Saturday, February 24, 2018

The New Illiterate


The illiterate of the future will not be the person who cannot read. It will be the person who does not know how to learn.

Alvin Toffler

The 1 Percent Rule


Small differences in performance can lead to very unequal distributions when repeated over time. This is yet another reason why habits are so important. The people and organizations that can do the right things, more consistently are more likely to maintain a slight edge and accumulate disproportionate rewards over time.
You only need to be slightly better than your competition, but if you are able to maintain a slight edge today and tomorrow and the day after that, then you can repeat the process of winning by just a little bit over and over again. And thanks to Winner-Take-All Effects, each win delivers outsized rewards.
We can call this The 1 Percent Rule. The 1 Percent Rule states that over time the majority of the rewards in a given field will accumulate to the people, teams, and organizations that maintain a 1 percent advantage over the alternatives. You don't need to be twice as good to get twice the results. You just need to be slightly better. 
The 1 Percent Rule is not merely a reference to the fact that small differences accumulate into significant advantages, but also to the idea that those who are one percent better rule their respective fields and industries. Thus, the process of accumulative advantage is the hidden engine that drives the 80/20 Rule.

The Pareto Principle or the 80/20 Rule




Sometime in the late 1800s—nobody is quite sure exactly when—a man named Vilfredo Pareto was fussing about in his garden when he made a small but interesting discovery.

Pareto noticed that a tiny number of pea pods in his garden produced the majority of the peas.

Now, Pareto was a very mathematical fellow. He worked as an economist and one of his lasting legacies was turning economics into a science rooted in hard numbers and facts. Unlike many economists of the time, Pareto's papers and books were filled with equations. And the peas in his garden had set his mathematical brain in motion.

What if this unequal distribution was present in other areas of life as well?
**

At the time, Pareto was studying wealth in various nations. As he was Italian, he began by analyzing the distribution of wealth in Italy. To his surprise, he discovered that approximately 80 percent of the land in Italy was owned by just 20 percent of the people. Similar to the pea pods in his garden, most of the resources were controlled by a minority of the players.

Pareto continued his analysis in other nations and a pattern began to emerge. For instance, after poring through the British income tax records, he noticed that approximately 30 percent of the population in Great Britain earned about 70 percent of the total income. 

As he continued researching, Pareto found that the numbers were never quite the same, but the trend was remarkably consistent. The majority of rewards always seemed to accrue to a small percentage of people. This idea that a small number of things account for the majority of the results became known as the Pareto Principle or, more commonly, the 80/20 Rule. 

James Clear

Sunday, February 18, 2018

Öğrenmeyi ve Hatırlamayı Kolaylaştıran Yöntem: Feynman Tekniği


İki tip bilgi vardır. Bir şeyin adını bilmeye yönelik olan bilgi ve o şeyi bilmeyi temel alan bilgi. Nobel ödüllü fizikçi Richard Feynman aralarındaki farkı şu çarpıcı anekdotta anlatır:
“Şu kuşu görüyor musun? Bu bir kahverengi gerdanlı ardıç kuşu, ona Almanya’da halzenfugel ve Çin’de ise chung ling deniyor. Ona verilen tüm bu adları bilsen bile yine de bu kuş hakkında hiçbir şey bilmiyor olursun. Bildiğin sadece insanlar hakkında bir şey olur, yani kuşa ne ad verdikleri. Şimdi bu kuş ötüyor, yavrularına uçmayı öğretiyor ve yazın ülkenin bir ucundan diğer ucuna kilometrelerce uçuyor ve kimse yolunu nasıl bulduğunu bilmiyor.”
Buradan da anlayabileceğiniz gibi bir şeyin adını/tanımını bilmek onu anladığınız anlamına gelmez hiçbir zaman. Bir fikri gerçekten anlıyor musunuz yoksa bu fikrin tanımını biliyorsunuz, bunu sınamanın bir yolu var. Buna Feynman Tekniği deniyor.
Sizler de Feynman Tekniğini,
1. Gerçekten anlamadığınız konuları/fikirleri anlamak için  
2. Anladığınız fakat sınavlarda unuttuğunuz konuları/fikirleri hatırlamak için  
3. Sınav öncesi etkili bir çalışma yöntemi olarak kullanabilirsiniz. Bu yöntemi kullanarak bir fikri uzun yıllar hatırınızdan çıkmayacak şekilde, kısa sürede derinlemesine kavrayabileceksiniz.

Feynman Tekniğine şimdi bir göz atalım:
1. Adım: Konuyu Belirleyin 
Boş bir kağıt alın. Öğrenmek istediğiniz konunun başlığını kağıdın en üstüne yazın.

