Sunday, March 31, 2019

Öze Bağlı Kalma ve Dağınıklıktan Sıyrılma


Hariçte meydana gelen can sıkıcı hâdiseler ve maruz kalınan bir kısım musibetler bizi ciddi meşgul ediyor ve kendi değerlerimizden uzaklaştırabiliyor. Bu konuda kalb istikametini koruma adına dikkat edilecek hususlar nelerdir? 
Cevap: İlk olarak ifade etmek gerekir ki, dış dünyada ne tür hadiseler yaşanırsa yaşansın, bir mü’min için asıl önemli olan Allah’la münasebettir. O, öncelikle kendi nefsine yönelmeli, kalbi ile Allah arasında bir kopukluğun olmamasına dikkat etmeli ve sürekli ziya kaynağı ile irtibatını devam ettirmeye çalışmalıdır. Zira Kur’ân-ı Kerim,


 يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ لَا يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ  
“Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltmeye bakın! Siz doğru yolda olduktan, hidayeti tabiatınızın bir yanı hâline getirdikten sonra sapanlar size zarar veremez.” (Mâide Sûresi, 5/105) 

şeklindeki ifadeleriyle, mü’minleri iç dünyalarına yönelmeye ve öncelikle onun ıslahıyla uğraşmaya çağırmıştır. İşte bu sebepledir ki insan günde belki birkaç defa kendisini test etmeli ve nefsinin doğru yolda olup olmadığını kontrol etmelidir.
Hiç şüphesiz insan, kendisinin doğru bir çizgide olup olmadığını kontrol etmek için bir kısım kıstaslara ihtiyaç duyacaktır. Bunlar da başta Kur’ân ve Sünnet’in emirleri, sonra da selef-i salihînin bu iki kudsî kaynaktan yola çıkarak ortaya koydukları içtihatlar, üzerinde ittifak ettikleri icmalar veya istihsan ve maslahat gibi delillerle ortaya koydukları daha başka hükümlerdir. Onlar dini anlama ve yorumlama adına ortaya koydukları olağanüstü gayretleriyle âdeta bu konuda hiçbir karanlık nokta bırakmamışlardır.
İstikameti Muhafaza
Bir insan, önündeki bu aydınlatıcı kaynaklara rağmen hâlâ istikameti yakalayamıyor ve bir kısım yerlerde karanlık içinde kalıyorsa o, karanlığı kendisi icat ediyor demektir. Esasında “Siz kendinize bakın!” âyeti aynı zamanda bu manayı da ifade etmektedir. Yani bizim maruz kaldığımız çeşitli sıkıntıların asıl sebebi, kendi kusurlarımızdır. Eğer kendimizi iyi bir muhasebeye tâbi tutabilirsek, bu hataların pek çoğunu görebiliriz.
Mesela insanın kendi arzu ve isteklerini Cenâb-ı Hakk’ın emirlerinin önüne çıkarması bu kusurlardan birisidir. Yüce Allah,
 كَلَّا بَلْ تُحِبُّونَ الْعَاجِلَةَ * وَتَذَرُونَ الْآخِرَةَ  
“Gerçek şu ki, siz bu peşin dünya hayatına çok düşkünsünüz. Onun için ahiret (duygu ve mülâhazasını) terk edip durursunuz.” (Kıyâmet Sûresi, 75/20-21) 

beyan-ı sübhânîsiyle insan tabiatındaki bir boşluğa dikkat çekmiştir. Başka bir âyet-i kerimede ise insanın dünya sevgisi şu ifadelerle seslendirilmiştir: 


وَإِنَّهُ لِحُبِّ الْخَيْرِ لَشَدِيدٌ “Gerçekten insan mala çok düşkündür.” (Âdiyât Sûresi, 100/8) 

İnsan, fıtraten dünyaya ve hazır lezzetlere düşkün olduğundan, mü’min olmasına rağmen yer yer bunları dinin emirlerinin önüne geçirebilmektedir. Hatta bazen dine hizmet ederken bile, rıza-i ilâhîyi veya meselenin uhrevî kazancını değil, kendisine gösterilen ihtiram ve saygıyı makbul görmektedir. Böyle bir kişi ise kabul görmediği, alkışlanmadığı ve hatta eziyete maruz kaldığı bir dinî hizmeti tasvip etmeyecek ve negatif bir tavra girecektir.
Hiç şüphesiz bir mü’minin, dinine hizmet ettiğini zannederek esas nefsine hizmet etmesi, gafil ve cahil çevrenin alkışlarının da etkisiyle onu şımartması ve küstahlaştırması, kendisine yönelen övgü ve takdirlere kendi malıymış ve hakkıymış gibi sahip çıkması kaybettirici hususlardır. Bundan salim kalmanın yolu ise, Cenâb-ı Hakk’ın potansiyel olarak ahsen-i takvime mazhar yarattığı insanın, fiilî olarak da bu kıvamı yakalamaya çalışması, yani gerçek insan olma yolunu takip etmesi ve istikametten ayrılmama noktasında sürekli nefsiyle yaka paça olmasıdır. İnsan bunu başarabildiği takdirde, yukarıdaki âyetin de ifade ettiği üzere dalâlete düşen insanlar katiyen ona zarar veremeyeceklerdir.

Siz Kendinize Bakın!
Eğer biz toplumsal bir huzur istiyorsak, öncelikle kendimizi düzeltmeye ve gerçek insanî seviyeyi yakalamaya çalışmalıyız. Çünkü biz dosdoğru olacağımız âna kadar, başkalarının düzelmesini bekleyemeyiz.

Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ilk gelen emir,
 اِقْرَأْ بِاسْمِ رَبِّكَ الَّذِي خَلَقَ  
“Yaratan Rabbinin adıyla oku.” (Alak Sûresi, 96/1) 
âyeti olmuştur. Aynı şekilde daha sonra nazil olan âyet-i kerimelerde de şöyle buyrulmuştur: 


يَاأَيُّهَا الْمُدَّثِّرُ * قُمْ فَأَنْذِرْ * وَرَبَّكَ فَكَبِّرْ * وَثِيَابَكَ فَطَهِّرْ * وَالرُّجْزَ فَاهْجُرْ *  وَلَا تَمْنُنْ تَسْتَكْثِرُ * وَلِرَبِّكَ فَاصْبِرْ  
“Ey örtüsüne bürünen! Kalk ve (insanları) uyar! Rabbinin büyüklüğünü an! Elbiseni temiz tut! Pis ve murdar olan her şeyden kaçın! Verdiğini çok bularak minnet etme! Rabbinin yolunda sabret!” (Müddessir Sûresi, 74/1-7)

Yani Yüce Allah, ilk olarak Nebiyy-i Ekrem’in şahsını muhatap almış ve bir yönüyle O’na “Öncelikle sen kendine bak ve işe kendinden başla!” demiştir.
Aslında o, peygamberliğinden önce de tam bir güven abidesiydi. Enbiya-i izam’ın sahip olduğu ismet, iffet, fetânet ve tebliğ ruhu gibi sıfatları kâmil manada temsil ediyordu. Nitekim O (sallallâhu aleyhi ve sellem), kavmini İslâm’a davet etme için Ebû Kubeys tepesinin üzerine çıkıp, “Şu tepenin arkasından düşman geliyor desem, bana inanır mısınız?” diye sorduğunda, orada bulunanların hepsi olumlu cevap vermişti.
Dolayısıyla bir yönüyle bu gibi âyetlerin, O’nun şahsında esas ümmetine ders verdiğini söyleyebiliriz. Yani eğer biz de başkaları nazarında inandırıcı olmak istiyorsak, fevkalâde sadık ve güvenilir olmak, herkese emniyet ve güven telkin etmek ve son derece mütevazi olmak zorundayız. Zira bu konumda olmayan insanlar inandırıcı olamazlar. İffet ve ismetleri aleyhinde söz söylenen insanlar başkaları nezdinde güvenilirliklerini ve inandırıcılıklarını kaybederler.
Bu açıdan toplumda farklı patlamalar olabilir. Bir kısım zalim ve müstebitler devirmeye güçleri yettiği anda, kendilerine muhalif gördükleri insanların tepesine binerek onları ezip geçebilirler. Bazen de toplumlarını herc ü merce sevk edecek daha başka hâdiselere sebebiyet verebilirler. Fakat bütün bunlar karşısında Müslümanlara düşen, falanı filanı ta’n u teşni etmek yerine öncelikle kendileriyle meşgul olmak ve kendilerini düzeltmektir. Onlar başlarındaki zalimlerden şikâyet etmek yerine öncelikle, “Acaba Allah bu zalimleri niye bizim başımıza musallat ediyor?” diye düşünmelidirler. Çünkü onlar dosdoğru olacakları âna kadar, başkalarıyla uğraşmaları faydasızdır. Zira, كَمَا تَكُونُوا يُوَلَّى عَلَيْكُمْ “Nasıl iseniz öyle idare edilirsiniz.” (el-Beyhakî, Şuabü’l-îmân 6/22) hadisinin de ifade ettiği üzere, tabanda bulunan insanlar nasıl olursa, idarecileri de aynı olacaktır.
Sütün kaymağı sütten oluşacağı gibi, şapın kaymağı da yine şaptan oluşacaktır. Menkıbe olarak rivayet edildiğine göre Haccac-ı Zalim’e Hz. Ömer’in adaleti hatırlatıldığında o da yanındakilere, “Hele siz onun çevresindeki insanlar gibi olun, bakın ben de nasıl Ömer gibi oluyorum.” demiştir. Bu sözüyle Haccac, kendisinin tam da onlara uygun bir idareci olduğunu hatırlatmak istemiştir.   
Hakiki İnsanlığa Giden Yol
Öte yandan öncelikle kendisiyle meşgul olmayan ve nefsini ıslah etmeye çalışmayan bir insanın, zamanla Allah’tan kopacağında, kalbi ile Allah arasında bir kısım hüsûf ve küsûfların yaşanacağında şüphe yoktur. Çünkü böyle birisi bazen enaniyetine takılacak, bazen biliyorum mülâhazalarına girecek, bazen de aidiyet hissiyle hareket edecektir. Dolayısıyla din ve diyanet adına iş yapıyorum zannettiği yerlerde bile meseleyi kendisine bağlı götürecektir. Eğer böyle birisi güç ve kuvveti ele geçirecek olsa, o zaman da tiranlar gibi davranacaktır. Zira enaniyet, bilgi, servet insanı kör ettiği gibi, iktidar ve hâkimiyet de onu kör eder. Hele bir de kitlelerin körü körüne onu takip etmesi, alkışlaması ve pohpohlaması gibi faktörler söz konusu ise, böyle bir kişinin zehirlenmesine ve körlük yaşamasına muhakkak gözüyle bakılabilir. Manevî körlüğe maruz kalmış böyle birisi ise çok açık ve net görülebilecek hakikatleri dahi göremeyecek, doğru ve yanlışı birbirinden ayıramayacaktır.
Bu itibarla da insan ruhî ve kalbî hayatı üzerinde hassasiyetle durmalı, Allah’la kendi arasına ne nefsinin, ne hayvanî hislerinin, ne kin ve nefretlerinin ne de daha başka mülâhazaların girmesine ve dolayısıyla tamiri imkânsız kopuklukların meydana gelmesine müsaade etmemelidir. Daha da ötesinde o, İmam Gazzâlî Hazretleri’nin İhyau ulûmi’d-din isimli eserinde üzerinde durduğu her türlü mühlikâttan (helâke götürücü unsurlardan) uzak durmalı ve yine onun münciyât (kurtuluşa vesile olan ameller) adına zikrettiği her ne varsa, sımsıkı bunlara yapışmalıdır. Çünkü mühlikât Allah’la kul arasına bir kısım perdelerin girmesine sebebiyet verdiği gibi, münciyât da bunların bertaraf edilmesine ve kalblerin yeniden ilâhî tecelliler ile buluşmasına vesiledir.
O hâlde insana düşen vazife, yılandan ve çıyandan kaçarcasına bütün bu olumsuzluklardan uzak durmasıdır. Esasen insanın, hakiki insanlığa yükselmesinin yolu da buradan geçmektedir. Ebu’l-Feth el-Büstî, أَقْـبِـلْ عَلَى النَّفْسِ وَاسْتَكْمِلْ فَضَائِلَهَا فَأَنْـتَ بِالنَّفْسِ لاَبِالْجِسْـمِ إنْـسَانُ “Ruhuna (mahiyet-i insaniyene) yönel, onun faziletlerini kemâle erdir! Zira sen cisminle değil kalbinle/ruhunla insansın.” sözüyle bu hakikate dikkat çekmiştir. Demek ki insan bunları yitirince, insanlığını da yitirmiş olacaktır.
Burada antrparantez bir hususu arz etmek istiyorum. Bir insan, bunlara dikkat etmediği takdirde tepe taklak cehenneme mi gider? Hayır, hiç kimsenin böyle bir iddiada bulunmaya hakkı yoktur. Zira bu, Allah’ın rahmetinin enginliğine terstir. Biz, amellerimizin azlığına ve küçüklüğüne rağmen Yüce Allah’ın bizi rahmeti ile yarlıgayacağını ve affedeceğini düşünür ve ciddi bir reca hissi içine gireriz. Fakat diğer taraftan Allah’a karşı son derece saygılı olmak ve O’na karşı arızasız ve kusursuz bir kulluk ortaya koymak, O’nun terk edilmemesi gereken hakkı ve bizim de terk etmememiz gereken en önemli vazife ve sorumluluğumuzdur. Bu açıdan da biz, sürekli mahiyet-i insaniyemizin kıvamına bakmalı, necata götürücü vesileleri araştırmalı ve helâk sebeplerinden de uzak durmalıyız.
Eğer biz, kendi durumumuzu kontrol etmez ve durduğumuz yer ile durmamız gerekli olan yeri bilemezsek, bu defa başkalarının tavır ve davranışlarına göre yer ve yön değiştirmeye başlarız. Haset ve rekabet duygularına yenik düşmüş iman ehli bazı kimseler bizim aleyhinize hareket edebilirler. Bazıları da inkâr ve ilhatlarının bir gereği olarak bize cephe alabilirler. Her iki kesim de bizim hakkımızda bir kısım komplolar tertip edebilir. Bunların hile ve entrikalarının farkında olmamız ve bunları savma adına makul ve alternatif stratejiler geliştirmemiz bir yana; eğer biz sürekli onlarla meşgul olur, onların yaşadığı paranoyaya iştirak eder ve hele atacağımız adımları ihtimal ve vehimlere göre atarsak, yukarıda zikredilen “Siz kendinize bakın!” âyetine muhalif davranmış oluruz. Neticede onların zararından kurtulamayacağımız gibi, kendimizi düzeltmeye ve yapmamız gerekli olan asıl işleri yapmaya da fırsat bulamayız.
Asıl Vazifemiz

