Monday, July 17, 2017

Hintli Kadınlar


“Güneşin, suyun ve tüm yaşam kaynaklarının anası olan Mitra, doğumundan itibaren hep tanrıçaydı. Ancak, Babil’den ya da Pers ülkesinden Hindistan’a gelince, tanrıçalıktan tanrılığa dönüşmek zorunda kaldı.

Mitra Hindistan’a geleli kaç yıl oldu ve orada kadınlar hâlâ pek hoş karşılanmıyorlar. Erkeklere göre daha az sayıda kadın var. Bazı bölgelerde on erkeğe karşılık sekiz kadın var. Dünyaya yaptıkları yolculuğu tamamlayamadan annelerinin karnında ya da doğum esnasında boğularak ölenlerin sayısı çok fazla.

Bu durumu düzeltmekten ziyade bazı uyarılarda bulunmakla yetiniliyor, zira Hint geleneğinin kutsal kitaplarından birinin ikazına göre bu kadınlardan bazıları çok tehlikeli olabilirmiş:
Şehvetli bir kadın zehirdir, yılandır, ölümdür ve aynı anda bunların hepsidir.

Güzel gelenekler kaybolmaya yüz tutmuş olsalar da, gayet iffetli kadınlara da rastlanmıyor değil. Gelenekler dul kadının da, kocasının ölü bedeninin yakıldığı ateşe kendisini atmasını emrediyor. Bunu yerine getirenlerin sayısı günümüzde çok az, ama bunu uygulayan birileri hâlâ var.

Asırlarca ya da binlerce yıl boyunca bunu yapan çok sayıda kadın oldu. Ama bütün Hindistan tarihi boyunca, ölen karısının bedeninin yakıldığı ateşe kendini atan bir tek erkeğe bile rastlanmadı.”

Thursday, July 13, 2017

Renk cümbüşüne doğru yolculuk



Âdem ve Havva zenci miydi?

İnsanın, dünyanın dört bir yanına doğru çıktığı yolculuk Afrika’dan başladı. Büyükbabalarımız gezegenin fethini oradan başlattılar. Farklı yollar beraberinde farklı kaderleri getirdi ve güneş de renk ayrımı işini üstlendi.

Bugün, dünyanın gökkuşağını oluşturan kadınlar ve erkekler olarak bizlerin gerçek gökkuşağından fazla rengimiz var; ancak hepimiz Afrika kökenli göçmenleriz. Bembeyaz kişiler bile Afrika’dan geliyorlar.


Belki de ortak kökenimizi hatırlamayı reddediyoruz, çünkü ırkçılık hafıza kaybına neden oluyor ya da o çok eski zamanlarda dünyanın tümünün bizim krallığımız olduğuna, üzerinde sınırlar olmayan uçsuz bucaksız bir harita olduğuna ve bize şart koşulan yegâne pasaportun ayaklarımız olduğuna inanmak bize zor geliyor.

A Man Called Ove



“Ove just wants to die in peace. Is that really too much to ask? Ove doesn’t think so. Fair enough, he should have arranged it six months ago, straight after her funeral. But you couldn’t bloody carry on like that, he decided at the time. He had his job to take care of. How would it look if people stopped coming to work all over the place because they’d killed themselves? Ove’s wife died on a Friday, was buried on Sunday, and then Ove went to work on ­Monday. ”

** 

“You! You want to buy a French car. Don’t worry so much about others, you have enough problems of your own.”

**

“Of course, he was supposed to have died today. He had been planning to calmly and peacefully shoot himself in the head just after breakfast. He’d tidied the kitchen and let the cat out and made himself comfortable in his favorite armchair. ” 

Thursday, July 6, 2017

Kitap Klişeleri

 
- Her kitabı yazarın başyapıtı olarak sunmak. Arka kapak yazısında kitabı tanıtırken “başyapıt” olarak yazmak en yaygın kullanımlardan. Oysa her yazarın bir başyapıtı olur.  

- Arka kapak yazısında "Yazar bu romanında Kafkaesk bir dünya sunuyor" ya da "Dostoyevksi'ye selam duruyor" gibi benzetmeler yapmak.

- Biraz gizemli ya da anlaşılmaz bulunan her yazarı çevrildiği ülkenin Kafkası ilan etmek “Kore’nin Kafka’sı”, “Polonya’nın Kafka’sı” gibi. Bizim de bir Kafka’mız var.

