Thursday, October 10, 2013

Arapların Deve Sevgisi


Meraklı bir Bedevi Peygamber'e sordu: 'Develer cennete girer mi?'
**
Bir Bedeviyi evine almak istiyorsan kapıyı iyice aç ki, devesi de girebilsin. Arap Atasözü 
**
Deneyimli bir çöl insanının gözünde hiçbir şey, iyi giden bir dişi deve kadar faydalı ve güzel değildir. Arapça'da devenin renk, şekil ve boyuna göre 300'ün üzerinde ismi bulunmaktadır. Örneğin 'rasa' toynağı kırılmış ya da tırnağına keskin taş saplanmış devedir.





Maymun Deneyi



Nükleer fizik Profesörü Gerald Schroeder yeryüzünde yaşamın tesadüfen yani kendiliğinden ortaya çıktığı iddiasına karşı birçok maymunun bilgisayar klavyesine rastgele vurarak sonunda bir Shakespear sonesini elde etmeleri analojisini (benzetmesini) kullanarak cevap verir. Schroeder, İngiliz Ulusal Sanat Konseyi tarafından gerçekleştirilen bir deneyden bahseder. Söz konusu deneye göre 6 maymunun bulunduğu kafese bir bilgisayar konuluyor. Maymunlar bir ay boyunca bilgisayar klavyesine rasgele vurduktan ve aynı zamanda onu tuvalet olarak kullandıktan sonra araştırmacılar üzeri yazılı 50 kâğıt çıktısı alıyorlar. Yapılan inceleme sonucunda söz konusu kâğıtların hiç birinde tek bir kelimeye dahi raslanmadığı görülüyor. Schroeder, İngilizcedeki en kısa kelimenin bir harf olmasına (bir anlamına gelen ‘a’ ve ben anlamına gelen ‘I’) rağmen tek bir kelime dahi oluşmadığını kaydediyor. Çünkü ‘a’ harfi şayet iki tarafında da boşluk varsa bir kelime olarak kabul edilebilirdi. Klavyede 30 karakter olduğu göz önünde bulundurulduğunda (26 harf ve diğer semboller) tek harflibir kelime elde etme ihtimali 30x30x30 = 27.000’dir. Yani tek harfli bir kelime elde etme ihtimali 27.000’de 1’dir. Schroeder daha sonra olasılıkları Shakespear’ın sonesi analojisine uygular. Bir Shakespeare sonesi elde etme şansı nedir diye sorarark şu şekilde
devam eder:245

Bütün soneler aynı uzunluktadır. Yapı itibariyle on dört mısra olurlar. Açılış mısrasının, “Seni bir yaz gününe benzetebilir miyim?” olduğunu bildiğim soneyi seçtim. Harfleri saydım; bu sonede 488 harf bulunmakta. Klavyedeki tuşlara basarak 488 harfi “Seni bir yaz gününe benzetebilir miyim?” deki gerçek sırada
dizme ihtimali nedir? Elde edeceğiniz sonuç 26’nın kendisiyle 488 defa çarpılması ya da başka bir ifadeyle 26 üzeri 488'dir. Veya başka bir ifadeyle 10 tabanında 10 üzeri 690’dır.






Isaac Newton ve Tanrı İnancı



Bilim tarihinin gelmiş geçmiş en büyük simasının kim olduğu sorulduğunda hiç şüphesiz pek çok insan için bu sorunun cevabı Isaac Newton olacaktır. Newton çok büyük bir bilim adamı olmasının yanında son derece inançlı bir kişiliğe de sahipti. Tanrı’nın eserleri aracılığı ile bilineceğine inanıyor ve evrensel yasaları Tanrı’nın üstün sanatının birer nişânesi olarak inceliyordu. Hıristiyanlığın en temel öğretilerinden biri olan teslis yani