2. Adım: Konuyu Bilmeyen Birine Anlatır gibi Anlatın  
Kağıdın geri kalanına konuyu hiç bilmeyen birine anlatıyormuşçasına, mümkün olduğunca karmaşık ifadeler kullanmaktan kaçınarak öğrendiklerinizi yazın. Bir çocuğun bile anlayabileceği kadar basit bir dil kullandığınızda kendinizi de konuyu daha derin bir seviyede anlamaya ve konular arasındaki ilişki ve bağlantıları basitleştirmeye zorlamış olursunuz. Aynı zamanda yazdığınızı sesli olarak tekrar etmek çok daha etkili olacaktır.

3. Adım: Takıldığınız Noktada, Kaynağa Geri Dönün 
2. adımda hatırlamakta ya da anlatmakta zorlandığınız yerler olduğunu fark ettiğinizde konu hakkında çalıştığınız kaynaklara geri dönün. Öğrendiklerinizi kağıda aktarabilecek hâle gelinceye kadar tekrar tekrar okuyun ve çalışın. Sözgelimi biyolojiden yazılınız var ve evrimi basit cümlelerle açıklamakta zorlanıyorsunuz. Biyoloji kitabınızı açın ve evrimle ilgili kısmı yeniden okuyun. Şimdi kitabı kapatın ve yeni bir boş kağıt alarak öğrenmiş olduklarınızı yazın. Bu aşamayı sorunsuzca hâlletiyseniz, asıl çalışma kağıdınıza dönerek çalışmaya devam edebilirsiniz.

4. Adım: Basitleştirin ve Benzerlikler Kurun  
Artık kağıda döktüklerimizi gözden geçirebiliriz. Einstein’ın “Bir şeyi 6 yaşında bir çocuğa anlatamıyorsanız, siz de anlamamışsınız demektir” sözünden de anlayabileceğimiz gibi karmaşık bir jargon kullanıp kafa karıştırıcı açıklamalar yapmak yerine, dilimizi basitleştirmek ve benzerlikler kurmak anlamayı kolaylaştıracaktır. Opsiyonel olarak: 6 yaşında birini bulup, öğrendiklerinizi ona anlatmayı deneyin. Sorunsuz bir şekilde anlıyorsa, siz de gerçekten anlamışsınız demektir.

Bu harika yöntem yalnızca öğrenmeyi ve hatırlamayı kolaylaştırmakla kalmıyor, aynı zamanda farklı düşünme şekillerine pencere açarak fikirleri baştan aşağı yeniden inşa etmemizi sağlıyor. Fikir ve konuları daha derinden anlamamızı kolaylaştırıyor. Hepsinden önemlisi, sorunlara bu şekilde yaklaşarak, ne konuştukları hakkında en küçük bir fikri bile olmayanları anlamamızı sağlıyor.
Kaynak: Matematiksel

Thursday, February 15, 2018

Stop Answering Your Kid's Questions





Michelle Woo, Offspring
Before you can tell them that you got a C- in geography or that you once thought the word XING on the road was pronounced “Zing,” your children will see you as a perfect human knowledge-dispensing machine. And they will ask you a lot of questions.
Why can’t I eat gummy worms for breakfast?
Why are planets round?
Why does your face look like that?
And you will do your best to answer them.
Because of diabetes. 
Because of gravity.
Because of ... gravity.
It is wonderful that kids are so inquisitive, and you should freely and eagerly dole out your wisdom for a while, but there comes a point when you should stop. A former math teacher named Steven Clarke explained why on Quora when a parent posted the question: “My toddler asks ‘why?’ to just about everything. How should I handle this?”
In his striking response, which was one of hundreds, Clarke wrote:
Most of the advice here is about how to answer your child’s questions, but that practice reinforces the idea that the way to gain knowledge is to seek answers from an authority. No doubt this is frequently a useful approach, but it’s clear that your child already knows how to do this (since they are asking you a question). It’s much better to take this opportunity to work on the important but much-neglected skill of trying to figure things out for yourself! Ask the child what theythink the answer is. Frequently, for simple questions, you (and the child) may be surprised to find that they already know the answer, or at least part of it.
He gave some examples of how turning the spotlight back on the child might work in real-life scenarios, showing that it can be effective whether the kid has some knowledge of the topic or zero clue. He breaks down the idea with the classic “Why is the sky blue?” question:
Child: “Why is the sky blue?”
Parent: “Can you think of any reason why it might be?”
Child: “Umm... maybe someone colored it with a blue crayon.”
Parent: “Maybe. How big of a crayon would they need?”
Child: “A crayon as big as our house!”
Parent: “Wow! That’s really big! Do you think there is a crayon that big? Who would be able to lift it?”
And so on.
By prompting kids to think for themselves instead of giving them an immediate answer (or reading something off the Internet—“Well, you see, light energy travels in waves ..”), you’re helping them gain the critical skill of independent analysis. (More people on Twitter could probably use this skill.) As a parent, it’s also fascinating to learn how the little gears in your kid’s brain are turning.
And it gets you out of the hot seat, too. I hate to break it to you, but there will come a time when your children’s knowledge of certain topics will exceed your own. That’s okay. As long as you’ve taught them how to think through the possibilities and figure out the steps to finding the answer, you will no longer need to serve as a fact-dispensing robot.