- Özellikle bestseller çevirilerinde kitabın kapağında “New York Times Bestseller” ibaresini kullanmak. Sanıyorum New York Times Bestseller listesinin okuru etkilediği düşünülüyor. Kitap New York Times’ın hangi bestseller listesine girmiş, listede kaçıncı sırada, kaç hafta kalmış tabii bunlar belirtilmiyor. Nedense şimdiye dek kapağında “Hürriyet Kitap Sanat Bestseller” ya da “D&R listelerinde” yazanına rastlamadım.

- Yine bestseller’lerde yaygın, kitabın kapağına övgü dolu cümlecikler konuyor. Bu övgüler de kimin yazdığını belirterek değil de “Stern”, “Time” gibi alındığı dergi ya da gazete belirtilerek yazılıyor. Tahmin edeceğiniz gibi kapağına Ömer Türkeş gibi değerli eleştirmenlerin cümlelerini alan yok ama Orhan Pamuk’tan destek cümlesi alana rastlanıyor.      

- “1 Haftada 9 Baskı”, “İlk Baskı 100 bin adet” gibi ibareler Dünya’da sadece Türkiye’de var sanırım. Kitabın kapağına ilk baskıda kaç adet basıldığı yazılıyor. “Kitap çok satacak” denilmek isteniyor. Ama “1 Haftada 9 Baskı” diye yazmanın handikapı da var. Zira kitabın çok sattığı bildirilmiş oluyor ama aynı zamanda yayınevinin doğru karar alamadığı, kitabı ilk baskıda, hatta izleyen baskılarda da yeterince basmadığını da bildiriyor.

- Kitabının kapağına "... kitabının yazarından" diye yazmak, yani o kitabı beğendiyseniz bunu da okuyun deniyor.

- Nobel almış bir yazarın kitabının kapağına, sanki yazar o kitapla ödüle layık görülmüşçesine yanıltıcı bir ibare koymak, "Nobel 1967" gibi. Oysa Nobel yazara veriliyor, bir eserine değil.

- “Yazar çağına tanıklık ediyor” ya da yeni bir yazar ve ilk kitapsa "Falanca yazar bu ilk kitabıyla edebiyat dünyasına güçlü bir giriş yapıyor" diye abartmalar yapmak. İlk fırsatta yazara usta yaftasını yapıştırmak. Kırk küsur yaşındaki yazarlardan "genç kuşağın güçlü kalemi" gibi ifadelerle bahsetmek çok yaygın.     

- Kitabın yazarın ilk kitabı olduğunu belirtmemek. Sanırım bu ilk kitapların acemice yazılmış, yetersiz eserler sayılıp satın alınmayacağı düşüncesiyle yapılıyor.

- Kitabın önceki baskılarını belirtmemek, ilk kez basılıyormuş gibi sunmak. Bu da “kitabı ilk biz bastık” demek, yeni bir eser izlenimi yaratmak için olabilir.

- Kiril ya da Arap alfabesi gibi Latin alfabesi dışında yazılan yazar adlarını İngilizce dil kurallarına göre yazmak. (Çaykovski – Tchaikovsky gibi). Bunun da nedeni İngilizce’nin aşırı etkisinde olmamız. Sırf kapakta değil kitap metinlerinde de isimler, yer adları Türkçe’nin kurallarına göre değil, İngilizce gramere göre yazılıyor.

- Kitapların kapağında ya da içinde yer alan kısa biyografilerde yazarın doğum tarihini belirtmemek. Olgunluk çağındaki kadın yazarlar doğum tarihini belirtmiyordu, şimdi erkek yazarlar da belirtmemeye başladı. İş daha ileriye götürülüp, herhalde oradan hesaplanmasın diye mezuniyet tarihleri de belirtilmemeye başlandı. “Okur genç yazar sever,” düşüncesi bunun nedeni. Oysa okur, bir yazar doğum tarihini bildirmiyorsa artık genç değildir, olgunluk çağına ermiştir bilgisine sahip. Bilemediği yazarın 50 yaşında mı yoksa 80’inde mi olduğu.  

- Hiçbir bilgi vermeyen, çok kısa biyografiler yayımlamak. “Yazar Ankara’da yaşıyor” gibi. Yazar es kaza bir mütevazı ödül kazanmışsa onu çok önemli bir şeymiş gibi yazarın özgeçmişinde abartarak sunmak. Yazarın kitapları az konuşulan bir - iki dile çevrilmişse onu biyografisinde sayıyla “bir düzine” gibi sözlerle abartmak.