üçleme inancını da açık bir dille reddeden ve bu inancının Hıristiyanlığın özünde bulunmadığını çeşitli deliller ile ifade eden Newton’un Tanrıyı her an her şeye hâkim ve evren üzerinde etkin bir varlık olarak algıladığını görmekteyiz. Newton’a göre Tanrı inancı ve evrenin Tanrı tarafından yaratılmış olduğu o derece aşikâr bir durumdur ki bunun aklı başında insanlar tarafından inkâr edilmesi mümkün olmadığı gibi bu inanç geçerliliğini her dönemde devam ettirecek bir güce ve sayısız delile sahiptir. Bu sebeple özellikle 19. yüzyıldan itibaren çeşitli çevreler tarafından iddia edildiği gibi bilimin dinsel gerçekleri çürüttüğü ya dabilimsel verilerin Tanrı’ya yer vermediği yönündeki asılsız yaklaşımların bilimin dâhisi tarafından geçersiz kılındığını görmekteyiz. Newton’un ateizm ile ilgili sözleri bu konudaki net tavrını açık bir dille ifade etmektedir:

Ateizm insanlık için o kadar anlamsız ve iğrençtir ki hiçbir zaman fazla savunucusu olmamıştır. Bütün kuşların, hayvanların ve insanların sağ ve sol taraflarının aynı olması (bağırsakları hariç) ve sadece iki gözlerinin olması ve yüzlerinin iki tarafında başka göz olmaması, kafalarının iki tarafında sadece iki kulak olması ve burunlarında sadece iki delik olması, göz arasında başka hiçbir deliğin olmaması ve burnun altında bir ağız olması ve iki ön ayak veya iki kanat veya omuzlarında iki el olması ve bir kalçanın biri bir tarafında diğeri diğer tarafında iki ayak olması ve daha fazla olmaması tesadüfen olabilir mi? Hepsinin dış şeklindeki bu düzen bir Sanatçı’nın gaye ve düzenlemesi olmadan nasıl ortaya çıkmış olabilir? Her türlü canlının gözlerinin köküne kadar transparan olması ve gözlerin vücutta, dış tarafında katı transparan deriler olan ve transparan sıvılarla dolu ortada kristal lens olan ve lensin önünde bebeği olan tek yer olması, hem de hepsinin görmeyi olanaklı kılacak düzgün şekle sahip olması, hiçbir Sanatçı’nın onları tamir edememesi neye bağlanacaktır? Kör şans, ışığın var olduğunu ve onun kırılmasını biliyor muydu ve bütün varlıkların gözlerini bunu garip bir biçimde kullanacak şekilde mi düzenledi? Bu ve bunun benzeri düşünceler her zaman insanoğlunu her şeyi yaratan, her şeye gücü yeten ve o yüzden korkulması gereken bir varlığın olduğuna ikna etmiştir ve her zaman ikna edecektir.

Murphy Kanunu*


1. Murphy’nin Kanunu, tüm fiziksel sistemlere ve kozmik tarihin her aşamasına uygulanabilir.
2. Sonsuz derecede kompleks olan bir sistemin düzgün çalışması için sonsuz miktarda bir dehâya ihtiyaç vardır.
3. Evrenimiz temel yapısı ve tasarımı itibarıyla sonsuz derecede komplekstir.
4. Dolayısıyla, akıllı yaşamın gezegenimizde oluşmasından önce milyarlarca yıl boyunca sonsuz sayıda şeyin doğru gitmesi gerekiyordu.
5. Yaşam merkezli evrenimizin sonsuz kompleksliği ve bu şekilde oluşması için gereken muazzam uzun süre düşünüldüğünde, büyük bir düzenleyici gücün bulunmaması durumunda pek çok şeyin yanlış gitmesi gerekirdi.
6. Şayet canlılığın ve akıllı yaşamın ortaya çıkması esnasında bir şeylerin yanlış gitme ihtimali olsaydı, bu olasılık bu güne kadar kesinlikle gerçekleşir ve biz bugün burada olmazdık.
7. Fakat biz buradayız.
8. Dolayısıyla akıllı yaşamın oluşumu ile ilgili evrende bir şeylerin yanlış gitme ihtimalinin olması gerekirdi.
9. Şansa bağlı bir durumun milyarlarca yıl boyunca evrenin üstün düzeydeki düzenini koruması mümkün değildir.
10. Dolayısıyla, büyük bir düzenleyici prensibin kozmik tarih boyunca evrenin oluşumunun her aşamasında hayatı
tehlikeye atacak bir kaosa dönüşmemesini sağlamış olması gerekir.
11. Bu evrensel düzenleyici prensip, tüm pratik amaçlar ve nedenlerle Tanrı olarak adlandırılır.

