Tuesday, September 24, 2013

Hz. Hûd Kavmi


Hz. Hud'un (aleyhisselâm) kavmiyle (Âd) ilgili ifadelerden –Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın ifadeleri içine girilebildiği ölçüde– taşları yontma, onlara şekil verme ve dağlara-taşlara ölümsüzlük duygusunu işlemenin mağrur, mütekebbir bir toplumun en bariz hususiyetleri olduğu hissediliyor. Evet, ortaya koydukları eserler, söz ve düşünceleriyle yan yana getirildiğinde görülür ki, bunların sanat ve mimari adına ortaya koydukları şeyler, birer sanat eseri olmaktan daha çok bir başkaldırma ve çalım âbidesi.. 

İnsanlığın Yeryüzünde Ortaya Çıkışı


Her ne kadar modern tarih, yazıyı belli bir devre ile irtibatlandırsa da, bunu olduğu gibi kabul etme mecburiyetinde değiliz. Zaten insanlığın menşeinin mağara devri gibi muhayyel bir vahşete bağlanması kat'iyen mâkul değildir.

Biz, bu çizgideki tekâmülü temelden reddediyor, mağara devrini, taş devrini, tunç devrini kayd-ı ihtiyatla karşılıyoruz. İhtimal bütün bunlar, dinsiz tekâmülcülerin, dinli ve dinsiz milletlerin tarihine sokuşturdukları eraciften gayr-i makul şeyler ve ilmî bir mesnetleri de söz konusu değil.. zaten böyle bir şeyin aslının olmadığı da bugün bir kısım Batılı münekkitler tarafından ifade edilmekte. Evet, insanlığın yeryüzündeki neş'eti, peygamberlerle başladığı için, beşer tarihinin temelinde vahşet değil, o günün şartlarına göre bir medeniyet söz konusudur.

Kur'ân'ın İkna Ediciliği ve Felsefe


Kur'ân, kesinlikle felsefecilerin ve mantıkçıların kullandıkları cerbeze ve diyalektiklere girmemekte; getirdiği deliller ile en âmi bir insandan en muannit akılcıya kadar herkesi ikna edecek keyfiyettedir. Bu âyetleri, üzerlerinde uzun uzadıya düşünmeden, sadece hızlı bir okumakla bile bir insan, kolayca muhtevaya intikal edebilmekte ve yeryüzündeki dirilmeler ile öldükten sonraki dirilme arasında irtibatlar kurabilmektedir.  Oysa felsefe, en açık meseleleri dahi arz ederken, insanın ruhunu sıkar. Her şeyi âdeta karanlıklaştırır. Akıl ve zihinleri alt üst ederek fikir karmaşasına ve düşünce kargaşasına sebebiyet verir. Onun üslûbunda ruh ve canlılık yoktur. Derin mânâ ve mahiyetten uzak ve beşerin pratik hayatından, mâşerî vicdanın hüsnükabulünden de kopuktur. Hayattan kopuk olduğu için de, hayata girmeye yeltenince fıtrat-ı selimede tepkiler meydana getirir.

Saturday, September 21, 2013

Yer Çekimi Kuvveti


Beyin



“Aşağı yukarı 1300 gram olan beyinde, on milyar civarinda sinir hücresi vardir ve bu hücrelerin her biri, bir katrilyon bağlantiyi meydana getirmek için yeteri kadar fiber gönderir. Bu ise bir milyon mil karelik alani kaplayan, keşif bir ormandaki yaprakların sayısına eşittir.”

 Michael Denton, Evolution: A Theory in Crisis, 330

Evrendeki Muhteşem Denge




“Görünüste birbirleriyle irtibatsiz ve rastgele olan bütün fizik sabitlerinin garip bir ortak özelliği var.Bu sabitler evrende hayatin olusabilmesi için tam da olmaları gereken değerdeler.”

Patrick Glynn

Hayatın Kökeni ve Amacı


“Israrla her şeyde bir kasıt aramaya meyilli olan insanın, amaçsız bir evren tarafından rastgele yaratılmış olması kulağa fazlaca garip gelmiyor mu?”

 Sir John Templeton



Eğer Tanri yaratıklari için bu kadar hassas, dikkatli, sevgi dolu ve hayret verici bir ortam inşa etmişse, o zaman O’nun insanların bu evreni keşfetmesini, araştırmasını, takdir etmesini, ondan ilham almasını ve nihayetinde –en önemli iş olarak- kendisini evren yoluyla bulmasını istemesi gayet doğaldır.

Lee Strobel



Francis Crick'e Göre Hayatın Kökeni




"DNA’nın moleküler yapısını keşfeden nobel ödüllü biyokimyager Francis Crick (ki kendini manevi anlamda şüpheci olarak tanımlıyor) dünyayı yaptığı açıklamasıyla şaşırtmıştı: “Halen mevcut tüm bilgiyle donanmış dürüst bir adamın varması zorunlu sonuç şudur: ‘Şu an için hayatın kökeni, bir mucizeymiş gibi gözükmektedir. Onun devamı için çok fazla şartın karşılanması gerekmektedir

Francis Crick, life itself, new york: simon and schuster, 1981, 88

Peygamberimizin Ruhani Hayatı ve Mucizeleri


  • Birgün Hz. Peygamber, Hz. Bilal'e "Nasıl bir iyilik yaptın ki, cennette dolaşırken senin ayak seslerini duydum?"diye sormuştu. Hz Bilal "Ya Resulallah! Sürekli abdestli geziyorum. Her abdest aldığımda da namaz kılıyorum." cevabını vermişti. 
  • "[Benden]kişinin derecesini yükselten şeyler soruldu. Ben de: "Yemek yedirmek, edebiyle konuşmak, herkes uyurken ibadet etmek"dedim."
  • Peygamberlerin duyuları diğer insanların duyularında olmayan birtakım özelliklere sahiptir. Bunu tam olarak anlamak için örneğin doğuştan âmâ biriyle görme yetisi çok güçlü ve sağlıklı bir genci karşılaştırmak yeterlidir.
  • "SİZİN BENDEN SONRA PUTPERESTLİĞE DÖNMENİZDEN KORKMUYORUM. ENDİŞE ETTİĞİM ŞEY, DÜNYA PİSLİĞİNE BULAŞARAK  BİRBİRİNİZE HASET ETMENİZDİR."
  • "O BEYAZ İNSANIN YÜZÜ SUYU HÜRMETİNE BULUTLARDAN SU İNER".(EBU TALİB)



"Sizden bir rüya gören yok mu?"