Peki, nedir bizim asıl işimiz? Biz, elimizden geliyorsa bütün insanlığa ebedî kurtuluşun yollarını göstermeli, onları Cennet’e yönlendirmeli ve hiç kimsenin Cehennem’e gitmemesi adına cehd ve gayret göstermeliyiz. Yüce Allah, ezelî ilmiyle kimin hangi ameli yapacağını bildiğinden, bazıları için Cehennem’i takdir etmiş olabilir. Hiç kimsenin bunun önüne geçmesi mümkün de olmayabilir. Fakat bu, bizi alâkadar etmez. Bize düşen, son ferdine kadar bütün insanlığın Cehennem’den kurtulması noktasında azimli ve kararlı olmaktır.
Esasen böyle bir gayeye kilitli yaşamak, başkalarının ebedî saadetlerini kaybetmemesi adına ölüp ölüp dirilmek, insanların ebedî helâk ve hüsrana maruz kalacağı korkusuyla canı gırtlağında yaşamak peygamberlik yolunun bir gereğidir. Nitekim Yüce Allah, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem), ümmetinin hidayeti mevzuundaki durumunu, 


لَعَلَّكَ بَاخِعٌ نَفْسَكَ أَلَّا يَكُونُوا مُؤْمِنِينَ  
“Onlar iman etmiyorlar diye âdeta kendini helâk edeceksin.” (Şuarâ Sûresi, 26/3) 

sözleriyle anlatmıştır. Antrparantez ifade edeyim ki, âyetteki bu ilahî ikaz, Allah ile o en sevgili kulu arasındaki bir meseledir. Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderen Zat, O’nun hüzün ve ızdırabını dengeleme adına bunları söyleyebilir. Fakat bizim O’nun hakkında böyle bir söz söylememiz ve bu tür düşüncelere girmemiz doğru değildir.
Benim burada asıl üzerinde durmak istediğim nokta şudur: Bu âyetler, bir taraftan insanlığın iman etmesi mevzuunda Allah Resûlü’nü (sallallâhu aleyhi ve sellem) tadil ederken, diğer yandan da onu takdir etmiş ve yüceltmiştir. Çünkü burada işarî olarak şöyle bir mana da gizlidir: “Sen öyle yüce bir kâmetsin ki, âdete kendin için yaşamıyor; başkalarının kurtuluşu adına neredeyse kendini helâk edeceksin.”
İşte bu, yaşatma duygusudur. Günümüzde de peygamber yolunun takipçilerinin en önemli vazifesi budur. Varsın başkaları onlar hakkında kendi paranoyalarına göre değişik plânlar tertip etsinler. Kendileri, makam hırsı, çıkar arzusu ve iktidar beklentisine bağlı yaşadıklarından, başkalarını da bu yolun yolcusu görsünler. Buna dayanarak da hasım gördüklerini yok etme adına elli türlü alternatif plân oluştursunlar. Bütün bunlar, onları bağlamamalı ve kendi yolundan alıkoymamalıdır. Onlar, Allah’ı ve İnsanlığın İftihar Tablosu’nu insanlığa sevdirmeye kilitlenmeli ve bütün stratejilerini bu istikamette oluşturmalıdırlar. 


Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadislerinde şöyle buyurmuştur: حَبِّبُوا اللهَ إِلٰى عِبَادِهِ يُحْبِبْكُمُ اللهُ “Allah’ı kullarına sevdirin ki Allah da sizi sevsin.”(Taberânî, el-Mu’cemü’l-kebîr 8/90, 91) Bu hadis de göstermektedir ki, Allah tarafından sevilmenin yolu, O’nu kullarına sevdirmekten geçmektedir. Çünkü onları deli gibi sevme, ebedî dirilişin de temel unsuru ve vesilesidir.
Ne yazık ki Müslümanlar bu konuda kendilerine düşen vazifeyi hakkıyla yerine getiremediklerinden ötürü, insanlığa belli bir dönemde fetret yaşattılar. Cismanî zevklerinden ve yaşama sevdalarından sıyrılarak kendi değerlerini muhtaç sinelere duyurma istikametinde tıpkı sahabe-i kiram ve havariler gibi dünyanın dört bir yanına açılamadılar. Açılıp İnsanlığın Medar-ı İftiharı’nı kendi büyüklüğü ve kendi ihtişamıyla insanlığa tanıtamadılar. Tavır ve davranışlarıyla mükemmel bir temsil sergileyerek gönüllere giremediler. O Sonsuz Nur’un bütün dünyaları aydınlatacak bir ışık kaynağı olduğunu gösteremediler. En azından O’nun hakkındaki olumsuz düşünceleri izale ederek, “Bu, çok büyük bir insan.” dedirtemediler. Neticede insanlığa günümüzde de hâlâ etkisini devam ettiren böyle bir fetret dönemi yaşattılar. Elbette bunda, inanmayanların gafletlerinin, duyarsızlıklarının ve ön yargılarının da tesiri vardı. Fakat önemli olan, Müslümanların yapmaları gerekli olan işi yapıp yapmadıklarıdır.
Sahabe efendilerimiz, neredeyse dünyanın üçte birine açılmışlar ve çok kısa bir zamanda kopkoyu karanlıklar içinde yüzen bir dünyayı aydınlatmışlardı. Gittikleri yerlerde gönüllere taht kurmuşlar ve insanlarda kendi değerlerine karşı ciddi bir alâka uyarmışlardı. Bunu da bilgiçlik taslayarak, güç ve kuvvetleriyle değil; imanları, samimiyetleri ve sağlam temsilleriyle başarmışlardı. Eğer biz bugün yarım yamalak da olsa dinin güzelliklerini yaşayabiliyorsak, o ani’l-merkez gücün tesiri sayesinde yaşıyoruz. Çünkü onların meydana getirdikleri ani’l-merkez güç, günümüze kadar ulaşmıştır.
Bu itibarla şunu bir kere daha ifade etmek istiyorum: Gerek size yakın duran ve sizinle birlikte başını secdeye koyan ve Allah karşısında iki büklüm olan insanlar, gerekse öteden beri aleyhinizde bulunan insanlar sizin hakkınızda ne düşünürse düşünsünler, paranoyalarına bağlı ne türlü plânlar yaparsa yapsınlar, size düşen vazife, insanlığa evvela Allah’ı ve Peygamber’i sevdirmek, ondan sonra da Allah ve Peygamber’den ötürü insanların birbirini sevmesini sağlamak ve bütün dünyada bir barış ortamının oluşmasına katkı sunmaktır.
Sevgi ve Hüsnüzanda Denge
Adanmışlar, kendi vazifelerini tastamam yerine getirmenin yanında, başkalarıyla kuracakları münasebetlerde de son derece dengeli olmaya çalışmalıdırlar. Mesela birisine karşı sevgi gösterilecek, delice bir alaka ortaya konulacaksa bu, Allah ve Resûlüllah olmalıdır. Onlardan sonra Raşit Halifeler, ardından da sahabe efendilerimiz gelmelidir. Maalesef biz, kendimize ait pek çok değeri kaybettiğimiz gibi, Allah ve Resûlüllah sevgisinde de yaya kaldık. Eskide olduğu gibi camilerde Hz. Ruhu Seyyidi’l-En’am’ın adı anıldığında bayılıp düşen insan gördünüz mü hiç! Bizim Allah sevgimizi çaldılar; Peygamber sevgimizi çaldılar ve bütün sevgi kabiliyetlerimizi dünyaya ve kendi nefsimize bağladılar. Dolayısıyla biz de muhabbet mahrumu insanlar hâline geldik.
Sevilmesi gerekli olan şeyleri, sevilmesi gerekli olduğu ölçüde derinlemesine sevemedik. Bazen de bu sevgiyi suiistimal ettik. Farkında olmadan yanlışlar yaptık. Mesela birilerinin bazı iyiliklerini göz önüne alarak, onlara karşı ciddi bir sevgi gösterisinde bulunduk. Bu da gayretullaha dokundu. Neticede Allah, aklımızı başımıza almamız adına bizi şefkat tokatlarına maruz bıraktı. ‘Gayrimeşru muhabbetimizin cezası olarak merhametsizce tokatlar’ yedik. Bununla bir yandan da O, sevdiklerimizin, zannettiğimizin aksine bu ölçüde teveccüh ve takdire layık olmadıklarını bize gösterdi. Demek ki insanlara gösterilecek sevgi ve alâkada haksızlık etmeme ve dengeyi koruma çok önemli bir faktördür.
Başkalarıyla kurulacak münasebetlerde dengeli olunacak diğer bir yer de, onlar hakkındaki kanaat ve zanlarımızdır. Hz. Pir’in ifadesiyle bir mü’min, hüsn-ü zan mümkün oldukça, su-i zanna girmemelidir. Başkaları hakkındaki vehimlerine ve ihtimallere dayanarak plân ve projeler oluşturmamalıdır. Herkesin kötülük yapacağı hesabına bağlı işler yapmamalıdır. Çünkü bütün bunlar su-i zandır. Su-i zan ise öyle büyük bir günahtır ki tek başına insanı tepetaklak götürebilir. Fakat bunun yanında eğer siz, birisinden birkaç defa çelme yemişseniz, kündeye getirilmişseniz, size el-ense atılmışsa, işte orada da hüsn-ü zannın yanında âdem-i itimat prensibini işletmeniz gerekir. Eğer siz sırtınızı döndüğünüzde birileri sizi arkadan hançerliyorlarsa, bir daha onlara arkanızı dönemezsiniz.
Sözün özü, bizim asıl vazifemiz kendimizle ve kendi mefkûremizi gerçekleştirmekle meşgul olmaktır. Böyle yüce bir hedefin gerçekleştirilebilmesi için adanmışların dağınıklıktan sıyrılmaları gerekir.  Onlar himmetlerini, gayretlerini ve fikirlerini dağıtacak her türlü faktörden uzak durmalıdırlar. El-âlemin gerek medya yoluyla, gerekse daha başka platformları kullanarak ortaya attıkları yalan yanlış şeylerle meşgul olmamalıdırlar. Yer yer bu türlü şeyler onların uykusunu kaçırsa ve onlarda mukaddes hafakanlar meydana getirse de onlara asla yapmaları gerekli olan farzlar üstü farz vazifelerini unutturmamalıdır. Gönül erleri, bütün ruh güçleriyle ve bütün zihin fakülteleriyle kendi meselelerine konsantre olmalı ve hep o yolda yürümeye devam etmelidirler. Hz. Pir’in dediği gibi, iki elimiz var; dört elimiz olsaydı yine bu istikamette kullanmamız icap ederdi.