- Yazarın gençlik fotoğrafını kullanma ısrarı. Bunun nedeni yaşlandığını düşünen yazarın gençlik haliyle görünmek istemesidir. Son zamanlarda “güzel ya da yakışıklı yazarın kitabı daha çok satar” düşüncesi ile kitap için özel fotoğraf çekimleri yapıldığına ve fotoğrafların bolca fotoshoplanarak yani rötüşlanarak yayımlandığına da sıkça rastlıyoruz. Estetik ameliyat olan, botoks yaptıran yazarlarımızın olduğu da söyleniyor.  

- Çevirmenin adını kapakta, hatta kitabın giriş sayfasında belirtmemek. Dostoyevski’nin bir Türk yazarı olduğunu mu sanmamız isteniyor acaba?

- Kitabın orijinal dilinden mi, ikinci bir dilden mi çevrildiğini belirtmemek. Kitabın orijinal adını, hangi baskıdan çevrildiğini künye sayfasına yazmamak.

- Derleme eseri özgün esermiş gibi sunmak, kapakta kitabın derlemecisini yazar gibi sunmak. Bunun nedeni derleme kitapların satmayacağı düşüncesi olabileceği gibi, derlemecinin ünlü bir yazar olması durumunda okuru o ünlü yazarın yeni kitabı çıkmış gibi aldatmak gibi bir küçük hesap da olabilir. Bir ihtimal de derlemecinin özgün eser sahibi gibi görünmek istemesi olabilir. 

- Öykü, novella gibi türlerde yazılmış kitapları roman gibi sunmak. Romanın en çok satan tür olduğu bilinciyle okuru yanıltmaya yönelik bir küçük hesap daha. En son uzun bir şiirden oluşan kitabın kapağına “roman” diye yazıldığını gördüm. Yayımladığı kitabın öykülerden oluştuğu anlaşılmasın diye herhalde “içindekiler”i koymayanlara da çok rastlanıyor.  

- Kitabın tasarımını, kapak düzenini kimin yaptığını belirtmemek. Fotoğraflarda, fotoğrafçının adını belirtmemek. Fotoğraf ve resimlerde kaynak belirtmemek. Kapakta kullanılan resim ya da fotoğrafın sahibini belirtmemek. Bunların çoğunun ciddiyetsizlikten yapıldığını düşünsek bile en ciddi yayınevleri bile aynı şeyi yaptığına göre telif hakkı ödememek için yapıldığını da düşünebiliriz.

- Dipnot koymamak ya da kitabı aşırı dipnot’a boğmak. Hemen her şeyi dipnotla izah etmek.
 “* Paris, Fransa’nın başkenti” gibi.

- Dizin koymamak. Özellikle anı, mektup gibi türlerdeki kitaplarda en azından isim dizini yapılması araştırmacılar için olduğu kadar okur için de bir kolaylıktır. Bu da zaman ve para kaybı olur diye yapılmayan işlerden.

- Antoloji ve derlemelerde kaynak göstermemek, alıntılanan eserin ya da parçanın ilk nerede yayımlandığını belirtmemek.

- Kitaba hiçbir editoryal müdahalede bulunmamak, düzelti yapmamak, yazardan ya da çevirmenden geldiği gibi basmak.

Metin Celal
http://okudugumkitaplar.blogspot.jp/2017/07/kitap-kliseleri.html

Wednesday, July 5, 2017

Liberya Tarihi 101



“1821 ’de American Colonization Society bir parça Afrika toprağı satın aldı.

Washington’da yeni ülkeyi vaftiz edip adını Liberya olarak koydular. Ülkenin başkentinin ismi de, o dönemde Birleşik Devletler başkanı olan James Monroe’ya atfen Monrovia kondu. Kendilerininkinin aynısı olan ama üzerinde sadece bir yıldız bulunan ülke bayrağı da Washington’da tasarlandı ve yetkililerce onaylandı. Ülke anayasası Harvard’da hazırlandı.


Bu yeni doğmuş ülkenin vatandaşları Birleşik Devletler’in güneyindeki tarım arazilerinden serbest bırakılmış, daha güzel bir deyimle kovulmuş kölelerdi.


Eskiden kölelik yapmış olanlar Afrika topraklarına ayak basar basmaz efendilere dönüştüler. Selvanın vahşi zencileri olan oranın yerlileri bu yeni gelenlere saygı göstermek zorundaydılar; en son gelenler sıranın en önüne geçmişlerdi.