Kur'ân Âyetlerini Yorumlarken Yapılması Gerekenler


“Evvela bir ayete doğru mana verebilmek için önce o ayeti kendi konteksi/siyak-sibak bütünlüğü içinde okumak lazım. İkinci olarak Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) getirmiş olduğu kavlî ve fiilî yorumlar ile sebeb-i nûzul, nâsih-mensûh, mutlak-mukayyed vb. kavramlar devreye girmeli. Üçüncü adımda da 15 asırlık İslâm tefsir tarihi ve geleneği içinde ayetin müfessirlerce nasıl anlaşıldığına, ne türlü izah ve yorumlar getirildiğine bakmak gerekir. Hatta bazen öyle olur ki ayet o kadar açık ve net bir manaya sahiptir ki anlama ve yorumlamada kullandığımız ikinci ve üçüncü adımlara müracaat etme ihtiyacı hissettirmez. Çünkü mana siyak-sibak bütünlüğü içinde gayet açıktır. ”

Sunday, February 11, 2018

Tetikleme, Bilinçdışı ve Irkçılık


“Bir öğretim üyesi olduğumu ve sizden beni odamda görmenizi istediğimi düşünün. Uzun bir koridordan geçiyorsunuz, girişe geliyorsunuz ve bir sandalyeye ilişiyorsunuz. Önünüzde ise bir kâğıdın üzerine yazılmış beş kelimelik gruplardan oluşan bir liste var. Sizden mümkün olduğunca çabuk ve dilbilgisi açısından doğru, dört kelimelik bir cümle yapmanızı istiyorum. Buna karışık cümle testi deniyor. Hazır mısınız?

onun endişe ediyordu o sürekli
Florida’dan geliyor portakallar sıcaklık bu
top fırlat havaya at sessizce
ayakkabıları ver değiştir eski olan
adam gözlemliyor bazen insanları izliyor
ter dökmüş olacaklar yapayalnız onlar
gökyüzü dümdüz gibi kâğıt gri
şimdi geri almalıyız unutkan biz
haydi bingo oynayalım yazalım bakalım
güneş ışığı sıcaklık buruşturuyor üzümleri

Çok kolay görünüyor, değil mi? Ama aslında öyle değil. İster inanın ister inanmayın, testi bitirip dışarı çıktığınızda daha yavaş yürürsünüz. Bu testle sizin davranış biçiminizi etkiledim. Nasıl mı? Listeye tekrar bakalım: “Endişe ediyordu”, “Florida”, “eski”, “yapayalnız”, “gri”, “bingo” ve “buruşturuyor” gibi listeye dağıtılmış belli kelimeler bulunuyor. Size dil testi uyguluyorum diye düşündünüz. Ama gerçekte, asıl yaptığım beyninizdeki büyük bilgisayarda –uyumsal bilinçdışı– yaşlılık halini düşündürmek oldu. Bilinçaltınız, beyninizin geri kalan kısmını, bu ani endişeden haberdar etmedi. Ancak bütün bu yaşlılık konuşmalarını ciddiye aldı ve testi bitirdikten sonra koridorda yürürken yaşlı insan davranışları sergilediniz. Daha yavaş yürüdünüz.

Bu test usta psikolog John Bargh tarafından tasarlanmıştır. Tetikleme deneyi denilen ve Bargh ve diğerlerinin sayısız, daha ilginç türevlerini uyguladığı bu deneyler bilinçdışının kilitli kapısının ardında neler olduğunu gösteriyor.”