Herkul.org

Wednesday, March 27, 2019

GERÇEK ÂLİM


Günümüzde hâlâ ulema geleneği devam etse ve kısmen önemini korusa da, bunun beşinci asırdan sonra alanının daraldığı da bir gerçektir. Yeryüzünde gün bitiminde ışığın karanlığa yenik düşmesi ve bir süre sonra karanlığın hâkim olması gibi, gün geçtikçe ilmî çalışmalar da canlılığını yitirmeye ve azalmaya başlamıştır. İlk beş asırdaki ilmî faaliyetlerde görülen dinamizm, daha sonraki devirlerde yavaş yavaş etkisini kaybetmiştir.
Medreselerin, fen bilimlerini faydasız görerek kapı dışarı atmaları ve aynı zamanda İslâm’ın kalbî ve ruhî hayatından da uzaklaşmaları ise bizim için tam bir felâket olmuştur. Hâlbuki Müslümanlığı kalbî-bedenî ve dünyevî-uhrevî yanları itibarıyla hakiki manada temsil edenler, onu kalbî ve ruhî hayat seviyesinde yaşayabilenlerdir. Maalesef bir dönemden sonra medreseler sadece sarf, nahiv, meânî, beyan, bediî ve belâgat gibi dil ilimleriyle, az miktarda fıkıh, tefsir, kelâm ve hadis ilimlerinin okutulduğu mekânlar hâline gelmiştir. Âlimlerin vazifesi sadece ders okutmaktan ve insanlara vaaz u nasihat etmekten ibaret görülmüş, İslâm’ın ruhî hayatı tekye ve zaviyelere mahkûm edilmiş ve teşriî emirler de tekvinî emirlerden koparılmıştır.
Bir hakikatin üç yüzünü temsil eden medrese, mektep ve tekyenin birbirinden koparılmasıyla, bunlar arasındaki vifak ve ittifak da bozulmuştur. Burada yaşanan ihtilaf ve iftirak ise Allah’ın yardım ve tevfikinin kesilmesine sebep olmuştur. Zira nasıl ki insanlar arasındaki vifak ve ittifak Allah’ın insanları muvaffak kılması için en doğru bir davetçi ise, aynen öyle de İslâm’ın ruhî hayatı, pozitif ilimler ve dinî ilimlerin birbirinden koparılıp ayrı düşürülmesi ve bunların ayrı ayrı güzergâhlar takip etmeye başlamaları da Yüce Allah’ın tevfikinin kesilmesine sebebiyet vermiştir.
Bütün bunlardan da anlaşılacağı üzere günümüzde hakikatin bu üç yüzünü aynı anda temsil eden insan kalmadığından, gerçek ilim insanlarının bulunduğunu söylemek de zordur. Âlim olarak görülen insanların bazısı sadece pozitif ilimleri biliyor ve dolayısıyla natüralizme açık duruyor; bazıları sadece medrese ilimleriyle meşgul oluyor; bazısı da tekye ve tarikatlarda İslâm’ın ruhî hayatını temsil etmeye çalışıyor. Bu itibarla da belki bunların hepsi bir şeyler biliyor ama herkes her şeyi bilmiyor. Bu da bize günümüzde hakiki ulema hasreti yaşatıyor. Bu koordinasyonun yeniden sağlanması gerekiyor. Bu üç kesimin yan yana gelmesi, omuz omuza vermesi ve ortak bir akıl oluşturmaları inşâallah Müslümanların ikinci Rönesansı olacaktır.

Sunday, March 24, 2019

Tarih Anlaşılamaz, Senaryolaştırılabilir

man using smoking pipe beside road



Bilmem farkında mısınız, tarihe ilişkin her neden-sonuç beyanı bir hayali kurguya (senaryoya) dayanır. "X yüzünden Y oldu" demek, "X olmasa Y olmazdı" demektir. Kanıtlanamaz, çünkü tarihi olayları (tek değişkeni kontrol ederek) tekrarlama imkanı yoktur.

"Çanakkale zaferi sayesinde vatan kurtuldu" demek "Çanakkale zaferi olmasa vatan kurtulmazdı" anlamına gelir. Counterfactual bir varsayım ("olmasaydı") üzerine inşa edilmiştir. Olmayanı hayal etme gücünden başka dayanağı yoktur.

Milletin duya duya kanıksadığı senaryolar üzerinden konuşursan "olgu"lardan söz ettiğini sanırlar. 