Topçu bataryalarının desteğinde en verimli topraklara el koydular ve en önemlisi de oy kullanma hakkını kendi tekellerine aldılar.


Daha sonra, geçen yıllarla birlikte, ülkenin kauçuğunu Firestone ve Goodrich adlı şirketlere, petrol, demir ve elmaslarınıysa diğer Kuzey Amerikalı şirketlere verdiler.


Ülke nüfusunun yüzde beşini oluşturan onların mirasçıları Afrika'daki bu yabancı askeri üssü yönetmeye devam ediyorlar. Arada sırada yoksul halk kitleleri bir kargaşa çıkarınca, düzeni sağlamaları için hemen deniz piyadeleri çağırılıyor.”

Monday, June 26, 2017

Gömülü Şamdan


“Hadi sor çocuğum! İstediğin kadar cesurca sor, ben yanıt vereceğim. Bir insan için bilmemek sormaktan daha kötüdür. Çok soran insan çok şeyi anlayabilir ancak. Yalnızca çok şeyi anlayan biri adil bir insan olabilir.”

**
“Çocuk hâlâ susuyordu. Haham Eliezer, Temiz ve Berrak, çocuğun donuk suskunluğunda bir isyan sezdi. Bu yüzden çocuğa doğru eğilip sordu: “Beni anladın mı?”

Çocuğun ensesi hâlâ kaskatıydı. “Hayır,” dedi inatla. “Anlamıyorum. Çünkü madem… madem bu şamdan bizim için böylesine değerli ve kutsal… elimizden alınmasına neden göz yumuyoruz?”
Yaşlı adam iç geçirdi. “Bu soruyu sormakta haklısın, çocuğum. Elimizden alınmasına neden göz yumuyoruz? Neden savunmaya geçmiyoruz? Ancak bu dünyada adaletin haklıdan değil, güçlüden yana olduğunu daha sonra anlayacaksın. Yeryüzünde şiddet, iradesini zorla kabul ettirir ve dindarlığın dünyevi gücü yoktur. Tanrı bize hakkımızı yumruklarımızla almayı değil, adaletsizliğe katlanmayı öğretti yalnızca.”

Tuesday, June 20, 2017

İnsanlığın Tek Yönlü İlerlemediğine Örnek: Japonya


Japonya hakkında Batı’ya uzun süre hâkim olmuş fikirlere bakabiliriz. Japonya üzerine II. Dünya Savaşı’na dek yazılmış neredeyse tüm eserlerde, Japonya’nın bütün bir XIX. yüzyıl boyunca, Ortaçağ Avrupası’ndakine benzer bir feodal rejimde yaşadığını; ancak XIX. yüzyılın ikinci yarısında, yani iki üç asırlık bir gecikmeyle, kapitalist çağa girdiğini ve sanayileşmeye kapılarını açtığını okuruz. Bütün bunların yanlış olduğunu biliyoruz artık. Zira her şeyden önce, askeri bir anlayışa sahip, dinamizm ve pragmatizmle dolu olan, Japon “feodalizmi” denen şeyin Avrupa feodalizmiyle ancak yüzeysel benzerlikleri vardır. Aslında son derece özgün bir toplumsal örgütlenme biçimini temsil eder. Ayrıca daha da önemli başka sebepler var: Daha XVI. yüzyılda Japonya sanayisi olan bir ulustu ve on binlerce zırh, kılıç, bir süre sonra da top ve tüfek üretip Çin’e ihraç etmişti. Aynı çağda, Japonya’da Avrupa’nın herhangi bir ülkesinden çok daha fazla insan yaşıyor, daha çok üniversite bulunuyordu, okuma yazma oranı da daha yüksekti; sonuç olarak, Batı’ya hiçbir şey borçlu olmayan bir ticaret ve finans kapitalizmi, Meiji restorasyonundan önce gelişme halindeydi.

Demek ki iki toplumun aynı gelişim çizgisinde art arda yer alması şöyle dursun, aslında bu iki toplum paralel yollar izlemiş, ama bunu tarihin her ânında muhakkak çakışacak şekilde yapmamışlardır; sanki ellerinde aynı oyun kâğıtları varmış da bunları farklı sırayla oynamaya karar vermiş gibidirler. Yapılabilecek başka pekçok karşılaştırma gibi Avrupa ile Japonya karşılaştırması da tek yönlü ilerleme fikrine meydan okur.