**
“Tetikleme, denildiği gibi, beyin yıkamaya benzemiyor. “Kestirmek (uyku)”, “şişe” ve “oyuncak ayı” kelimeleri ile sizi hazırladıktan sonra, sizin en derin çocukluk anılarınıza ulaşamam. ”

**
“Psikolog Claude Steele ve Joshua Aronson, yirmi siyahi üniversite öğrencisi ile birlikte GRE’den (Graduate Record Examination) –Amerika’da lisansüstü eğitim veren okullara girebilmek için düzenlenmiş standart sınav– alınmış yirmi soru kullanarak bu testi daha uç noktaya götürdüler. Sınav öncesi ankette öğrencilerden ırklarını belirtmeleri istendiğinde bu basit hareket bile Afrika kökenli Amerikalılar ile birlikte anılan olumsuz davranış kalıplarını ve akademik başarıyı akla getirerek onları tetiklemeye yetti ve doğru cevapladıkları soru sayısı yarıya indi. Toplum olarak testlere gereğinden fazla güveniyoruz çünkü testlerin, testi alan kişinin yeteneklerini ve bilgisini ölçmek için güvenilir bir gösterge olduğunu düşünüyoruz. Peki gerçekten öyleler mi? Prestijli özel bir lisede eğitim gören beyaz bir öğrenci, şehrin merkezindeki yoksul bölge lisesine giden siyahi bir öğrenciden SAT sınavında daha yüksek bir puan aldığında bu onun daha iyi bir öğrenci olduğunu mu gösterir; yoksa beyaz tenli ve prestijli bir liseye gitmek ile “zeki olmak” arasında sürekli olarak tetikleme bağı kurulduğu için midir?”

**
“Sonradan siyahi öğrencilerle konuştum ve onlara ‘Herhangi bir şey performansınızı düşürdü mü?’ diye sordum,” diyor Aronson. “‘Irkınızı belirtmenizi istemem sizi rahatsız etti mi?’ diye sorduğumda –çünkü performansları üzerinde çok büyük bir etkisi olduğu ortadaydı– hep ‘hayır’ dediler ve ‘Zaten burada olmaya yetecek kadar zeki olduğumu sanmıyorum,’ gibi cevaplar alıyordum.”

Bu deneylerden elde edilen sonuçlar oldukça rahatsız edici. Özgür irademiz doğrultusunda düşündüğümüz gerçeğinin büyük ölçüde yanılsama olduğunu öneriyor: Çoğu zaman otomatik pilotta çalışıyoruz, düşünme ve davranış biçimimiz –ve hazırlıksız yakalandığımız anda ne kadar iyi düşündüğümüz ve hareket ettiğimiz– farkına varmadığımız kadar kolay bir biçimde dış etkenlerin tesirinde kalıyor. Ama bana kalırsa bilinçdışının işini gizlice yapmasında önemli bir avantaj da sözkonusu. Karışık cümle örneğinde olduğu gibi ihtiyarlık ile ilgili bütün kelimeleri size verdiğimde, o kelimelerden cümle kurmanız ne kadar zamanınızı aldı? Benim tahminim cümle başına birkaç saniyeden çok değildir. Deneyi bu denli hızlı bitirmenizin nedeni dikkatinizi dağıtacak unsurlardan uzak durup tamamen deney üzerine odaklanabilmenizdir. Kelime listesinde olası bir düzen arayışında olsaydınız bu kadar kısa zamanda bitirmeniz mümkün olamazdı. Dikkatiniz başka yöne çakılmış olurdu. Evet, yaşlı insan göndermeleri odadan çıkarken yürüme hızınızı değiştirmiş olabilir, ama o kadar da kötü sayılmaz, değil mi? En basit haliyle, bilinçdışınız vücudunuza şunu söylüyor: İleri yaşla ilgili endişe duyan bir ortamda olduğumuza dair ipuçları gördüm ve buna göre davranalım. Bilinçdışınız bu durum dahilinde zihinsel uşak konumunda görev yapıyordu. Hayatınızdaki bütün ufak çapta zihinsel detaylarla bilinçdışınız ilgileniyordu. Çevrenizde olan bitenleri takip edip uygun bir davranış sergilemenizi sağlıyordu, böylece siz de önünüzdeki probleme konsantre olabiliyordunuz.”


İnce Dilimlere Ayırma


“İnce dilimlere ayırma” kısacık tecrübeler sonucu gözlemleyebildiğimiz durum ve davranışlarda bilinçdışımızın tekrar eden kalıpları bulabilme becerisi demek.”

**

“İnce dilimlere ayırarak analiz etme egzotik bir güç değil. İnsan olmanın temelinde yatan bir olgu. Ne zaman yeni biriyle tanışsak, hızlı bir karar vermek durumunda kalsak ya da yeni bir durumla yüzleşsek bu yöntemi kullanırız. İnce dilimlere böler ve öyle inceleriz ve bu becerimize güvenmeyi öğreniriz. Çünkü etraf kendini gizleyen farklı üsluplarla, küçücük bir detaya bir iki saniyeliğine dikkatlice eğilerek bakınca büyük resmi görmemizi sağlayan durumlarla dolu.