Michael Corey, God and The New Cosmology: The Anthropic Design Argument

*Murphy Kanunları, ilk olarak 1949 yılında Komutan Ed Murphy tarafından
“Yanlış gitme olasılığı bulunan bir şey yanlış gider” şeklinde emrindeki proje yöneticisi
George Nicholls’un yarattığı bazı durum ve tersliklerden mülhem olarak
vazedilmiştir. Zaman içinde pek çok kişi tarafından benzer terslikler karşısında
“Murphy Kanunu” adı altında listeye eklenmiş kurallar, bu başlık altında anonim
hale gelmiştir.

Kopernik Devrimi ve İnsancı İlke


Kopernik ve Rönesans’tan gelen devrim ve bunun Newton fiziğiyle bütünleşmesinden doğan miras ile insan, evrenin merkezinden uzaklaştırılmıştı. Kopernik’in Kozmolojik İlkesi, bir anlamda Dünya’nın evrende önemli bir yerinin olmadığını söylüyordu. Aynı ilkeye göre homojen ve izotropik bir evrende, her nokta eşit öneme sahipti. İnsancı İlke ise, bizim evreni çok özel bir anda gözlemlediğimizi ve bu anın geçmiş ve gelecekten farklı olduğunu belirtir. Bu ilkeye göre insan, çok özel bir anda ortaya çıkmıştır. Şayet evren daha düzensiz olsaydı dünyamız var olamazdı.

Evrenin insanı içerecek şekilde olması gerektiğini söyleyen herhangi bir düşünce geçmişte yoktur. Zira Antik çağda, evren, yayılmış ruhuyla yaşayan bir canlı gibi düşünülürdü; Ortaçağ’da bu kavram, Tanrı’nın evreni insan ırkı için ve kendi ihtişamı için yarattığı düşüncesiyle yer değiştirdi. Ancak Kopernik devriminin yarattığı etki, Dünyayı ve insanı evrenin merkezinden alıp
Dünyayı Tanrı tarafından yaratılmış, kendi kuralları olan ve artık hiçbir ilâhi müdahaleye uğramayan bir makine gibi görmek şeklinde oldu.

Wednesday, October 9, 2013

A Turkish Dictator?



I have serious reason to believe that the planet from which the little prince came is the asteroid known as B-612.   This asteroid has only once been seen through the telescope. That was by a Turkish astronomer, in 1909.   On making his discovery, the astronomer had presented it to the International Astronomical Congress, in a great demonstration. But he was in Turkish costume, and so nobody would believe what he said.   Grown-ups are like that . . .   Fortunately, however, for the reputation of Asteroid B-612, a Turkish dictator made a law that his subjects, under pain of death, should change to European costume. So in 1920 the astronomer gave his demonstration all over again, dressed with impressive style and elegance. And this time everybody accepted his report.

Tuesday, October 8, 2013

Richard Dawkins ve Bilimsel Cahillik


...Gerek evrenin gerekse yaşamın varoluşundaki hassasiyetlerden hareketle pek çok bilim adamı kendi alanlarında saptadıkları bulgulardaki mükemmeliğe dikkat çekmektedir. Üstelik sadece dikkat çekmekle kalmayıp özellikle son otuz kırk yıl içinde birçok meşhur bilim adamı, hem Tanrı’ya hem de bilime olan inancını açık bir dille ifade etmiştir. Ancak materyalizmin bilimsel olmaktan uzak felsefî etkisinden kurtulamayan bazı bilim adamları, örneğin Oxford Üniversitesi’nden ve Darwin’in takipçilerinden olan zooloji profesörü Richard Dawkins, dînî inancı bir kenara atmakta tereddüt bile etmeyerek evrenin ve yaşamın bilinçli bir şekilde oluşumu konusunda yaratıcı bir Tanrı inancına sahip herkesi “bilimsel cahil” olarak niteler ve dini de “bir virüs” olarak tanımlar. 