İnsanlığın İlerlemesi Üzerine



“İnsanlığın ilerlemesi, bir kişinin merdivenleri yavaş yavaş çıkması gibi bir şey değildir. Daha ziyade kumarbazın talihinin, gözü önünde, masanın üstünde yuvarlanan o üst üste attığı zarlara bağlı olması gibi bir durumu düşündürür. Bir zarla kazandığını öbür zarda kaybetme tehlikesi hep vardır; ancak şansı yaver giderse, tarih birikimsel olur, yani kazançlar birikerek yararlı bir bileşim oluşturur.”

Sunday, June 18, 2017

War Machine



General McMahon: You do whatever you can to stimulate the local economy.

Soldier: Heroin is the only thing bringign money in. Not that i like to think where the money is going to, exactly, but the money keeps the people happy, so we're rolling with that.


General McMahon: Can’t they grow something else?

Soldier: Mmm-hmm. Yeah, they could grow cotton. Cotton would grow here.


General McMahon: Why don’t they grow cotton, then?

Soldier: Because the United States Congress will not allow any United States aid and development funds to be directed towards the cultivation of a crop that will end up on the world market in competition with US farmers.


General McMahon: Oh.

Soldier: Which pretty much rules out cotton.


General McMahon: Sure.

Soldier: So we are growing heroin instead.


General McMahon: Right.

Friday, June 16, 2017

İlkel Toplumlar 2


“Bugün biliyoruz ki “ilkel” diye nitelenen, tarımı ve hayvancılığı bilmeyen ya da yalnızca ilkel bir tarımla uğraşan, kimi zaman çömlekçilik ve dokumadan da bihaber olan, esasen avcılık ve balıkçılıkla uğraşan, doğadaki şeyleri toplayarak geçinen halklar, ne açlıktan ölme korkusuna ne de düşman bir ortamda yaşamlarını sürdüremeyecekleri endişesine kapılır.

Nüfuslarının az olması, doğal kaynaklar konusundaki olağanüstü bilgileri, bizim “bolluk” demeye dilimizin pek varmayacağı bir ortamda yaşamalarını mümkün kılar. Bununla beraber –Avustralya, Güney Amerika, Melanezya ve Afrika’da yürütülen titiz çalışmaların gösterdiği üzere– aktif aile üyelerinin iki ila dört saatlik günlük çalışması, besin üretimine katılmayan çocuklar ve yaşlılar da dahil bütün ailenin geçimini sağlamaya yetiyor da artıyor bile. Çağdaşlarımızın fabrikalarda ya da bürolarda geçirdiği sürelerle arada ne büyük bir fark var, değil mi!”


**

“XIX. yüzyılda temas kurduğumuzda karşımıza çıktıkları hal için “geri kalmış” ya da “azgelişmiş” dediğimiz toplumlar düşünüldüğünde, bariz bir olguyu gözardı ediyoruz: Bu toplumlar, bizim dolaylı ya da doğrudan yollardan sebep olduğumuz sarsıntı ve çalkantılardan sağ çıkabilmiş, kolu kanadı kırık kalıntılardan başka bir şey değildir. Zira Batı dünyasının gelişmesine imkân veren şey, XVI-XIX. yüzyıllar arasında egzotik diyarların ve buralarda yaşayan halkların sömürülmesi olmuştur. Azgelişmiş denen toplumlar ile sanayi uygarlığı arasındaki yabancılık ilişkisi öncelikle şu noktaya dayanır: Sanayi uygarlığı, söz konusu toplumlarda kendi eserini görür... – ama bir türlü kabul edemediği olumsuz bir kılıkta.”

**
“Sanayi sosyolojisi uzmanları, işlerin parsellenmesini ve basitleşmesini, çalışma inisiyatifinin yitimini, üreticinin ürettiği şeyden uzaklaşmasını dayatan nesnel üretim ile, çalışana kendi kişiliğini ve yaratma arzusunu ifade etme imkânı veren öznel üretim arasındaki çelişkiyi ortaya seriyorlar. Tek bir örnek verecek olursam; bir Melanezyalı toplumsal kurallar yüzünden kızkardeşinin ev işleriyle ilgilenmeye mecbur olduğunda ya da bahçesinde yetiştirdiği tatlı patateslerin boyu uğruna tarım tanrılarıyla iyi geçindiğini kanıtlamaya çalıştığında, teknik, kültürel, toplumsal, dinsel kaygıların hepsiyle birden hareket ediyordur.