54 senedir tarih okuyorum, bir şey öğrendim. Tarih anlaşılamaz. Ancak senaryolaştırılabilir.

Thursday, March 21, 2019

Hardy's Lectures

Related image

In lectures, his enthusiasm and delight in the subject fairly spilled over. “One felt,” wrote one of his later students, E. C. Titchmarsh, “that nothing else in the world but the proof of these theorems really mattered.” Norbert Wiener, the American mathematical prodigy who would later create the field known as “cybernetics,” attended Hardy’s lectures. “In all my years of listening to lectures in mathematics,” he would write, “I have never heard the equal of Hardy for clarity, for interest, or for intellectual power.” Around this time, a pupil of E. W. Barnes, director of mathematical studies at Trinity, sought Barnes’s advice about what lectures to attend. Go to Hardy’s, he recommended. The pupil hesitated. “Well,” replied Barnes, “you need not go to Hardy’s lectures if you don’t want, but you will regret it—as indeed,” recalled the pupil many years later, “I have.” Others who missed his lectures may not, in retrospect, have felt such regret: so great was Hardy’s personal magnetism and enthusiasm, it was said, that he sometimes diverted to mathematics those without the necessary ability and temperament.

But as lucid as were his lectures, it was his writing that probably had more impact. Later, speculating about what career he might have chosen other than mathematics, Hardy noted that “Journalism is the only profession, outside academic life, in which I should have felt really confident of my chances.” Indeed, no field demanding literary craftsmanship could fail to have profited from his attention. “He wrote, in his own clear and unadorned fashion, some of the most perfect English of his time,” C. P. Snow once said of him. That Hardy’s impressions of Ramanujan would be so relentlessly quoted, and would go so far toward fixing Ramanujan’s place in history, owes not alone to his close relationship with Ramanujan but to the sheer grace with which he wrote about him.

**

Thought, Hardy used to say, was for him impossible without words. The very act of writing out his lecture notes and mathematical papers gave him pleasure, merged his aesthetic and purely intellectual sides. Why, if you didn’t know math was supposed to be dry and cold, and had only a page from one of his manuscripts to go on, you might think you’d stumbled on a specimen of some new art form beholden to Chinese calligraphy. Here were inequality symbols that slashed across the page, sweeping integral signs an inch and a quarter high, sigmas that resonated like the key signatures on a musical staff. There was a spaciousness about how he wrote out mathematics, a lightness, as if rejecting the cramped, ungenerous formalities of the printed notation. He was like a French impressionist, intimating worlds with a few splashes of color, not a maker of austere English miniatures.

Wednesday, March 20, 2019

British Math vs European Math



Since the seventeenth century, Britain had stood, mathematically, with its back toward Europe, scarcely deigning to glance over its shoulder at it. Back then, Isaac Newton and the German mathematician Gottfried Wilhelm von Leibniz had each, more or less independently, discovered calculus. Controversy over who deserved the credit erupted even while both men lived, then mushroomed after their deaths, with mathematicians in England and on the Continent each championing their compatriots. Newton was the premier genius of his age, the most fertile mind, with the possible exception of Shakespeare’s, ever to issue from English soil. And yet he would later be called “the greatest disaster that ever befell not merely Cambridge mathematics in particular but British mathematical science as a whole.” For to defend his intellectual honor, as it were, generations of English mathematicians boycotted Europe—steadfastly clung to Newton’s awkward notational system, ignored mathematical trails blazed abroad, professed disregard for the Continent’s achievements. “The Great Sulk,” one chronicler of these events would call it.

In calculus as in mathematics generally, the effects were felt all through the eighteenth and nineteenth centuries and on into the twentieth. Continental mathematics laid stress on what mathematicians call “rigor,” the kind to which Hardy had first been exposed through Jordan’s Cours d’analyse and which insisted on refining mathematical concepts intuitively “obvious” but often littered with hidden intellectual pitfalls. Perhaps reinforced by a strain in their national character that sniffed at Germanic theorizing and hairsplitting, the English had largely spurned this new rigor. Looking back on his Cambridge preparation, Bertrand Russell, who ranked as Seventh Wrangler in the Tripos of 1893, noted that “those who taught me the infinitesimal Calculus did not know the valid proofs of its fundamental theorems and tried to persuade me to accept the official sophistries as an act of faith. I realized that the Calculus works in practice but I was at a loss to understand why it should do so.” So, it is safe to say, were most other Cambridge undergraduates.

Calculus rests on a strategy of dividing quantities into smaller and smaller pieces that are said to “approach,” yet never quite reach, zero. Taking a “limit,” the process is called, and it’s fundamental to an understanding of calculus—but also, typically, alien and slippery territory to students raised on the firm ground of algebra and geometry. And yet, it is possible to blithely sail on past these intellectual perils, concentrate on the many practical applications that fairly erupt out of calculus, and never look back.

In textbooks even today you can see vestiges of the split—which neatly parallels that between Britain and the Continent in the nineteenth century: the author briefly introduces the limit, assumes a hazy intuitive understanding, then spends six chapters charging ahead with standard differentiation techniques, maxima-minima problems, and all the other mainstays of Calc 101 . . . until finally, come chapter 7 or so, he steps back and reintroduces the elusive concept, this time covering mine-strewn terrain previously sidestepped, tackling conceptual difficulties—and stretching the student’s mind beyond anything he’s used to.

Well, the first six chapters of this generic calculus text, it could be said, were English mathematics without the Continental influence. Chapter 7 was the new rigor supplied by French, German, and Swiss mathematicians. “Analysis” was the generic name for this precise, fine-grained approach. It was a world of Greek letters, of epsilons and deltas representing infinitesimally small quantities that nonetheless the mathematicians found a way to work with. It was a world in which mathematics, logic, and Talmudic hairsplitting merged.

First Gauss, Abel, and Cauchy had risen above the looser, intuitive nostrums of the past; later in the century, Weierstrass and Dedekind went further yet. None of them were English. And the English professed not to care. Why, before the turn of the century, Cauchy—the Cauchy, Augustin Louis Cauchy, the Cauchy who had launched the French school of analysis, the Cauchy of the Cauchy integral formula—was commonly referred to around Cambridge as “Corky.”

