor gösterme gereği duyarlar. Bilenler, ince ya da kalın jestlerle bildiğini sezdirirler; bilen diğerlerine “ben sizdenim” diyerek göz kırparlar;  dil bilmeyeni “kıro” sayıp aşağılayacaklara karşı tedbir alırlar. İngilizce havalıdır: yani cool. Havalı dilin kelimeleri önce havalı sayılan zümrelerin diline sızar, sonra umumun diline yayılır.
Yanlış anlamayın lütfen. Böyle olmalıdır ya da böylesi iyidir demiyorum. Kötü demek de bence aynı ölçüde abes. İnsan tabiatı bu, bir şey yapamazsın.
Bugün İngilizce. Eskiden Arapça böyleydi. Türklerin İslamı kabulünü izleyen bin yılda Arapça, nihai kültürel norm olan dinin lisanıydı. Toplumda “alim” ve “arif” sayılan insanlar Arapça bilirdi. Bilmekten öte, bildiğini – edeple veya edepsizce – hissettirme gereği duyarlardı. İlim ve irfana müteallik konuların başka bir dilde gereği gibi ifade edilemeyeceğine inanırlardı. Arapça bilmeyen halka bu konuları anlatmakta zorluk çekerler, mecbur olunca ya Arapça ıstılahatı öğreterek, ya da kör topal da olsa avam dili Türkçeye çevirerek meramlarını anlatmaya teşebbüs ederlerdi.
Tek yaygın eğitim kurumu olan medresede eğitim dili Arapçaydı. Eğitim dili Arapça olunca okumuş adamın okumamıştan farkı nasıl belli olacak? Elbette araya serpiştirilen Arapça ibaratın hacmine ve inceliğine göre kültür puanı verilecek. Arapça bilenin kahvesi bilmeyenden önce takdim edilecek, misafirse bir değil iki kere temenna edilecek.
Dil nasıl evrilir? Buyurun, kahve protokolüne göre evrilir.
Türkçenin Farsçayla ilişkisi daha karmaşıktır. 1071’i izleyen 250 yılda öyle anlaşılıyor ki Farsça “Türk” devletlerinin standart yazı ve belki protokol dili idi. Daha sonraki dönemde de Farsça a) “şehirli” sayılan yaşam tarzının, b) edebi zarafetin, ve c) başta Mevleviye olmak üzere bazı tasavvuf ekollerinin referans dili olarak kaldı. Arapçanın aksine, Türkçe ile Farsça arasında – eşit hacimde olmasa da – iki yönlü alışveriş sürdü.
Sonra sıra Fransızcaya geldi. 19. yy’da Osmanlı/Türk toplumu bir heyula gibi sınırın ötesinde beliriveren Batı medeniyeti ile tanıştı. O medeniyetin anadilinin Fransızca olduğuna karar verdi. (Neden Fransızca? Başka zaman konuşalım.) 1850’lerden 1970’lerin başına dek yüz yirmi yıl boyunca Fransızcayı ana kültürel referans tanıdı. Metropolün şık mahfellerinde Fransızca bilmeyenler “cahil” sayılıp aşağılandı. Yeni kurulan modern mekteplerde Fransızca mecburi ders oldu; imkanı olanlar bununla yetinmeyip özel hoca tuttular, evlatlarını Paris’e okumaya gönderdiler. Önce teknolojiden, moda ve lifestyle kavramlarından başlayıp idari terminolojiye, güzel sanatlara, ticarete, tıbba, şiire dek her alanda binlerce Fransızca sözcük benimsendi. Eşit sayıda Fransızca sözcüğe önce Arapça-Farsçadan çakma Yeni Osmanlıca, sonra birtakım Ortaasya lehçelerinden çakma “Öztürkçe” karşılıklar bulundu. Dil değişti, evrildi, zenginleşti.
*
Modern Türkçe yazı dilinin kelime hazinesinin yüzde 76 kadarı bu saydığım dört dilden – Arapça, Farsça, Fransızca ve İngilizce – alıntıdır. Dilin iç çekirdeğini oluşturan yüzde onluk bir kelime dağarcığı Orta Asya Türkçesinden mirastır. Bir başka yüzde on, Orta Asya Türkçesinden türetme veya benzetme veya bileşim yoluyla Türkiye Türkçesinde üretilmiştir. Ne etti? 96.
Türkçenin bunlar dışındaki dillerden edindiği müktesebatın oranı toplamda yüzde dördü bulmaz. Bunun yarıdan biraz fazlası, a) balıkçılık, b) tarım ve c) İstanbul argosu alanında kayda değer katkıları olan Rumcadır. Bakiyesini – Moğolca, Ermenice, Kürtçe, Bulgarca ve Rusça, Çingenece, İspanyolca ve Yahudice, Gürcüce, Çerkesçe, Hintçe – toplasan incir çekirdeğini doldurmaz. Böyle olması da normaldir. Çünkü Türkçenin trendlerini belirleyen toplum kesimleri açısından, bu diller tarihin hiçbir döneminde PRESTİJ DİLİ olmamıştır.
Şöyle düşünün. Diyelim ki memlekette sözü dinlenen biri olarak, hasbelkader, örnek, Kürtçe biliyorsunuz. Aile çevrenizde bu dili severek kullanıyorsunuz; dost ortamında o dilden birkaç kelimeyi şak diye ortaya atmaktan zevk alıyorsunuz. O kelimeleri edebi eserde, siyasi müzakerede, ticari yazışmada, ders kitabında, haber bülteninde kullanmak asla aklınıza gelmez. Çünkü kullanmakla itibar kazanmazsınız, belki kaybedersiniz. Sizden o dilde bilmedikleri bir kelimeyi ilk kez duyanlar “bunlar alim insanlar, demek böyle diyorlarmış” diye düşünmezler. En iyi ihtimalle “egzantriklik”, en kötü ihtimalle “densizlik” görürler. O kelimeler “tutmaz”.
O yüzden, birtakım marjinal tabirler dışında, düşük prestijli dillerden yüksek prestij diline kelime geçmez.
*
Bir dilde “kaç kelime” olduğunu saymak, pratik açıdan da, teorik açıdan da zor bir mesele. Türevleri ve bileşikleri nerede keseceksin? (TDK’nın yaptığı gibi ağı çok geniş tutarsan tutarsızlığa, hatta keyfiliğe düşersin.) Deyimleri nerede keseceksin? Cins adı niteliği kazanan özel adları ne yapacaksın? “Portmanto sözcük” dedikleri bir kerelik kelimeleri ne yapacaksın? Yabancı kelimeleri nerede “yerlileşmiş” sayacaksın? Kullandığınız sayım yöntemine göre modern Türkçe yazı dili leksikonunda 30 bin kelime de bulabilirsiniz, 130 bin de.
Nişanyan Sözlük bir etimoloji sözlüğü olduğu için, köken açısından ilginç olmayan kurallı türevlere (denetleyici, sözlükçülük) ve basit bileşiklere (alakarga, uçuç böceği) yer vermedi. Veritabanında halen 15,263 maddebaşı sözcük bulunuyor. Madde altında belirtilmiş olanlarla birlikte 31,919 kelime sözlükte yer alıyor. Kuralları biraz gevşeterek bu rakamı da iki katına çıkarmak mümkün.
Genel ilke olarak Türkçe sık kullanılan sözcüklerde Türkçe kökenli sözcük oranı artar (gelmek, göz, bir), marjinal sözcüklerde azalır (taaffün, hidroskopi, suşi). Ancak Sözlüğün ana iskeletini sabit tutup türev ve bileşikleri artırsak dahi oranlarda önemli bir değişikliğe tanık olmayız. Sözlükte yer almayan Türkçe kökenli türevler artar (gözyaşı, göz bebeği, göze gelmek); yabancı kökenli türevler de artar (azoik, zootekni, zoolojik). Sadece Arapça ve Farsça kökenli sözcükler Türkçede türetmeye çok yatkın olmadıkları için, veritabanını iki katına çıkarsak Arapça ve Farsça oranları düşecek, buna karşılık Türkçe kökenlilerle Batı kökenlilerin oranı birkaç puan artacaktır.
Etimolojisi belirtilmiş 15,131 kelime üzerinden köken dökümünü görelim:
Köken
Sözcük
Yüzde
Eski Türkçe
1550
10.24
Diğer Türkçe
1571
10.38
Arapça
4442
29.36
Farsça
1274
8.42
Fransızca-Latince
3777
24.96
İngilizce
1513
10.00
İtalyanca
339
2.24
Yunanca
376
2.48