İktisatçı –olur a– unuttuğunda antropoloğun hatırlattığı şudur: İnsan sürekli daha fazla üretmeye teşvik edilemez. Çalışırken, aynı zamanda doğasının derinlerine kök salmış birtakım arzuları tatmin etmeye de uğraşır: Birey olarak kendini gerçekleştirmeye, nesnelere damgasını vurmaya, çalışmaları aracılığıyla öznelliğine bir nesnellik kazandırmaya gayret eder.


İlkel denen toplumlar işte bu bakımlardan bize örnek olabilirler. Bu toplumlar, üretilen zenginlikleri ahlaki ve toplumsal değerlere dönüştürmeyi amaçlayan ilkeleri temel alırlar: Bir işte şahsen başarı elde etmek, akrabalara ve komşulara saygı göstermek, ahlaki ve toplumsal açıdan itibar kazanmak, insan ile doğa ve doğaüstü dünya arasında uyum kurmak. Antropolojik araştırmalar, insan doğasının bu farklı unsurları arasında uyum kurulması gerekliliğini daha iyi anlamamıza yardımcı olur. Ayrıca sanayi uygarlığının bu uyumu yok etmeye yöneldiği her yerde, antropoloji bizleri uyarabilir ve uyumu tekrar kazanmak için izlenecek yolları gösterebilir.”


**
“Bu toplumların gelişmeye ve sanayileşmeye gösterdiği direncin sebeplerini açıklamak için, içlerinden bir kısmının rekabetten uzak olduğuna gönderme yapılmıştır. Gelgelelim şunu unutmamalıyız ki bu toplumlarda eleştirdiğimiz pasiflik ve kayıtsızlık, en baştan beri mevcut olan bir durum değil, temasın akabinde ortaya çıkan travmanın sonucudur. Ayrıca bize bir kusur ve noksan gibi gelen birtakım şeyler, insanlar ile dünya arasındaki bağlara dair özgün bir tasavvurun ürünü olabilir pekâlâ. Bir örnekle açıklayayım: Yeni Gine’nin iç kısımlarında yaşayan halklar misyonerlerin futbol oynadığını görüp, bu oyunu büyük bir hevesle benimsemişlerdi. Ama iki takımdan birinin galibiyeti yerine iki takımın da galibiyet ve mağlubiyet sayısı eşit oluncaya kadar maç yapmaya devam ediyorlardı. Oyun bizdeki gibi, bir taraf galip gelince değil, iki tarafın da mağlup olmadığı kesinleşince sona eriyordu.”

Antropolojinin Yararları


Hümanist düşünce, üç yüzyıl boyunca, Batı insanının düşüncesini ve eylemlerini besleyecek ve esinleyecekti. Bugün şunu görüyoruz ki bu düşünce, dünya savaşları gibi küresel katliamları, meskûn dünyanın büyük kısmında devamlı hüküm süren sefaleti ve açlığı, hava ve su kirliliğini, doğal kaynak ve güzelliklerin talan edilmesini vb. önlemeye muktedir olamayacaktı.
**
... antropolojinin yararlarından biri –belki de asıl yararı– bizlere, yani zengin ve güçlü uygarlıkların mensuplarına, belli bir mütevazılık esinlemesi ve bilgelik öğretmesidir.

Antropologlar, yaşam biçimlerimizin, inandığımız değerlerin, mümkün olan yegâne yaşam biçimleri ve değerler olmadığını; başka yaşam tarzlarının, başka değer sistemlerinin de insan topluluklarının mutluluğa ulaşmasına imkân vermiş olduğunu ve hâlâ da vermeye devam ettiğini kanıtlamaya çalışırlar. Dolayısıyla antropoloji, böbürlenmelerimize gem vurmaya, başka yaşam tarzlarına saygı duymaya, bizi şaşırtan, şoke eden ya da tiksindiren başka usulleri öğrenmek suretiyle kendimizi sorgulamaya çağırır bizleri...


**
“İlkel diye adlandırılan toplumlar ile bizim yaşadığımız toplumlar arasında yukarıda yapmış olduğum kaba karşılaştırma, bizim toplumlarımızın kullandığı şekliyle Tarih’in nesnel gerçeklerden ziyade önyargıları ve arzuları ifade ettiğini anlamaya yöneltmiştir bizi. Bu durumda da antropoloji eleştirel düşünce konusunda bize bir ders verir. Hem kendi toplumlarımızın hem de farklı toplumların geçmişinin bir tek anlamı olmadığını daha iyi idrak etmemizi sağlar. Geçmişe dair mutlak bir yorum yoktur, tamamen göreli olan farklı farklı yorumlar vardır.”