Darwin hayranlığı ile yazılmış meşhur kitabı The Blind Watchmaker’ın (Kör Saatçi)birinci bölümünün ilk cümlesinde, Tanrı tarafından yaratılmış olmaktansa kökeni hayvanlara dayalı karmaşık bir varlık olmayı tercih ettiğini şu sözleri ile ifade etmektedir: "Biz hayvanlar, bilebildiğimiz evren içerisindeki en karmaşık şeyleriz."Dawkins’in bu noktadaki en büyük problem gerek evren gerekse yaşamın oluşumuna dair sahip olduğu kişisel inancıyla örtüşen şeyleri bilimsel, çelişen şeyleri ise bilim dışı ilan etmesidir. Açıkçası sahip olduğu tavır bilimsel olmaktan uzak, daha ziyade felsefî ya da ideolojik bir tavırdır. Sanki bilim Tanrı’nın var olmadığını ispatlamış ya da Tanrı’nın varlığına ulaşmanın kaçınılmaz olan tek yolu bilimmiş gibi Tanrı’nın varlığına inananları ‘bilimsel cahil’ olarak tanımlaması da bu noktadaki taraflı tutumunu desteklemektedir. Belki Dawkins iddialarını günümüzden 200 yıl kadar önce yapsaydı bilim hakkındaki yetersizliğimiz nedeniyle pek çok ideolojik ya da felsefî kabul gibi söz konusu iddialar da kendi içinde makul kabul edilebilirdi. Ancak modern bilimin verileri Tanrı’nın yokluğuna değil aksine kuvvetli bir şekilde varlığının zorunluluğuna dair deliller sunmakta ve bilimden hareketle Tanrı’nın var olmadığını dolayısıyla da yeryüzündeki yaşamın tesadüfen ortaya çıktığını ispatlamaya kalkanları gülünç durumlara düşürmektedir.

İnsancı İlke


İnsancı İlke’nin ortaya koyduğu gibi, evren insanlık için âdetâ ısmarlama bir elbise gibi ‘özel dikim’ (tailor-made) şeklinde yaratılmış gibidir. Zira insanlar, sadece bunun gibi bir evrende var olabilirler.
                                                                                                            John Gribbin
**

Fizikçi ve astronomlara göre, evrenin çok kritik sınırlar içinde yaratıldığı görülmektedir. Bu sonuç, İnsancı İlke (Anthropic Principle) olarak isimlendirilmiştir. Bence bu bilim dünyasının sunduğu en teistik sonuçtur.
                                                                                                            Robert Jastrow

**

İnsancı İlke, bilim tarihinde önemli bir dönüm noktasıydı. Öyle ki ilk kez bilimsel bir keşif bizi, Tanrı’nın varlığı fikrinden uzaklaştırmaktan ziyade, ona doğru götürüyordu. Yüzyıllardan beri bilim, evrenin yaratılmış ya da tasarlanmış olduğu önermesini yavaş yavaş ortadan kaldırıyordu. Fakat birden bire, bilim adamları evrenin zekâ ve amaç ürünü olduğu sonucunu verecek bir takım gerçeklerle karşılaştılar. Öyle ki binlerce büyük ve küçük detayda zekâ ve hikmet eseri olarak tasarruf eden bir Tanrı’nın yokluğunda biz de var olamayacaktık.


Modern bilimin inanca karşı kurduğu engeller yıkılmıştır. Burada açıklık getirilmesi gereken bir husus bulunmaktadır. Elbette İnsancı İlke bize Tanrı’nın kişiliği, ahiretin varlığı, kötülük problemi ya da iyi ve kötünün ne olduğu gibi konularda hiçbirşey söylemez. Ancak söz konusu ilke, yalnızca akıldan ve bilimden edinilebilecek güçlü bir gösterge sunar bize: Tanrı var.