Semüre İbnu Cündeb (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) sık sık: "Sizden bir rüya gören yok mu?" diye sorardı. Görenler de, O'na Allah'ın dilediği kadar anlatırlardı. Bir sabah bize yine sordu:

" Sizden bir rüya gören yok mu ?"

Kendisine:

"- Bizden kimse bir Şey görmedi!" dediler. Bunun üzerine:

" Ama ben gördüm" dedi ve anlattı: "Bu gece bana iki kişi geldi.

Beni alıp haydi yürü! dediler. Yürüdüm. Yatan bir adamın yanına geldik. Yanıda biri, elinde bir kaya olduğu halde başucunda duruyordu. Bazan bu kayayı başına indirip onunla başını yarıyordu, taş da sağa sola yuvarlanıp gidiyordu. Adam taşı takip ediyor ve tekrar alıyordu. Ama, başı eskisi gibi iyileşinceye kadar vurmuyordu. İyileştikten sonra tekrar indiriyor, önceki yaptıklarını aynen yeniliyordu. Beni getirenlere:

- Sübhânallah ! nedir bu ? dedim. Dinlemeyip:

- Yürü! Yürü!

dediler. Yürüdük, sırtüstü uzanmış birinin yanına geldik. Bunun da yanında, elinde demir kancalar bulunan biri duruyordu. Adamın bir yüzüne gelip, çengeli takıp yüzünün yarısını ensesine kadar soyuyordu. Burnu, gözü enseye kadar soyuluyordu. Sonra öbür tarafına geçip, aynı şekilde diğer yüzünün derisini de ensesine kadar soyuyordu. Bu da, yüz derileri iyileşip eskisi gibi sıhhate kavuşuncaya kadar bekliyor, sonra tekrar önce yaptıklarını yapmaya başlıyordu. Ben burada da:

- Sübhanallah, nedir bu? dedim. Cevap vermeyip:

- Yürü ! Yürü !

dediler. Beraberce yürüdük. Fırın gibi bir yere geldik. İçinden birtakım gürültüler, sesler geliyordu. Gördük ki, içinde bir kısım çıplak kadınlar ve erkekler var. Aşağı taraflarından bir alev yükselip onları yalıyordu. Bu alev onlara ulaşınca çığlık koparıyorlardı. Ben yine dayanamayıp:

- Bunlar kimdir?

diye sordum. Bana cevap vermeyip:

- Yürü ! Yürü !

dediler. Beraberce yürüdük. Kan gibi kırmızı bir nehir kenarına geldik. Nehirde yüzen bir adam vardı. Nehir kenarında da yanında bir çok taş bulunan bir adam duruyordu. Adam bir müddet yüzüp kıyıya doğru yanaşınca yanında taşlar bulunan kıyıdaki adam geliyor, öbürü ağzını açıyor bu da ona bir taş atıp kovalıyordu. Adam bir müddet yüzdükten sonra geri dönüp adama doğru yine yaklaşıyordu. Her dönüşünde ağzını açıyor, kıyıdaki de ona bir taş atıyordu. Ben yine dayanamayıp:

- Bu nedir?

diye sordum. Cevap vermeyip yine:

- Yürü ! Yürü !

dediler. Beraberce yürüdük. Çok çirkin görünüşlü bir adamın yanına geldik. Böylesi çirkin kimseyi görmemişsindir. Bunun yanında bir ateş vardı. Adam ateşi tutuşturup etrafında dönüyordu. Ben yine:

- Bu nedir?

diye sordum. Cevap vermeyip:

- Yürü ! Yürü !

dediler. Beraberce yürüdük. İri iri ağaçları olan bir bahçeye geldik. İçerisinde her çeşit bahar çiçekleri vardı. Bu bahçenin içinde çok uzun boylu bir adam vardı. Semaya yükselen başını neredeyse göremiyordum. Etrafında çok sayıda çocuklar vardı. Ben yine:

- Bunlar kimdir?

dedim. Cevap vermeyip:
- Yürü ! Yürü !

dediler. Beraberce yürüdük. Ulu bir ağacın yanına geldik. Ne bundan daha büyük, ne de daha güzel bir ağàç hiç görmedim. Arkadaşlarım:

- Ağaca çık !

dediler. Beraberce çıkmaya başladık. Altun ve gümüş tuğlalarla yapılmış bir şehre doğru yükselmeye başladık. Derken şehrin kapısına geldik. Kapıyı çalıp açmalarını istedik. Açtılar ve beraberce girdik. Bizi bir kısım insanlar karşıladı. Bunlar yaratılışça bir yarısı çok güzel, diğer yarısı da çok çirkin kimselerdir. Sanki böylesine güzellik, böylesine çirkinlik görmemişsindir. Arkadaşlarım onlara:

- Gidin şu nehire banın!

dediler. Meğerse orada açıkta bir nehir varmış. Suyu sanki sâfi süttü, bembeyaz. . . Gidip içine banıp çıktılar. Çirkinlikleri tamamen gitmiş olark geri geldiler. İki tarafları da en güzel şekli almıştı.
Beni dolaştıran arkadaşlarım açıkladılar:

- Bu gördüğün, Adn cennetidir. Şu da metin makamındır. Gözümü çevirip baktım. Bu bir saraydı, tıpkı beyaz bir bulut gibi.