Örneğin birçok iş dalında ya da disiplinde tecrübelerin küçücük bir kısmından yola çıkarak derin analiz yapabilme yeteneği için ayrı bir terim kullanılıyor olması sizce de çok ilginç değil mi? Basketbolda etrafında olan biten her şeyin farkında olan oyuncunun “saha görüsü”ne sahip olduğu düşünülür. Askeriyede usta generallerin, Fransızcada coup d’oeil denen “bakışın gücü”ne yani savaş alanına kısa bir anlığına bakıp duruma hâkim olma becerisine sahip olduğu söylenir. Napolyon’da coup d’oeil vardı. Patton’da da vardı. Cape May, New Jersey’deki kuşbilimci David Sibley’nin dediğine göre bir keresinde iki yüz metre uzaklıkta uçan bir kuş görüp, bunun kızılbacak ailesine ait olan döğüşken olduğunu anlamış. Bu, uçan bir döğüşkeni ilk görüşüymüş ve gördüğü an dikkatli bir teşhis yapması için yetecek uzunlukta da değilmiş. Ama kuş gözlemcilerinin ‘giss’ dediği kuşun genel görüntüsü anlamına gelen şeyi o uzaklıktan bir anlığına da olsa yakalamış ve bu ona yeterli olmuş.”

**
“Son yirmi yılın en favori filmlerinin birçoğunun yapımını üstlenmiş olan Hollywood yapımcısı Brian Grazer, aktör Tom Hanks’le tanıştığı ânı anlatırken neredeyse hep aynı cümleleri kullanıyor: “1983 yılıydı. Hanks o zamanlar hemen hemen hiç tanınmıyordu. Oynadığı tek yapım şimdi tozlu raflara kaldırılmış bir televizyon dizisi olan Bosom Buddies’ti. İçeri girdi ve Splash filmi için replikleri okumaya başladı ve tam o anda ne gördüğümü size söyleyebilirim,” diyor Grazer. Daha ilk anda Grazer, Hanks’in özel biri olduğunu anlamış. “Yüzlerce insan gelip seçmelere katılmıştı ve pek çoğu ondan daha komikti. Ama hiçbiri onun kadar sevimli değildi. Onun yerinde olabileceğimi düşündüm. Yaşadığı problemler benimkilere çok benziyormuş gibi hissettim. Birini güldürmek için ilginç biri olmak gerekir, ilginç biri olmak için de acımasız şeyler yapmak gerekebilir. Komedi öfkeden gelir, ilginçlik de kızgın olma halinden; öteki türlü bir çatışma olmaz. Hanks hem acımasızdı hem de kendini affettirebiliyordu ve böyle birini affedebilmek gerekir çünkü sonunda kız arkadaşını terk etse bile, ya da sizin dünyada yapmayacağınız şeyleri yapsa bile yine onun yüzüne bakacaksınız. Bunların hepsi bu haliyle düşünülmemişti o zaman. Bu içgüdüsel bir karardı ve ancak bir süre sonra altında yatan nedeni böyle açıklayabilecektim.”

“Sanırım birçoğunuzun Tom Hanks hakkındaki görüşü aynı. Nasıl biri olduğunu size sorsam düzgün, güvenilir, ayakları yere basan ve komik derdiniz. Ama aslında onu tanımıyorsunuz. Onla arkadaş değilsiniz. Onu sadece filmlerinden ve birbirinden farklı karakterlere bürünmüş bir şekilde gördünüz. Yine de tanık olduğunuz bu ince dilimler sayesinde onun hakkında bir kanıya vardınız ve bu kanının Tom Hanks filmlerini izleme deneyiminizin üstünde çok ciddi bir etkisi var. Herkes Tom Hanks’i astronot olarak düşünemediğini söylemiş; Grazer, Hanks’in Apollo 13’te oynamasına karar verdikten sonra. “Tom Hanks astronot olabilir miydi bilmiyordum. Ama elimde büyük tehlikeler atlatan bir uzay aracıyla ilgili bir film vardı ve şöyle düşündüm: Dünya en çok kimin geri dönmesini ister? Amerika kimi kurtarmak ister? Tom Hanks. Onun ölmesini istemeyiz. Onu çok seviyoruz.”


Blink



Dünyadaki büyük farklılıkları temel alarak inceleyen ve esaslı konuları çözmeye çalışan birçok kitap vardır. Bu, onlardan biri değil. Blink, gündelik hayatımızın en küçük bileşenleri –ne zaman yeni biriyle tanışsak, karışık bir durumla karşılaşsak veya sıkıntılı bir anımızda karar vermek zorunda kalsak birdenbire ortaya çıkan anlık izlenimlerin ve kararların kaynağı ve muhteviyatı– ile ilgilenir. 