20. yüzyılın başlarında Big Bang (Büyük Patlama) teorisi kabul edildi ve bu teori, âlemin bir başlangıcı, yani yaratılış ânı olduğunu gösterdi. Bu, kâinatın sonsuz olduğunu savunan materyalist görüşe önemli bir darbe oldu. 1970’lerde ise fizikçiler, enteresan ve düşündürücü bir hususu fark ettiler. Kâinatın bütün fizikî dengelerinin, meselâ yerçekiminin veya atomu bir arada tutan nükleer kuvvetlerin, yaşanabilir bir âlem oluşması için en ideal değerlerde olduklarını buldular. “Antropik Prensip” (İnsan için hazırlanmış kâinat anlayışı[insanci ilke]) adı verilen bu şaşırtıcı buluş, içinde yaşadığımız kâinatın rastgele ortaya çıkmadığı, insan hayatı için özel olarak yaratıldığı fikrine büyük bir delil oluşturdu. Yıllar geçtikçe bu prensibi destekleyen yeni deliller de ortaya çıkmaya devam ediyor.

                                                                                                             Patrick Glynn

Big Bang ve Tanrı


Evrenin bilimin kanunlarıyla açıklandığının söylenmesi üzerine “Mâdem bilim her şeyi
açıklıyor, Tanrı bunun neresinde?” şeklinde sorularla karşılaşılabilmektedir. Oysa bilim ve nedensellik evrenin yaratılmadığını değil, evrenin işleyiş mekanizmalarını açıklamaktadır. Bu açıklamalar ise Tanrı’nın varlığının karşıtı değildir. Evrenin işleyiş mekanizmaları ne kadar iyi açıklanırsa, evrenin düzeni o kadar iyi anlaşılmakta, bu durum da evrenin kendiliğinden oluşamayacağını yani ancak Tanrı tarafından planlı bir şekilde yaratılmış olabileceğine dair deliller sunmaktadır. Mekanizm ve gâyesellik iç içedir ve mekanizm gâyeselliğin zıttı değil, anlaşılmasının bir aracıdır. Bilimsel bilgilere ulaşma çabası ise Tanrı’dan uzaklaşmanın değil Tanrı’ya yakınlaşmanın aracıdır. Bu noktadaki sorun, evren hakkında bilimsel yaklaşımlarda bulunmakta değil, bilimi tanrılaştırmaya kalkmaktadır. Big Bang, evrenin ve tüm kanunların bir başlangıcının olduğunu, evrenin ilahi bir kontrol altında işletilip muhafaza edildiğini, bütün bunların da kudretli, bilinçli, her şeyden haberdâr bir Yaratıcı tarafından tasarlandığını ortaya koymaktadır.
                                                                                                                                                                                    Caner Taslaman