- Beni gezdirin, içine bir gireyim! dedim.

- Şimdilik hayır! Amma mutlaka gireceksin, dediler. Ben:

- Geceden beri acaip şeyler gördüm, neydi bunlar? diye sordum.

- Sana anlatacağız, dediler ve anlattılar:

- Taşla başı yarılan, o ilk gördüğün adam, Kur'ân'ı atıp reddeden, farz namazlarda uyuyup kılmayan kimsedir. Ensesine kadar yüzünün derileri, burnu, gözü soyulan adam, evinden çıkıp yalanlar uydurup, etrafa yalan saran kimsedir. Fırın gibi bir binanın içinde gördüğün kadınlı erkekli çıplak kimseler, zina yapan erkek ve kadınlardır. Kan nehrinde yüzüp ağzına taş atılan adam fâiz yiyen adamdır. Ateşin yanında durup onu yakan ve etrafında dönen pis manzaralı adam, cehennemin, ateşin bekçisidir. Bahçede gördüğün uzun boylu adam İbrahim (aleyhissalâtu vesselâm)'di. Onun etrafındaki çocuklar ise, fıtrat üzere (bûluğa ermeden) ölen çocuklardır. "

Cemaatten biri hemen atılarak:

"- Ey Allah'ın Resülü! Müşrik çocukları da mı`?" diye sordu.

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm):

" Evet, dedi, müşrik çocukları da." ve anlatmaya devam etti:

" Yarısı güzel yarısı çirkin yaratılışlı olan adamlara gelince, bunlar iyi amellerle kötü amelleri birbirine karıştırıp her ikisini de yapan kimselerdir. Allah onları affetmiştir."

Friday, September 20, 2013

Rüya



  • Rüya alemi herkese açıktır. Bu hususta beyaz, siyah, mü'min, kâfir, iyi, kötü insanlar arasında bir fark yoksa da asıl hakikat sağlam gözlerin eşyayı daha güzel görmesi gibi, ancak fiziksel be ruhsal basiretleri berrak ve sağlam olanlar tarafından görülür. 
  • [Efendimiz (sas)], "Peygamberlik sona ermiştir. Devam edecek olan birşey vardır. O da mübeşşirattır."demişti. Bunun üzerine Hz. Peygamber'e "Mübeşşirat nedir?" diye sorulmuş, o da "Nübüvvetin kısımlarından olan sadık rüyalardır."buyurmuştu.
  • "Mü'minin halis bir rüyası nübüvvetin kırk altı kısmından bir kısımdır."
  • "İçinizde en sadık rüyayı gören, en doğru söz söyleyendir."



Unutulan 'İkinci' Dil


Resmi dilin Türkçe olduğu konusunda ortada bir tartışma bile bulunmazken, Kürtçenin onun yanında en yaygın ikinci anadil olmasını masaya yatırıp, kırk katır mı kırk satır mı muamelesinden geçirenler, her zaman içinde yüzdüğümüz, o derin kavram karışıklığı ve zihin bulanıklığından nasip alanlardır dersem, kanıtım, bir başka hazin dil tartışması olacaktır: Osmanlıca.

Bu dili, bugün, bir avuç insanın dışında, ne bilen var ne de hatırlayabilen. Haydi, 15'inci, 16'ncı yüzyılın Osmanlıcasını, sarayda, resmi muamelatta kullanılan, birbirinden onca farklı çeşidini okuyup yazmayı, işin uzmanlarına bırakalım, hatta el yazısını bilmek de, o kadar aranan bir husus olmasın, ama 19. yüzyıl ve sonrasında yayınlanan kitap ve dergileri okuyamayan bir aydınlar kitlesine ne diyelim?

Bir ulus devlet, bir üniter devlet kurarken, Batı'da da yaşanmış örneklerin mevcudiyetini göz önüne alarak, ilk Cumhuriyet yıllarındaki bilinçli, katı ve keskin kopukluğa gönül indirelim ama demokratikleşmenin dalgalar halinde geliştiği şu dönemde, okullara Osmanlıcayı koymak niye kimsenin aklına gelmiyor?
Öteden beri yazdığım yazılarda orta eğitimin ileriki yıllarında, iki önemli dersin seçmeli olarak konulması gerektiğini belirttim: Divan edebiyatı ve Osmanlıca. Eğitimin düğümü daima kolaydan zora gidilirse açıldığından, önce 19. yüzyıl matbu harflerini, yazısını öğretelim, kısa bir sürede öğrenilip başarılabilecek bu ilk aşamadan sonra, dileyen diğer çeşitlere yönelsin. Bunu da herkese zorunlu tutmayalım.

Bu işin niye gündeme gelmediğini herkes biliyor: Osmanlıcanın okutulması, öğretilmesi bir "gericilik" olarak görülüyor. İler tutar yanı olmayan bu düşüncenin kökleri hem radikal, zorlayıcı modernleşme anlayışında yatıyordu hem de eski yazıyla dinsellik iç içe geçiriliyordu. Eski yazı dinden bağımsız bir biçimde ele alınıp bir kültürel sorunsal olarak değerlendirilmiyordu. Daha saçma bir düşünce olmaz...
Bir kere eğer bir kültürel bağlamdan söz ediyorsak, o zaten geçmişle ilgili bir şeydir ve eğer "geri" dediğimiz şey "geçmiş" se, ikisini kültürel alanda birbirinden koparmak söz konusu değil. İkincisi, niye, devlet, mesela din alanını kendisi tanzim etmek istediği için Diyanet İşleri Başkanlığı'nı kurmayı bildi de, geçmiş kültürün kendince yeniden düzenlenmesi için bu yazıyı, dili, ne derseniz deyin, kendisi öğretmeyip, o çok yakındığı Kuran kursları alanına tevdi etti? Daha dünya kadar gerekçe gösterilip bu düşünce çatır çatır çökertilir ki, zaten yapılmıştır.