Kendimizi ve dünyayı anlama işine gelirsek, bence o büyük konuların üzerinde çok fazla duruyor ve bahsettiğimiz kısa süreli anları es geçiyoruz. Peki içgüdülerimizi ciddiye alsak ne olurdu? Ufku dürbünümüzle baştan sona taramaktan vazgeçip onun yerine kendi karar alma ve davranış mekanizmamızı yeryüzünün en güçlü mikroskobu ile incelesek daha iyi olmaz mıydı? Sanırım bu; savaşları, raflarda gördüğümüz ürünleri, yapılan filmleri, polislerin eğitilme biçimini, evli çiftlere verilen danışmanlıkları, iş görüşmelerini vb. değiştirebilirdi. Bütün ufak değişiklikleri birleştirebilseydik daha farklı ve daha iyi bir dünyada yaşıyor olurduk. 

Kendimize ve davranışlarımıza anlam kazandırma işinin, göz açıp kapayıncaya kadar geçen sürede elde edeceğimiz bilginin aylar sürecek mantıksal analiz kadar değerli olabileceğini kabul etmemizi gerektirdiğine inanıyorum ve umarım kitabın sonunda siz de inanıyor olursunuz

Saturday, February 10, 2018

Religion and Morals


Religion can be a source of self-education, because religious texts often have moral teachings with which people can question and instruct themselves. The Quran, just like the Bible, has such pearls of wisdom. It tells believers to “uphold justice” “even against yourselves or your parents and relatives.” It praises “those who control their wrath and are forgiving toward mankind.” It counsels: “Repel evil with what is better so your enemy will become a bosom friend.” A person who follows such virtuous teachings will likely develop a moral character, just as a person who follows similar teachings in the Bible will.

But trying to nurture moral virtues is one thing; assuming that you are already moral and virtuous simply because you identify with a particular religion is another. The latter turns religion into a tool for self-glorification. A religion’s adherents assume themselves to be moral by default, and so they never bother to question themselves. At the same time, they look down on other people as misguided souls, if not wicked infidels.

For such people, religion works not as cure for the soul, but as drug for the ego. It makes them not humble, but arrogant.

In legalistic religious traditions, like Judaism and Islam, this problem occurs when religion is reduced to the practice of rituals. Abiding by a legal code makes the believer feel upright in the eyes of God, even if she or he is immoral when dealing with fellow human beings.

Mustafa Akyol
https://www.nytimes.com/2017/11/28/opinion/does-religion-make-people-moral.html

Monday, February 5, 2018

Loving Math


Manil Suri, The New York Times
Each time I hear someone say, “Do the math,” I grit my teeth. Invariably a reference to something mundane like addition or multiplication, the phrase reinforces how little awareness there is about the breadth and scope of the subject, how so many people identify mathematics with just one element: arithmetic. Imagine, if you will, using, “Do the lit” as an exhortation to spell correctly.
As a mathematician, I can attest that my field is really about ideas above anything else. Ideas that inform our existence, that permeate our universe and beyond, that can surprise and enthrall. Perhaps the most intriguing of these is the way infinity is harnessed to deal with the finite, in everything from fractals to calculus. Just reflect on the infinite range of decimal numbers — a wonder product offered by mathematics to satisfy any measurement need, down to an arbitrary number of digits.
Despite what most people suppose, many profound mathematical ideas don’t require advanced skills to appreciate. One can develop a fairly good understanding of the power and elegance of calculus, say, without actually being able to use it to solve scientific or engineering problems.
Think of it this way: you can appreciate art without acquiring the ability to paint, or enjoy a symphony without being able to read music. Math also deserves to be enjoyed for its own sake, without being constantly subjected to the question, “When will I use this?”
Sadly, few avenues exist in our society to expose us to mathematical beauty. In schools, as I’ve heard several teachers lament, the opportunity to immerse students in interesting mathematical ideas is usually jettisoned to make more time for testing and arithmetic drills. The subject rarely appears in the news media or the cultural arena. Often, when math shows up in a novel or a movie, I am reminded of Chekhov’s proverbial gun: make sure the mathematician goes crazy if you put one in. Hanging thickly over everything is the gloom of math anxiety.

Saturday, February 3, 2018

America - A Nation of Holers

http://murals.wbtla.org/uploads/2/4/7/9/24790045/photo-a.jpg


As tourist destinations go, the Republic of Moldova — tucked between Ukraine and Romania — probably isn’t on anyone’s bucket list. It’s the poorest country in Europe, with per capita G.D.P. barely exceeding Sudan’s. Sex trafficking and organized crime are rampant. My memories of the place, from a visit 17 years ago, include roads that vanished into deep snow, Transnistrian border guards in Soviet uniforms, and an impoverished Holocaust survivor’s tale of a bleak life under Romanian, German and Soviet tyrants.