How Did the Universe Begin to Exist?: The Kalam Cosmological Argument


Why are we here?
That's perhaps the most profound question that's ever been asked. Some philosophers have answered the question by saying that we are here because there exists a “First Cause” that brought the universe into being. This First Cause is what the Old Testament refers to as "God," who we are told in the first sentence of Genesis "created the heaven and the earth."
But, not everyone is satisfied with this response. Other answers have followed, from the counterintuitive “we don’t exist” to “the universe has always existed.” Since the Old Testament posits an absolute beginning, scholars from the world’s three major monotheistic religions, Judaism, Christianity, and Islam, have offered a family of arguments for proof that the universe began to exist. This collection of causal arguments is called the Cosmological Argument.
The Cosmological Argument posits a first cause of the universe. A proponent of the Cosmological Argument believes that the universe began to exist at a point in the finite past. A current and prominent Cosmological Argument that has been used by Islam, Judaism, and Christianity is the Kalam Cosmological Argument. The remainder of this essay will review the argument, discuss its two premises and respond to critics of the argument.
A leading proponent of the Kalam Cosmological Argument is philosopher William Lane Craig. In his book, Reasonable Faith, Craig states the Kalam Argument this way:
  • P1 Everything that begins to exist has a cause.
  • P2 The Universe began to exist.
  • Therefore, the Universe has a cause.
Note that the Kalam Argument doesn't say that “everything has a cause.” If the universe is going to begin to exist in the finite past, there would have to be some “uncaused cause” that brought it into being. Otherwise, you end up with an infinite regress of causes. Let’s consider each of the premises:
First, Premise #1—Everything that begins to exist has a cause.
If any premise is self-evident, it’s this one. All our experiences tell us that things don’t just wink into existence, uncaused, from nothing. Apparently, for the sake of argument, some try to argue against this premise by saying that such an event might be possible. But, on what basis can such a claim be made? Where is the evidence for what could only be termed a “miracle”? It’s not an exaggeration to say that all the evidence comes down on the side of the first premise. Craig says that premise #1 is not so much a scientific truth as it is a metaphysical one: physical entities have causes.

William Lane Craig Employs Kalam Argument in Debate on God's Existence.


Second, Premise #2—The Universe Began to Exist
This premise is more controversial because it had been believed for millennia that the universe might be eternal in the past. Some Greeks, for example, believed that God was eternal and that the universe simply flowed from that Eternal Being. However, this claim was also challenged by Jews, Christians, and Muslims, claiming that the universe had a beginning in the finite past. Today, there’s evidence to support premise #2.
First, absurdities result when you try to arrive at infinity by using successive addition. No matter how high you count, you can always add one more second, minute, day, or year. And, if you can’t count up to infinity from this point, it doesn’t seem possible how you could count up to it from the infinite past. Finally, we just don’t see anything infinite in our universe. This has led some to claim that the infinite has no real world expression, except that of an idea.
Second, there is scientific evidence that the universe came into being in the finite past. Craig appeals to the standard Big Bang Model which posits a universe of finite age. Second, the Second Law of Thermodynamics, says that the universe is moving to a state of equilibrium. But, if the universe has existed from eternity, then why are we not now in a state of maximum equilibrium?
If it's true that everything that begins to exist has a cause and that the universe began to exist, then it follows that the universe has a cause.
Finally, to say that “the universe began to exist” is not the same thing as saying “God created it.” However, once the finite status of the universe is established, we have to ask ourselves the question we began with, "how did the universe get here?" If the Kalam argument is true, then saying “the universe has always been here” is not an option. The universe began to exist.



Kelam Kozmolojik Delili


Teolog ve felsefeci William Lane Craig, bilimdeki bu verilerin kelâmcıların hudûs delilini desteklediğini The Kalâm Cosmological Argument (Kelâm Kozmolojik Kanıtı) adlı eserinde detaylı bir şekilde anlatmaktadır. Bu delile göre:

• Her başlangıcı olanın kendi dışında bir sebebe ihtiyacı vardır.
• Evrenin bir başlangıcı vardır.
• Demek ki evrenin varlığının da bir sebebi vardır.




Kopernik'ten Einstein'e Bilimsel Gelişme



Kilise’nin evren hakkındaki kabullerine dayalı gücünün zayıflaması ve siyasî otoritelerin Kilise’ye karşı kazandığı başarılar sonucunda fizik ile beraber pek çok doğa biliminde artık yeni yaklaşımlar getirilmeye başlanmıştı. Ünlü fizik, astronomi ve matematik bilimcileri, Nicolaus Kopernik (1473-1543), Galileo Galilei (1564-1642) ve Johannes Kepler (1571-1630) süreciyle artık Kilise’nin Aristoteles’ten miras aldığı Dünya merkezli evren fikri yerine Güneş’in merkezde olduğu ve Dünya’nın Güneş etrafında döndüğü bir evren anlayışı gündeme gelmişti. Kopernik’e göre Dünya yerine Güneş’in merkez olduğu ve Dünya’nın Güneş etrafında döndüğü aksiyomlarının kabul edilmesi evrendeki gök cisimlerinin hareketlerinin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktı. Güneşi her şeyin merkezine koyarak, bu anlayışın gözlenen evrenle daha uyumlu olduğunu ortaya koyan Kopernik’in bu inancının ardında genellikle sanılanın aksine dine karşı değil tam anlamıyla dinî ve felsefî nedenler yatıyordu. Çok iyi bir matematikçi ve yeryüzündeki fizik yasalarını gökyüzündeki cisimlere uygulayan ilk kişi olan Kepler ise Kopernik sistemindeki eksiklikleri gidererek, Güneş merkezli evren sisteminin doğruluğunu onaylıyordu.