O zaman sorun gelip Türkiye'deki muhafazakârlık algısına dayanıyor.
1970'lerdeki MC dönemi felaketini şimdi kimse hatırlamıyor ama, o döneme damgasını vuran şey, Türk-İslam Sentezi diye bir atılımın başlatılmasıydı. O çerçevede, bütün tarih, coğrafya, edebiyat kitapları yeniden yalan yanlış bir biçimde yazıldı ama onu gerçekleştirmekten korkmayan MC hükümeti, şu adımı atıp, okullara eski yazıyı koyamadı.

Koymadı, çünkü Türkiye'nin ne muhafazakârları var/dı ne de Türkiye muhafazakâr olabilen bir ülke/ydi. Öte yandan Türkiye'nin ilericilik anlayışı da yanlıştı. Bir taraf muhafazakârlığı sadece geçmişin, çoğu zaman da içi boş bir biçimde, yüceltilmesi olarak görür ve onu dinle özdeşleştirirken, modernler de aynı hataya düşüp, gericilik diye nitelendirdikleri muhafazakârlığı gene din olgusunun içinden okuyordu. Böylece iki taraf da özünde manasız olan bir noktada buluşup bu önemli adımı atmamakta direniyordu. Daha beterini de şuraya yazayım: eski yazıya karşı çıkanlar, bunun bir "ilerici" hareket olduğunu göremiyordu. Oysa, öyle, eski kültürün yeniden üretimi modern ve ilerici bir hamledir.

Bugünkü iktidar muhafazakâr olduğunu programına yazdı. Ama kendisini şimdi ilerici olarak tanımlıyor ve doğrudur, demokratikleşme konusunda, diğer siyasetlerin önüne geçmeyi bilmiştir. Gelin görün ki, "ilericiliğini" Kürt açılımına taşımaya bile gayret eden bu iktidar Osmanlıcanın okullarda seçmeli ders olarak koyulmasını aklına bile getirmiyor. Oysa muhafazakârlar muhafazakâr, ilericiler ilerici olduğu için bu adımı atmalıdır.

İktidar partisi şimdi gerçekleştirsin bu hamleyi, sonra kendini dilediği gibi tanımlasın. Haklı olacaktır!

Hasan Bülent Kahraman
Sabah-03.01.2011

Karşıt Mânâlı Bazı Kelimelerde Sayı Bakımından Benzerliğin Olması


Kur'ân'da zikredilen karşıt mânâlı bazı kelimeler arasında sayı bakımından bir benzerlik söz konusudur. Dünya ve âhiret kelimeleri 115, Şeyâtin ve Melâike 88, mevt ile hayat 145, yaz mânâsına gelen "es-Sayf" ile kış mânâsına gelen "eş-Şitâ" kelimeleri 5, seyyiât ve sâlihât lâfızları 167, "el-küfrü" ve "el-imân" kelimeleri 17 defa Kur'ân'da zikredilmiştir. "Küfran" ve "imanen" şeklinde nekre kullanımları ise sekizer kere geçmektedir. Şeytan'ın bir diğer ismi olan İblis lâfzı 11 yerde geçmekte iken, ondan korunmanın en etkin yolu olan istiâze (sığınma) yine bu rakama tevafuk etmiştir. Ayrıca ay mânâsına gelen "eş-Şehr" kelimesinin bir senedeki ay miktarınca (12), gün anlamındaki "el-Yevm" lâfzının bir senedeki toplam gün sayısınca (365), günler mânâsına gelen "el-Eyyâm" kelimesinin de bir aydaki toplam gün sayısınca (30) Kur'ân'da zikredilmesi son derece ilgi çekicidir.
Ayrıca otuz kelimeden oluşan Kadir Sûresi'nin 27. kelimesinin Kadir Gecesi'ne işaret eden "ىه" olması da son derece önemlidir.Osman Bodur

Monday, September 16, 2013

Beyaz Perdenin Din Algısı


  • Sinema devrimci değildir. Toplumu yavaş yavaş ve hissettirmeden değiştirir.
  • 1957 yılında James Vicary adlı bir sinema işletmecisi, filmlerin arasına saniyenin üç binde biri gibi kısa bir süreyle görüntüler yerleştirebilen takistostop cihazı ile, sinemasındaki filmlere saliselik görüntüler halinde "Coca Cola iç.", "Patlamış mısır ye." yerleştirdiğini ve bu sayede Coca Cola satışlarında % 18.1, patlamış mısır satışlarında da % 57.7 artış sağladığını iddia etmiştir.
  • Seyyid Hüseyin Nasr'a göre; Pearl Harbor Baskını'ndan sonra Japonlar aleyhine pekçok film yapılmasına rağmen Şintoizm'i hedef alan hiçbir film yapılmamıştır. Buna rağmen özellikle 11 Eylül'den sonra bu terör eylemini gerçekleştirenler değil, tüm Müslümanlar suçlu ilan edilmiş ve Müslümanlık kötü gösterilmiştir.
  • Sinema, insan üzerindeki psikolojik ve sosyolojik gücü sayesinde çok büyük bir eğitim değerine sahiptir. Peygamber Efendimiz'in "Beyanda sihir vardır." hadisini, "Sinemada sihir vardır." şeklinde düşünebiliriz. Sinema filmleri büyülü atmosferler kurarak, insanları, -özellikle gençleri ve çocukları- etkisi altına alırlar.

Önyargılar ve Yaftalar

Kolayına kaçıp birbirinden farklı insanları aynı kefeye koyuyoruz, gene kolaylık olsun diye onlara cinayetler, toplu eylemler, ortak görüşler yüklüyoruz - "Sırplar katliam yaptı...", "İngilizler yağmaladı...", "Yahudiler el koydu...", "Siyahlar ateşe verdi...", "Araplar reddediyor..." Filan ya da falan halk hakkında "çalışkan", "becerikli" ya da "tembel", " kuşku verici", "sinsi", "kibirli" ya da "inatçı" diyerek duygusuzca yargılarda bulunuyoruz ve bu da kimi zaman kanla sona eriyor. Bütün çağdaşlarımızdan ifade alışkanlıklarını bugünden yarına değiştirmelerini beklemenin gerçekçi olmayacağını biliyorum. Ama her birimizin, sözlerinin masum olmadığının, tarih boyunca kötü ve ölümcül olduğu ortaya çıkan önyargıların sürdürülmesinde payı olduğunun bilincine varması bana önemli görünüyor.