Let’s not mince words: Moldova is a hole. Modify with any four letters you wish.

I mention Moldova because it’s where my paternal grandfather was born in 1901. An anti-Semitic rampage in his hometown, Kishinev, soon forced his family to leave for New York, where my great-grandfather labored as a carpenter in the Brooklyn Navy Yard for eight dollars a week. Low skills, low wages, minimal English, lots of children and probably not the best hygiene — that’s half of my pedigree. The other half consisted of refugees.

I’m not alone. America is a nation of holers. It is an improbable yet wildly successful experiment in the transformation — by means of hope, opportunity and ambition — of holers into doers, makers, thinkers and givers. Are you of Irish descent? Italian? Polish? Scottish? Chinese? Chances are, your ancestors did not get on a boat because life in the old country was placid and prosperous and grandpa owned a bank. With few exceptions, Americans are the dregs of the wine, the chaff of the wheat. If you don’t know this by now, it makes you the wax in the ear.

**
What about the argument that people from poor countries bring their national baggage with them — the dysfunctions and prejudices that help account for their troubles back home?

But immigrants are more likely to be fleeing those dysfunctions and prejudices than they are to be bringing them — just ask Dorsa Derakhshani, the international chess master from Iran who came to the United States last year because, as she wrote in an op-ed for The Times, the mullahs “cared more about the scarf covering my hair than the brain under it.” Vietnamese boat people did not bring fratricidal hatreds with them to America. Soviet refuseniks did not bring a Soviet work ethic.



Bret StephensThe New York Times

Selfie'nin Aynasında






‘Görünürlüğün söz konusu olduğu bu ortamda herşey bir tuzaktır’ (J. Lacan)

Selfie kamerayı kendine doğrultmaktır, selfie ismiyle müsemma olarak özünde kendimizin fotoğrafını çekmektir. Kadraja başkaları da dahil olabilir elbette ama yüzümüzün olmadığı bir selfie düşünülemez. Selfie çeken için telefonun LCD ekranı kendini gösteren bir ayna gibidir. İnsanlık tarihinde ilk defa insan hem fotoğrafçı hem de fotoğrafın nesnesi haline gelmiştir. Geçmişe baktığımızda önce portre ressamlığının sonra da portre fotoğrafçılığının selfie ile akrabalık taşıdığını düşünebiliriz, bu konuda çalışmalar da yapılmıştır. Ayrıca gerek Compact gerekse profesyonel (DSLR) makinelerdeki otomatik çekim modu ile kendimizi çektiğimiz günleri de hatırlayabiliriz. Ama bunlar selfie ile ancak uzaktan akrabadır, çünkü otomatik modda makineyi kurup kendilerini çeken insanlar eninde sonunda tanımlanmamış da olsa bir başkasına poz vermektedirler. Poz vermekse -tıpkı portrelerdeki gibi- başkasının bakışının nesnesi olmaktır. Bunun belki tek istisnası Palaroid kameraların ortaya çıkışıdır. Öyle ki selfie’nin gerçek başlangıcı bu kameralara götürülebilir.

İlk defa insanlık kendisini görüp kendisini çekebildiği bir döneme girmiştir. İnsanlığın kendi imajını kendi kendine bu kadar çok ürettiği ve dağıttığı başka bir dönem olmadığını söyleyebiliriz. Mikhail Bahtin’in söylediği şeyi hatırlayarak devam edelim, ‘İnsan asla kendisini göremez’, insan aynaya baktığında bile en fazla ‘aynaya bakan kendisini’ görebilir. Bu yüzden ötekinin bana göre en önemli ayrıcalığı bana bakabilmesidir. Bahtin’in bu yaklaşımını Lacan kuramsallaştırır ve aynanın tamlığı yaratan en önemli unsur olduğunu, sembolik olarak başkalarının aynalaması sayesinde kendimizi tanıyabileceğimizi öne sürer. Burada selfie’nin kendini başkalarına göstermekten ziyade daha çok kendine bakmakla ilgili olduğunu iddia ediyorum. İnsan günümüzde kendine bakabilmenin büyüsüne kapılmış, bunu sürekli ve kolayca yapabilmenin sarhoşu olmuş durumdadır.


Bir çok makalede selfie’nin kendini başkalarına göstermek, beğenilmek, ‘like almak’ ile ilgili olduğu dile getirilmiştir. Bu kolaycı iddiadan yola çıkarak selfie’nin narsizm ile ilişkili olduğu konusunda çok sayıda çalışma mevcuttur. Burada kendini başkalarına göstererek onay almak, böylece bir kimlik inşa etmeye yarayan selfie algılayışını reddetmiyorum. Elbette sosyal ağların bu şekilde işleyen bir toplumsal pratiği var. Ama bu kişiler çeşitli sosyal ağlar üzerinde paylaştıkları tüm imajlar için de geçerlidir. Kişinin sürekli çekme arzusu, hatta belirli bir fotoğrafı başkası çekebilecekken kişinin bunun yerine kendini çekmeyi tercih etmesinin altında daha derin bir anlam olmalıdır.