Kepler aşırı dindar bir bilim adamıydı. Matematiği Evren’e başarıyla uygulayan ilk bilim adamlarındandı ve bu uygulamanın arkasında Tanrı’nın Evren’i matematiksel bir planda yarattığı ve insanların bu planı anlayabileceği düşüncesi vardı. Bilimsel yazıları mistik ve dinî argümanlarla doluydu.

Bilimin Kepler ile zirveye doğru tırmanışı, hareket yasalarını keşfeden ve teleskopu kullanarak ilk ciddi yıldız gözlemini gerçekleştiren Galile ile devam etti. Galile’ye göre matematik, doğanın gerçek yüreğini açan ve bize doğanın kitabını okuma yeteneği veren bir bilimdi ve matematiğin başarılı bir biçimde fiziksel bilime uygulanması doğal olarak dünyanın anlaşılır ya da akla uygun olduğunu ifade etmekteydi. Galile’nin gözünde Tanrı, doğanın kitabını bir bakıma matematiksel simgelerle yazmıştı. Yani matematik, Tanrı’nın evreni yazdığı dildi.

Galile de Kopernik ve Kepler gibi doğa yasalarını Tanrı’nın bir sanatı olarak görüyordu. Kopernik, Kepler ve Galile’nin gözlemlerinin gelişimi bilim tarihinin gelmiş geçmiş en önemli düşünürü Newton’un çekim yasası ile zirveye oturmuştu. 


Ardından Einstein, Newton’dan miras aldığı birikim sayesinde maddeyi, uzayı ve zamanı birbirine bağlayan formülleri ortaya koydu. Einstein’ın izâfiyet teorisi, zamanın mutlak olmadığını, zamanın, hıza ve çekim gücüne bağlı olarak değiştiğini göstererek, büyük bir zihinsel devrime sebep oldu. 

Modern Bilim: Tanrı Var (2)



  • Tanrı eserleri aracılığıyla bilinir. [Isaac Newton]

  • Matematik Tanrı'nın evreni yazdığı dildir. [Galileo Galilei]

  • Kuantum teorisi ve kozmoloji, yirminci yüzyılın düşüncesinin en önemli başarılarıdır.                               [John Polkinghorne]

  • Günümüzde ilkokul çağındaki bir çocuk için bile sıradan sayılabilecek bazı bilimsel bilgiler, düşünce tarihi boyunca insanlığın en karmaşık problemlerini oluşturmuştur. [Emre Dorman]

  • Biri diğerini tamamladığı için din ve bilim arasında gerçek bir karşıtlık olması mümkün değildir. [Max Planck]

  • Bilim ancak bilim adamı Tanrı’nın varlığını tamamen kabul eden bir dünya görüşü benimsediğinde ilerleyebilir. [Paul Davies]

  • Her ne kadar, kozmologlar hesaplarını dev teleskoplardan ve modern uzay araçlarından elde ettikleri bilgilerden yararlanarak büyük bilgisayarlarla yapsalar da, kozmolojinin temeli hâlâ matematiktir. Bu da, tüm kozmolojik fikirlerin kalem ve kâğıt kullanılarak yazılıhale getirilen denklemlerle ifade edilebileceği anlamına gelir.

  • Tanrı üst düzey bir matemetikçidir ve evreni yaratırken ileri düzeyde matematik kullanmıştır. [Paul A. M. Dirac]