Kimlikler ve Aidiyetler


Kimlik öyle bir çırpıda verilmez, yaşam boyunca oluşur ve değişir. Pek çok kitapta bunlar söylenmiş ve uzun uzun açıklanmıştır ama bir kez daha altını çizmenin zararı yok: doğarken içimizde var olan kimlik öğelerimiz pek fazla değil - bazı fiziksel özellikler, cinsiyet, renk... Hatta orada bile her şey doğuştan gelmiyor. Cinsiyetimizi belirleyen elbette sosyal çevremiz değil ama bu aidiyetin yönünü belirleyen gene de o; Kabil'de kız doğmakla Oslo'da kız doğmak aynı anlamı taşımıyor, kadınlık aynı biçimde yaşanmıyor, ne de kimliğin başka hiçbir öğesi... Renk konusunda da benzer bir gözlemde bulunabiliriz. New York'ta, Lagos'ta, Pretoria'da ya da Luanda'da siyah olarak doğmak aynı anlamı taşımaz, kimlik açısından neredeyse aynı rengin söz konusu olmadığı bile söylenebilir. Nijerya'da doğan bir çocuk için kimliğinin en belirleyici öğesi beyaz değil de siyah olmak değildir, ama sözgelimi Haoussa değil Yoruba olmaktır. Güney Afrika'da siyah ya da beyaz olmak belirleyici bir kimlik öğesi olmayı sürdürmektedir; ama en azından etnik aidiyet -Zulu, Xhosa, v.b.de bir anlam taşır. Birleşik Devletler de Yoruba köklerle Haoussa köklerden gelmek arasında hiç- bir fark yoktur; etnik köken daha çok Beyazlar -İtalyanlar, İngilizler, İrlandalılar ve diğerleri- […]

Gene de, göçmenlerle ilişkilerin farklı bir yaklaşımla ele alınması halinde bu tür sorunların daha kolay çözüleceğine inanıyorum... Dilinizin küçümsendiğini, dininizle alay edildiğini, kültürünüzün aşağılandığını hissederseniz, farklılığınızın işaretlerini abartılı bir gösterişle sergileyerek tepki verirsiniz; tersine, size saygı du yulduğunu hissettiğinizde, yaşamayı seçtiğiniz ülkede bir yeriniz olduğunu hissettiğinizde daha farklı davranırsınız. Kararlı olarak ötekine gitmek için başınız dik ve kollarınız açık olmalıdır, ancak başınız dikse kollarınız açık olabilir.

Nurlu Hayatlar


  • Mustafa, ilkokuldan sonra Kastamonu'daki Gölköy Köy Enstitü'süne kayıt yaptırır. Mustafa Sungur enstitüde çalışkan bir talebedir. 1942 yılında 250 kitap okur.

  • "Eskişehir'de Yıldız Oteli'nde idik. 1951 Eylül'ünde beş tane jet uçtu. 'İnşallah bunlar bir gün böyle âlem-i İlam'a hizmet edecekler.' dedi. Sonra da 'Sungur' dedi 'Askeriye'de bir ruh var, o ruh benimle dosttur, bilmiyorum, o ya bir ferddir, ya bir cemaattir. Ya sağdır veya ölüdür, ya velidir veya kutubdur. Bilmiyorum; fakat bir ruh var ki o ruh benimle dosttur.' Üstad bir de, 1957'de Cahit Erdoğan'a söylemiş, Kıbrıs konusunda 'İnşallah bir zaman tamamen bizim olacak' demiş."[Mustafa Sungur]

  • Üstad Adnan Menderes'e çok dostluk gösterdi. Fakat Bayar için Türkiye'nin yüzkarası diyordu. [Mustafa Sungur]
  • Fevzi Çakmak öleli 4-5 ay olmuştu. Üstad, 'Ben' dedi, 'Fevzi Çakmak'a Allah rahmet eylesin diyemedim. Ölümü ile bazı gençlerin intibahına vesile olduğu halde ben ona hâlâ Allah rahmet eylesin diyemedim. Mamafih.. Sizin hatırınız için şimdi diyeceğim.' dedi. 'Aa, aa, aa' dıye demeye çalıştı. 'Diyemiyorum' dedi. 'Niçin? Bu icraatlerin içinde hissesi var.[Mustafa Sungur]
  • 'Menderes senin başına büyük bir felaket geliyor.' 27 Mayıs'ı işaret ediyor...'Bu felaketten iki büyük sadaka ile kurtulabilirsin. Birinci sadaka Anadolu'nun en büyük sadakası Risale-i Nur'dur. Risale-i Nurları neşredin. Cenab-ı Hak o sadaka hürmetine sizi o büyük felaketten kurtaracaktır. Eğer yapmazsanız eskilerin hataları da sizin sırtınızza yüklenerek büyük bir musibet size gelecek.' Çünkü hadis-i şerif var 'sadaka belayı def eder ömrü uzatır diye.'[Said Özdemir, Üstadın Menderes'e mektubu] 
  • 'Kardeşim' dedi, 'Menderes bizi anlamadı. Bizim ona olan himmetimizi, duamızı bilmedi. Benim gözümde elmastan cam parçasına düşmüştür. Ben yakında gideceğim -vefatından 2-3 ay evvel, 1960 yılının ocak, şubat ayları. Vefatını da haber veriyor-onlar da böyle olacak, (ellerini iç içe geçirerek tersyüz yapıyor) yani ters yüz olacak.[Said Özdemir]
  • Eskiden beri müderris vardı köyümüzde. Ben ders almadım müderrisden; ama onu görüp tanıdım. İşte, o zaman bu Osmanlı nasıl etmişse her üç beş köy arası mesafedeki köylerde bir müderris oturtmuş. Bizim köyde de, bizim köyden 2-3 saat mesafedeki (yaya olarak) bir köyde vardı müderris...Benim anladığım Osmanlı'nın 600 sene imparatorluğu sürdürmesi bunlara bağlı yani. Bu müderrislerden herkes ders okuyamıyor, hususi insanlar okuyor; ama diğer avama da, onları günahtan koruyacak yollar gösteriliyor, eğitimler veriliyordu. İşte böyle onlar bu milleti kaynaştırmışlar yani. Biz onlara yetişemedik. [Mehmet Kırkıncı]