*
Diğer dillere giren Türkçe kaynaklı alıntılar konusunda elimde ayrıntılı dökümler yok. Bildiğim kadarını özetleyeyim:
1) Batı dillerindeki Türkçe alıntılar Osmanlı dönemine ait bir avuç kültür sözcüğünden ibarettir (köşk, harem, yoğurt, türban vb.). Batı dillerinin hiç birinde herhangi bir çağda Türkçe bir “kültürel norm” veya referans dili olmamıştır. [Buna karşılık Arapça 12.-13. yy’larda kısa bir süre için ticarette ve akademik sahalarda önemli prestij kazanmış ve o dönemde sayıları yüzleri bulan Arapça sözcük Batı dillerine ulaşmıştır.]
2) Standart Arapça yazı dilinde Türkçe alıntılar yok denecek kadar azdır. Olanların genellikle askeri ve idari nitelikte olduğu anlaşılıyor. Mısır, Suriye ve Irak’ın halk ağızlarında çok sayıda Türkçe alıntı bulunması doğaldır. Ancak tanımlanmış bir edebi kanonu bulunmayan lehçelerin sayısal analizine kalkışmak anlamlı bir uğraş değildir. Farklı lehçelerde tesadüf edilmiş tekil sözcükleri altalta dizip toplayarak sonuç çıkarmaya çalışmak ise “akademik sahtekarlık” tanımına girer.
3) Standart Farsça yazı dilindeki Türkçe alıntılar, Türkçedeki Farsça alıntılar kadar olmasa da, epey bir yekün tutar. Doerfer’in dört ciltlik Türkische und Mongolische Elemente im Neupersischen’i bu konuda değerli bir kaynaktır. İrani dillerde özellikle 11. yy’dan eski alıntılar ilginç bir araştırma alanı olduğu halde henüz yeterince analiz edilememiştir.
4) Yunanca, Bulgarca, Sırpça ve Arnavutça gibi uzun zaman Osmanlı siyasi ve kültürel hegemonyası altında yaşamış dillerde çok sayıda Türkçe alıntı bulunması doğaldır. Yunancada halen kullanılan Türkçe sözcükleri gösteren popüler bir sözlükte bin kadar kelime vermişler. Yaşadığım adada huzuri, xatiri, çati, siktirizo, boyacis... her gün duyduğum kelimeler.
5) Ermenicenin durumu ilginç. 19. yy başlarında İstanbul ve İzmir’de konuşulan Ermenicenin yarıya varan bir oranda Türkçe alıntılardan oluştuğu, hatta Türkçenin bir lehçesi denebilecek ölçüde onunla içiçe geçtiği anlaşılıyor. Amerikalı Elias Riggs’in 1847 İzmir basımı A Vocabulary of Words Used in Modern Armenian but not Found in the Ancient Armenian Lexicons adlı sözlüğü bu konuda göz açıcı bir kaynaktır. Ancak 19. yy ikinci yarısında yapılan eğitim reformuyla Ermenice yazı dili Türkçe alıntılardan temizlenmiştir. Bugün gerek Ermenistan gerek diaspora lehçelerinin yazı dilinde Türkçe kökenli kelimeye hemen hiç rastlayamazsınız.