Since Newton’s time, British mathematics had diverged off on a decidedly applied road. Mathematical physics had become the British specialty, dominated by such names as Kelvin, Maxwell, Rayleigh, and J. J. Thomson. Pure math, though, had stultified, with the whole nineteenth century leaving England with few figures of note. “Rigor in argument,” J. E. Littlewood would recall, “was generally regarded—there were rare exceptions—with what it is no exaggeration to call contempt; niggling over trifles instead of getting on with the real job.” Newton had said it all; why resurrect these arcane fine points? Calculus, and the whole architecture of mathematical physics that emanated from it, worked.

And so, England slept in the dead calm of its Tripos system, where Newton was enshrined as God, his Principia Mathematica the Bible. “In my own Tripos in 1881, we were expected to know any lemma [a theorem needed to prove another theorem] in that great work by its number alone,” wrote one prominent mathematician later, “as if it were one of the commandments or the 100th Psalm. . . . 

Cambridge became a school that was self-satisfied, self-supporting, self-content, almost marooned in its limitations.” Replied a distinguished European mathematician when asked whether he had seen recent work by an Englishman: “Oh, we never read anything the English mathematicians do.”

The first winds of change came in the person of Andrew Russell Forsyth, whose Theory of Functions had begun, in 1893, to introduce some of the new thinking—though by this time it wasn’t so new anymore—from Paris, Göttingen, and Berlin. Written in a magisterial style, it burst on Cambridge, as E. H. Neville once wrote, “with the splendour of a revelation”; some would argue it had as great an influence on British mathematics as any work since Newton’s Principia. By the standards of the Continent, however, it was hopelessly sloppy and was soundly condemned there. “Forsyth was not very good at delta and epsilon,” Littlewood once said of him, referring to the Greek letters normally used for dealing with infinitesimally small quantities. Still, it helped redirect the gaze of English mathematicians toward the Continent. It charted a course to the future, but did not actually follow it.

That was left to Hardy.


Cambridge, A Society of Bachelors

Image result for cambridge trinity 1900s
That Hardy’s life was spent almost exclusively in the company of other men, that he scarcely ever saw a woman, was, in those days, not uncommon. After all, among Havelock Ellis’s thousand or so British “geniuses,” 26 percent never married. In the academic and intellectual circles of which Hardy was a part, such a monastic sort of life actually represented one pole of common practice.
Thus, at Cranleigh School, all the teachers, except for the House staff, were men, most of them bachelors; dormitory masters had to be bachelors. Winchester was the same way. So was Cambridge. “In my day we were a society of bachelors,” wrote Leslie Stephen in Some Early Impressions of his time at Cambridge during the early 1860s. “I do not remember during my career to have spoken to a single woman at Cambridge except my bed-maker and the wives of one or two heads of houses.”


Not much had changed by the time Hardy reached Cambridge a generation later. Among the twenty or so colleges, two—Girton and Newnham—had been established for women in the previous two decades. But though women, with the lecturer’s consent and chaperoned by a woman don, could attend university lectures, by 1913 they still kept mostly to themselves and played little part in undergraduate life. Until 1882, college fellows couldn’t marry, but even after that most fellows remained bachelors. In 1887, a proposal was made to offer degrees to women; it was soundly defeated. Ten years later, on a May day in 1897, a straw-hatted mob thronged outside the Senate House, where the matter was again being taken up, demonstrating against the measure. A woman was hanged in effigy. A large banner advised (after Act II, Scene I of Much Ado About Nothing) “Get you to Girton, Beatrice. Get you to Newnham. Here’s no place for you maids.”


It was an almost laughably artificial environment, with dons left woefully ignorant of domestic life. One time at St. John’s College, the story goes, an elderly bachelor at High Table congratulated someone on the birth of his son. “How old is the little man?” he asked.

“Six weeks,” came the reply.

“Ah,” said the bachelor don, “just beginning to string little sentences together, I suppose.”

About the only time Hardy and other fellows encountered women was among the bedmakers who tidied up college rooms—and they were said to be selected for their plainness, age, and safely married status, presumably so as to minimize the distraction they represented to students and fellows of the colleges.

**
There was a hauntedness to Hardy that you could see in his eyes. “I suspect,” remembered an Oxford economist, Lionel Charles Robbins, who knew him later, that “Hardy found many forms of contact with life very painful and that, from a very early stage, he had taken extensive measures to guard himself against them. Certainly in his friendlier moments—and he could be very friendly indeed—one was conscious of immense reserves.” Always, he kept the world at bay. The obsession with cricket, the bright conversation, the studied eccentricity, the fierce devotion to mathematics—all of these made for a beguiling public persona; but none encouraged real closeness. He was a friend of many in Cambridge, an intimate of few.
In the years after 1913, Hardy would befriend a poor Indian clerk. Their friendship, too, would never ripen into intimacy.




Window and Scoreboard Metaphor to Understand Statistics



There are two kinds of people in life: those who like crude dualities and those who do not. And now that I’ve unmasked myself as the first, please allow me to introduce a statistical distinction I find helpful: windows vs. scoreboards.

A “window” is a number that offers a glimpse of reality. It does not feed into any incentive scheme. It cannot earn plaudits or incur punishments. It is a rough, partial, imperfect thing—yet still useful to the curious observer. Think of a psychologist asking a subject to rate his happiness on a scale from 1 to 10. This figure is just a crude simplification; only the most hopeless “1” would believe that the number is happiness.

Or imagine you’re a global health researcher. It’s not possible to quantify the physical and mental well-being of every human in a country. Instead, you look to summary statistics: life expectancy, childhood poverty, Pop-Tarts per capita. They’re not the whole reality, but they’re valuable windows into it.

The second kind of metric is a “scoreboard.” It reports a definite, final outcome. It is not a detached observation, but a summary judgment, an incentive scheme, carrying consequences.