“Kem âlât ile kemâlat olmaz”


Adalet mekanizmasının işleyişi için söylenen ve Victor Hugo’ya atfedilen erdemli bir söz vardır: “Yargılamanın adil olması yetmez, adil görünmelidir de…”

Hem de bizzat mahkumun nazarında adil görünmelidir adalet. Siyaset için de, uluslararası ilişkiler için de, çocuk pedagojisi için de geçerli bir kuraldır bu: Haklı olman yetmez, senin haklılığından sureta zarar gören taraflar da dahil olmak üzere herkesin nezdinde haklı görünmeyi başarabilmelisin.
Haklı görünmenin temel koşulu, amaçlar kadar araçların da meşru olmasıdır. Eskilerin “Kem âlât ile kemâlat olmaz” dedikleri mesele…

Kerim Balcı-Zaman-13 Ey 13

Ölümcül Kimlikler



Bütün bir insanlık özel durumlardan başka bir şey değil, yaşam farklılıklara gebe, "yeniden üretim" varsa da asla aynı olmuyor. İstisnasız her insan karma bir kimlikle donanmış; unutulmuş çatlakları, hiç akla gelmeyen dallanmaları ortaya çıkarmak ve kendisinin karmaşık, biricik olduğunu, yerinin başkası tarafından doldurulamayacağını keşfetmesi için kendi kendine birkaç soru sorması yeter. İşte herkesin kimliğini belirten tam da bu: karmaşık, biricik, yeri doldurulamaz, başka hiç kimseyle karıştırılamaz. Bu noktada ısrar etmemin nedeni, kimliğini belirtmek için sadece "Arabım", "Fransızım", "Siyahım", "Sırpım", "Müslümanım", "Yahudiyim" denmesi gerektiği şeklindeki hâlâ son derece yaygın ve benim gözümde son derece sakıncalı düşünme alışkanlığı; çeşitli aidiyetlerini benim yaptığım gibi sıralayan biri, derhal kimliğini bütün renklerin silineceği bulanık bir çorba içinde "eritmek" istemekle suçlanır. Oysa benim söylemeye çalıştığım bunun tam tersi. Bütün insanların eşit olduğu değil ama her birinin farklı olduğu. Kuşkusuz bir Sırp bir Hırvat'tan farklıdır, ama her Sırp da bütün öteki Sırplardan farklıdır ve her Hırvat da bütün öteki Hırvatlardan farklıdır.

Gene Lübnanlı bir Hıristiyan Lübnanlı bir Müslümandan farklıysa, ben birbirinin aynısı iki Lübnanlı Hıristiyan tanımıyorum, ne de iki Müslüman, ayrıca dünyada birbirinin eşi iki Fransız, iki Afrikalı, iki Arap ya da iki Yahudi de yok. İnsanlar birbirinin yerini tutamaz ve aynı Ruandalı ya da İrlandalı ya da Lübnanlı ya da Cezayirli ya da Bosnalı aile içinde, aynı çevrede yetişen iki kardeş arasında, görünüşte çok küçük ama onları politika, din ya da günlük yaşam konusunda birbirlerinin kutbuna itecek, birini bir katil, diğeriniyse bir diyalog ve uzlaşma insanı yapacak farklılıklara sık rastlanır.

Sunday, September 8, 2013

Doğu-Batı


George Bernard Shaw and Islam



"If any religion had the chance of ruling over England, nay Europe within the next hundred years, it could be Islam."

"I have always held the religion of Muhammad in high estimation because of its wonderful vitality. It is the only religion which appears to me to possess that assimilating capacity to the changing phase of existence which can make itself appeal to every age. I have studied him - the wonderful man and in my opinion far from being an anti-Christ, he must be called the Savior of Humanity."

"I believe that if a man like him were to assume the dictatorship of the modern world he would succeed in solving its problems in a way that would bring it the much needed peace and happiness: I have prophesied about the faith of Muhammad that it would be acceptable to the Europe of tomorrow as it is beginning to be acceptable to the Europe of today."



Sir George Bernard Shaw in 'The Genuine Islam,' Vol. 1, No. 8, 1936.

Friday, September 6, 2013

The Legacy of European Occupation


The European powers colonized one Islamic country after
another. France occupied Algeria in 1830, and Britain Aden
nine years later. Tunisia was occupied in 1881, Egypt in 1882,
the Sudan in 1889 and Libya and Morocco in 1912. In 1915 the
Sykes-Picot agreement divided the territories of the moribund
Ottoman Empire (which had sided with Germany during the
First World War) between Britain and France in anticipation of
victory. After the war, Britain and France duly set up protectorates
and mandates in Syria, Lebanon, Palestine, Iraq and
Transjordan. This was experienced as an outrage, since the
European powers had promised the Arab provinces of the
Ottoman Empire independence. In the Ottoman heartlands,
Mustafa Kemal, known as Atatürk (1881-1938), was able to
keep the Europeans at bay and set up the independent state of
Turkey. Muslims in the Balkans, Russia and Central Asia became
subject to the new Soviet Union. Even after some of these
countries had been allowed to become independent, the West
often continued to control the economy, the oil or such resources
as the Suez Canal. European occupation often left a
legacy of bitter conflict. When the British withdrew from India
in 1947, the Indian subcontinent was partitioned between
Hindu India and Muslim Pakistan, which are to this day in a
state of deadly hostility, with nuclear weapons aimed at each
other's capitals. In 1948 the Arabs of Palestine lost their homeland
to the Zionists, who set up the Jewish secular state of Israel
there, with the support of the United Nations and the
international community. The loss of Palestine became a potent
symbol of the humiliation of the Muslim world at the
hands of the Western powers, who seemed to feel no qualms
about the dispossession and permanent exile of hundreds of
thousands of Palestinians.