Üslup Bizi Ele Veriyor


“Busayrî’nin Kasîde-i Bürde’sinde “Kus, gözyaşını, haramla dolmuş gözünden / Vazgeçme hiç nedâmet perhizinden” beyti ile tarif edilen hastaneye git, gör. Bak nasıl hekim Busayrî, tıbbî tabirlerden olan kusmak ve perhiz kelimeleriyle sana bir reçete yazarak kendisinin bir hekim olduğunu şiirinde kullandığı bu kelimelerle gösteriyor. Eğer iştihanın açılmasıyla üslûb denilen hakikatın şişesindeki mana suyunun, o şişeye nasıl uygun olduğunu seyretmek istersen, onu içmeye iştahın da varsa, meyhaneye git ve “Ey meyhaneci, edebî, beliğ bir kelâm nedir?” diye sor. Elbette onun sanatı, onu şöyle konuşturacaktır: “Beliğ kelâm, ilim denilen çömleklerde pişirilen ve hikmet denilen büyük küplerde duran, anlayış denilen süzgeç ile süzülen âb-ı hayat gibi bir manayı, zerâfet sahibi söz ustası sâkilerin sunmasıyla fikirlerin içmesi, sonra da içilenlerin ince duygularda dolaşmasıyla hisleri harekete geçirmesidir...”

(Dikkat edilirse meyhaneci tarifi yaparken kendisinin çok iyi bildiği sanat ve işinin kelimelerinden olan, çömlek, pişirmek, büyük küp, süzgeç, süzmek, âb-ı hayat, sâkî, içme, sarhoş olma manasına duyguların kontrolden çıkıp harekete geçmesi gibi kelime ve ifadeleriyle cevap verdi. Çünkü onun hayal hazinesinde bu kelimelerden dokunmuş hazır elbiseler bulunduğu için, içine doğan çıplak manalara bu elbiseleri giydirdi.)

**
“Üslubdan muradım kelâmın kalıbıdır ve suretidir. Başkaları, başka şekilde tarif ediyorlar. Bunun belâğat açısından faydası ise, kıssaların orada burada bulunan perişan parçalarını lehimleyip bitiştirmektir. Tâ ki “Bir şey sabit olursa, kendisine lâzım olan bütün unsurları ile sabit olur” kâidesinin sırrı ile, o kıssanın bir parçasını hareket ettirmekle bütününü ihtizaza getirip titreştirmek mümkün olsun. Güyâ söz sahibi, üslûbun bir köşesini muhataba gösterdikten sonra artık muhatap bu ifade tarzından, kendi kendine, anlatılan bir derece karanlık bile olsa tamamını görebilir.

Bak nerede olursa olsun “mübâreze” kelimesi, pencere gibi harp meydanını, içinde harp yapılır vaziyette sana gösterir. Evet, böyle çok kelimeler vardır. Hayalin sineması denilse, yeridir.