Selfie’nin basit narsistik bir pratikten çok egonun kendi tamlığından emin olamaması, dolayısıyla birazdan bahsedeceğimiz üzere ‘sembolik’ alanda yaşanan krizden ötürü sürekli kendi imajına dönmesi ihtiyacı olduğunu düşünüyorum. Ayna kamerada sürekli görmeye çalışan kişi aslında pratiği itibariyle kendi imajına aşık olan Narkissus’tan ziyade daha çok karanlık bir sokakta cinsel organını başkalarına gösteren, Freudyen anlamda fallus’unun varlığından emin olamayan bir teşhirciye de benzer. Buradaki nüans öznenin aynı anda hem teşhirci hem de röntgenci olmasıdır. Selfie’de özne bakışın hem nesnesi hem de öznesidir, hem bakılan hem de bakandır. Bunu biraz daha açmak gerektiği için Lacan’ın kuramsallaştırmasını izleyelim.



Murat Tırpan, Ayrıntı Dergisi

İlk İzlenimler


Warren Harding hataları konusunda ne yapmalıyız? Burada bahsettiğimiz taraflı bakış çeşitleri çok fazla bariz olmadığından çözüm üretmesi daha kolaydır. Eğer siyahi insanların beyazlarla aynı çeşmeden su içemeyeceğini söyleyen bir kanun olsaydı en bariz çözüm yasayı değiştirmek olurdu. Ancak bilinçdışı ayrımcılık biraz daha çetrefillidir. 1920 seçmenleri Warren Harding’in dış görünüşünden dolayı ona oy verdiklerinde keriz yerine konulduklarını düşünmediler. Veya Ayres’in Chicago araba satıcıları, kadınları ve azınlıkları nasıl bariz bir biçimde kandırdıklarını fark etmelerine ve yönetim kurulu üyelerinin uzun boylu insanları nasıl garip biçimde tercih ettiklerini görmelerine daha iyi veya daha kötü diyemeyiz, çünkü hepsi bilinçdışı gerçekleşti. Peki eğer bir şey farkındalığımız dışında gerçekleşiyorsa, o zaman ona nasıl bir çözüm üretebiliriz?

Cevap şöyle: İlk izlenimlerimiz karşısında çaresiz değiliz. Bilinç dışından –beynimizin içindeki kilitli kapının ardından– kaynaklanıyor olabilirler ama sırf bir durum farkındalık dışında gerçekleşiyor diye bu, o durumu kontrol altına alamayacağımız anlamına gelmez. 

**
Warren Gamaliel Harding (November 2, 1865 – August 2, 1923) was the 29th President of the United States from March 4, 1921 until his death in 1923. At the time of his death, Harding was one of the most popular Presidents, but the subsequent exposure of scandals that took place under his administration such as Teapot Dome eroded his popular regard, as did revelations of an affair by Nan Britton, one of his mistresses. In historical rankings of the U.S. Presidents, Harding is often rated among the worst.
**

İlk izlenimlerimiz, deneyimlerimiz ve çevremiz sonucu oluşur. Bunun anlamı bu izlenimleri oluşturan deneyimleri değiştirerek ilk izlenimlerimizi değiştirebileceğimizdir, ince dilimlere ayırma biçimimizi farklılaştırabiliriz. Siyahilere her şekilde eşit davranmak isteyen –siyahilerle ilgili beyazlarla olduğu kadar olumlu bir dizi çağrışıma sahip olmak isteyen– bir beyaz iseniz bu, basit bir eşitlik bağlılığından fazlasını gerektirir. Düzenli olarak azınlıklarla beraber olabilecek, onların yanında kendinizi rahat hissedebileceğiniz ve kültürlerine alışabileceğiniz bir şekilde hayatınızı değiştirmeniz gerekir, böylece azınlığın bir üyesi ile tanışmak, konuşmak, beraber olmak veya onu işe almak istediğinizde tereddüt veya huzursuzluk hissederek bilinç dışınız tarafından ihanete uğramayasınız. Hızlı anlamlandırma yetisini ciddiye almak –ilk izlenimlerin hayatımızda oynadığı inanılmaz gücü idrak etmek– o izlenimleri idare etmek ve onları kontrol etmek için etkili adımlar atmamızı gerektirir. ”