Tuesday, September 3, 2013

Fundamentalism


The Western media often give the impression that the embattled
and occasionally violent form of religiosity known as
"fundamentalism" is a purely Islamic phenomenon. This is
not the case. Fundamentalism is a global fact and has surfaced
in every major faith in response to the problems of our
modernity. There is fundamentalist Judaism, fundamentalist
Christianity, fundamentalist Hinduism, fundamentalist Buddhism,
fundamentalist Sikhism and even fundamentalist
Confucianism. This type of faith surfaced first in the Christian
world in the United States at the beginning of the twentieth
century. This was not accidental. Fundamentalism is not
a monolithic movement; each form of fundamentalism, even
within the same tradition, develops independently and has its
own symbols and enthusiasms, but its different manifestations
all bear a family resemblance. It has been noted that a fundamentalist 
movement does not arise immediately, as a kneejerk
response to the advent of Western modernity, but only
takes shape when the modernization process is quite far advanced.
At first religious people try to reform their traditions
and effect a marriage between them and modern culture, as
we have seen the Muslim reformers do. But when these moderate
measures are found to be of no avail, some people resort
to more extreme methods, and a fundamentalist movement is
born. With hindsight, we can see that it was only to be expected
that fundamentalism should first make itself known in
the United States, the showcase of modernity, and only appear
in other parts of the world at a later date. Of the three
monotheistic religions, Islam was in fact the last to develop a
fundamentalist strain, when modern culture began to take
root in the Muslim world in the late 1960s and 1970s. By this
date, fundamentalism was quite well established among
Christians and Jews, who had had a longer exposure to the
modern experience.


Secular Ideologies and Results


The nation states of Europe embarked on an arms race
in 1870, which led ultimately to two world wars. Secular ideologies
proved to be just as murderous as the old religious bigotry,
as became clear in the Nazi Holocaust and the Soviet
Gulag. The Enlightenment philosophes had believed that the
more educated people became, the more rational and tolerant
they would be. This hope proved to be as utopian as any of the
old messianic fantasies. Finally, modern society was committed
to democracy, and this had, in general, made life more just and
equitable for more people in Europe and America. But the
people of the West had had centuries to prepare for the democratic
experiment. It would be a very different matter when
modern parliamentary systems would be imposed upon societies
that were still predominantly agrarian or imperfectly
modernized, and where the vast majority of the population
found modern political discourse incomprehensible.

**

But it is true that secularization has been very different in the Muslim
world. In the West, it has usually been experienced as
benign. In the early days, it was conceived by such philosophers
as John Locke (1632-1704) as a new and better way of
being religious, since it freed religion from coercive state
control and enabled it to be more true to its spiritual ideals.
But in the Muslim world, secularism has often consisted of a
brutal attack upon religion and the religious.
Atatiirk, for example, closed down all the madrasahs, suppressed
the Sufi orders and forced men and women to wear
modern Western dress. Such coercion is always counterproductive.
Islam in Turkey did not disappear, it simply went underground.


Ottomans' Struggle for Transformation



¨When the Ottomans had tried to reorganize their [16th century]army
along Western lines in the hope of containing the threat
from Europe, their efforts were doomed because they were
too superficial. To beat Europe at its own game, a conventional
agrarian society would have to transform itself from
top to bottom, and re-create its entire social, economic,
educational, religious, spiritual, political and intellectual
structures.And it would have to do this very quickly, an impossible
task, since it had taken the West almost three hundred
years to achieve this development.

Emniyet ve Güven


Cumhuriyet sonrası Türkiye’sinde emniyetin tesisi için dökülen kan, beş asır, hem de yabancı uyruklar arasında asâyiş temini adına dökülmemişti... Evet, yapılan araştırmalar ve istatistikler, altı yüz senelik Osmanlı dönemindeki, bütün müsademelerde ölenlerin sayısının, son yarım asırda ölenlerin sayısından daha az olduğunu göstermektedir. Öyleyse, Osmanlı fetihlerinin sırf kaba kuvvete dayandığını iddia etmek kat’iyen doğru değildir. Diğer taraftan, o günkü nakil vasıtaları nazara alınacak olursa, o kadar geniş toprağa dağılmış bir devleti idare etmenin, sadece devlet otoritesiyle ve askerî güçle mümkün olamayacağı bedîhîdir.

Sonsuz Nur - M. Fethullah Gülen

The Religious Movement in Islam History



The civil wars raised many crucial questions. How could a society
that killed its devout leaders (imams) claim to be guided
by God? What kind of man should lead the ummah? Should
the caliph be the most pious Muslim (as the Kharajites believed),
a direct descendant of the Prophet (as the Shiis contended),
or should the faithful accept the Umayyads, with all
their failings, in the interests of peace and unity? Had Ali or
Muawiyyah been right during the first fitnah? And how Islamic
was the Umayyad state? Could rulers who lived in such
luxury and condoned the poverty of the vast majority of the
people be true Muslims? And what about the position of non-
Arab converts to Islam, who had to become "clients" (mawali)
of one of the Arab tribes? Did this not suggest a chauvinism
and inequity that was quite incompatible with the Quran?

It was from these political discussions that the religion and
piety of Islam, as we know it, began to emerge. Quran reciters
and other concerned people asked what it really meant to be a
Muslim. They wanted their society to be Islamic first and Arab
second. The Quran spoke of the unification (tawhid) of the
whole of human life, which meant that all the actions of the
individual and all the institutions of the state should express a
fundamental submission to God's will. At an equally formative
stage of their history, Christians had held frequently vituperative
discussions about the nature and person of Jesus, which
helped them to evolve their distinctive view of God, salvation
and the human condition. These intense Muslim debates
about the political leadership of the u m m a h after the civil wars
played a role in Islam that was similar to the great Christological
debates of the fourth and fifth centuries in Christianity.

The prototype and supreme exemplar of this new Muslim
piety was Hasan al-Basri (d. 728).

Monday, September 2, 2013

Nusayrîler


Suriye'de nüfusa oranları en fazla yüzde on olan Nusayrîler (bunlara Alevîler de deniyor) ise, Hafız Esed'den önce birçok İranlı alim tarafından Müslüman kabul edilmeyen bir mezhebe bağlıdırlar. Hafız Esed darbe ile iktidara gelip de devlet başkanı olmak isteyince, o zamanın anayasasında 'devlet başkanlarının Müslüman olma şartı' bulunduğundan Mûsâ Sadr gibi bazı Şîî alimleri ikna ederek 'Nusayrîlerin Şîî Müslüman olduklarına dair' fetvalar aldı.

Günümüzün İslam Alimleri (!)

Bugün, ilham iklimine açılamadıkları için maneviyata inanmayan, Kur’ân’la alâkaları ilkokul talebelerinin ilimle alâkaları seviyesinde bile olmayan, hâfızalarında metin ve senediyle, bırakın Hadis adına en az 100.000 rivayet bulunmayı, 100 hadis bile bulunmayanlar, ilim olmaktan uzak malûmatları altında ezilip, içtihad iddia edebiliyorlar. Hazmedilmiş süt haline gelmemiş ve kaydan ibaret malûmatlarıyla halk tabanında da itibar görmeyince, kendilerini terazinin bir gözüne, büyük selef âlimlerini diğer gözüne koyup, kendilerini ağır göstermek için diğer göze koydukları âlimleri tenkitle güya hafifleştirmeye çalışıyorlar. Nerede şaz, cevaplandırılmış mesele varsa yeni meseleymiş gibi gündeme getiriyor, orijinalite hevesi ve ispat-ı vücut adına üzerinde icma hâsıl olmuş hususlarda bile farklı konuşup yazarak, komplekslerini tatmine çalışıyorlar. Bir yanda bunlar olurken, diğer yanda Mehdîlik iddia edenden geçilmiyor. Bir başka yanda farklı farklı İslâm telâkkileri, İslâm devrimciliği, hiç usûl bilgisi olmadan Kur’ân ve Hadis yorumları ve daha başka yönelişler, küçük küçük fırkalar oluşturuyor. Bunların halini Kur’ân, çok kötü bir misal nitelemesiyle, varıp da uzaklaştırmak için kendisine bir şey atsan, acaba bir kemik midir diye seğirten ve dili dışarıda telesen (soluyan); kendi haline bırakıp bir şey yapmasan, yine kemik peşinde yanına sokulup, dili dışarıda telesen köpeğin haline benzetmektedir.

Ali Ünal,Zaman Gazetesi, 2 Eylül 2013

Sonsuz Nimetler ve Matematik



Biliyorum, "Allah'ın sonsuz nimeti olduğunu herkes görebilir; seni bu kadar etkileyen ne?" diye düşünüyorsun. Bunu sana şu şekilde açıklayabilirim: Alman matematikçi ve kümeler kavramını ortaya atan George Cantor (1845–1918) sonsuz kümeleri birbiriyle karşılaştırmış; her sonsuzun aynı büyüklükte olmadığını ifade etmiştir. 

Pozitif tam sayılar {1, 2, 3, …} kümesi ile bire-bir eşlenebilen sonsuz kümelere, matematikte sayılabilir sonsuz (countably infinite), böyle bir eşleme yapılamayan kümelere de sayılamayan sonsuz (uncountably infinite) denir. Meselâ, pozitif çift tam sayılar {2, 4, 6, …} sayılabilir sonsuz bir kümedir; çünkü her çift sayı, yarısı ile eşlenebilir. Ama 3 ile 4 arasındaki reel (gerçek) sayılar [Bu (3,4) açık aralığı demek ve bu aralıktaki sayılardan birkaçı, p, 7/2, Ö15'tir.] pozitif tam sayılarla eşlenemediğinden sayılamayan sonsuz bir kümedir. İlki de ikincisi de sonsuzdur; fakat ikinci kümenin elemanları sayılamaz. Bunu, ikinci kümenin sonsuzluğu daha büyük veya eleman sayısı "daha çok" şeklinde de anlayabilirsin. 

Aslında şöyle anlaşılmalı: Sayılamayan sonsuza kıyasen, sayılabilir sonsuz neredeyse "yok" gibidir! Şimdi daha çok şaşırmış olmalısın! Âyette nimetlerin sonsuzluğu değil, sayılamayacağı ifade edilmiştir. Elbette "sayılamayan sayıda" nimet sonsuzdur; ancak bunun farklılığı ve büyüklüğü "sayılamayan sonsuz küme" ile bir nebze akla yaklaştırılabilir. Daha ötesini söyleyeyim: Eleman sayısı sayılamayan sonsuzdan da yüksek kümeler var!.. 

Enes, Ali'nin anlattıklarını anlama noktasında zorlanmıştı. Ancak o da Ali'yi şaşırtacak bir şey söyledi: "Son söylediğin; 'ne gözlerin gördüğü ne de kulakların işittiği, akla hayâle gelmez Cennet nimetleri'ne işaret ediyor olmasın!.."

Hasan Çamuş

Sızıntı Dergisi Haziran 2013 sayısı