Think of the score in a basketball game. Sure, bad teams sometimes beat good ones. But call the score a “flawed metric for team quality,” and people will shoot you the side-eye. You don’t score points to prove your team’s quality; you improve your team’s quality to score more points. The scoreboard isn’t a rough measure, but the desired result itself.

Or consider a salesperson’s total revenue. The higher this number, the better you’ve done your job. End of story.
A single statistic may serve as window or scoreboard, depending on who’s looking. As a teacher, I consider test scores to be windows. They gesture at the truth but can never capture the full scope of mathematical skills (flexibility, ingenuity, affection for “sine” puns, etc.). For students, however, tests are scoreboards. They’re not a noisy indicator of a nebulous long-term outcome. They are the outcome.

Many statistics make valuable windows but dysfunctional scoreboards. For example, heed the tale of British ambulances. In the late 1990s, the UK government instituted a clear metric: the percentage of “immediately life-threatening” calls that paramedics reached within eight minutes. The target: 75%.

Nice window. Awful scoreboard.

First, there was data fudging. Records showed loads of calls answered in seven minutes and 59 seconds; almost none in eight minutes and one second. Worse, it incentivized bizarre behavior. Some crews abandoned their ambulances altogether, riding bicycles through city traffic to meet the eight-minute target. I’d argue that a special-built patient-transporting truck in nine minutes is more useful than a bicycle in eight, but the scoreboard disagreed.

Tuesday, March 19, 2019

The Big Choices We Make Are Practically Random



The big choices we make [in life] are practically random. The small choices probably tell us more about who we are. Which field we go into may depend on which high school teacher we happen to meet. Who we marry may depend on who happens to be around at the right time of life. On the other hand, the small decisions are very systematic. That I became a psychologist is probably not very revealing. What kind of psychologist I am may reflect deep traits.

Amos Tversky

Replication of Previous Research



If a finding is true, then rerunning the experiment should generally yield the same outcome. If it’s false, then the result will vanish like a mirage.


**

Replication is slow, unglamorous work. It takes time and money while producing nothing new or innovative. But psychology knows the stakes and is beginning to face its demons. One high-profile project, published in 2015, performed careful replications of 100 psychological studies. The findings made headlines: 61 of the 100 failed to replicate.

In that grim news, I see progress. The research community is taking a sobering look in the mirror and owning up to the truth, as ugly as it may be. Now social psychologists hope that other fields, such as medicine, will follow their lead.
Science has never been defined by infallibility or superhuman perfection. It has always been about healthy skepticism, about putting every hypothesis to the test. In this struggle, is the field of statistics an essential ally. Yes, it has played a part in bringing science to the brink, but just as surely, it will play a part in bringing science back.

Not all 0.04s are created equal!



In 1925, a statistician named R. A. Fisher published a book called Statistical Methods for Research Workers. In it, he proposed a line in the sand: 0.05. In other words, let’s filter out 19 of every 20 flukes.

Why let through the other one in 20? Well, you can set the threshold lower than 5% if you like. Fisher himself was happy to consider 2% or 1%. But this drive to avoid false positives incurs a new risk: false negatives. The more flukes you weed out, the more true results get caught in the filter as well.

Suppose you’re studying whether men are taller than women. Hint: they are. But what if your sample is a little fluky? What if you happen to pick taller-than-typical women and shorter-than-typical men, yielding an average difference of just 1 or 2 inches? Then a strict p-value threshold may reject the result as a fluke, even though it’s quite genuine.

The number 0.05 represents a compromise, a middle ground between incarcerating the innocent and letting the guilty walk free.

For his part, Fisher never meant 0.05 as an ironclad rule. In his own career, he showed an impressive flexibility. Once, in a single paper, he smiled on a p-value of 0.089 (“some reason to suspect that the distribution… is not wholly fortuitous”) yet waved off one of 0.093 (“such association, if it exists, is not strong enough to show up significantly”).
To me, this makes sense. A foolish consistency is the hobgoblin of little statisticians. If you tell me that after-dinner mints cure bad breath (p = 0.04), I’m inclined to believe you. If you tell me that after-dinner mints cure osteoporosis (p = 0.04), I’m less persuaded. I admit that 4% is a low probability. But I judge it even less likely that science has, for decades, overlooked a powerful connection between skeletal health and Tic Tacs.

All new evidence must be weighed against existing knowledge. Not all 0.04s are created equal.

Namazın Rükünleri




‘Namaza kalktığın zaman tekbir getir ve namaza başla. Sonra bir miktar Kur’ân oku. Sonra rükûa git ve azaların sükûnet buluncaya, oturaklaşıncaya kadar rükûda kal (başka bir rivayette; ‘mafsalların kendilerini salıp gevşeyinceye kadar‘). Sonra başını rükûdan kaldır ve vücudun dimdik oluncaya kadar secdeye gitme. Sonra secdeye var ve azaların oturaklaşıncaya kadar secdede kal. Sonra secdeden başını kaldır ve vücudun oturma durumunda sükûnet buluncaya kadar otur. Sonra tekrar secdeye git ve azaların sükûnet buluncaya kadar da kalkma... ve bütün namazlarını böyle kıl.’”

Bu ve benzer delillerden hareketle, içlerinde Hanefi mezhebinden İmam Ebû Yusuf’un da olduğu fukahanın pek çoğu, tadil-i erkâna riayeti farz kabul etmişlerdir. Hanefi mezhebinde fetvaya esas olan görüşe göre ise vaciptir. Dolayısıyla namaz eda edilirken, mutlaka tadil-i erkâna riayet edilmelidir. Kanaatimce tadil-i erkâna farz diyenlerin görüşünü amelde esas almak ihtiyata daha muvafıktır. Madem bunu söyleyen müçtehit imamlar kendilerini tamamen Kur’ân’a vermiş; Kur’ân ve Sünnet’i anlamayı hayatlarına gaye edinmiş büyük insanlardır, onların aralarında ihtilaf ettikleri hususlarda ihtiyata muvafık olanla amel etmek en doğru hareket tarzıdır.

Bu, namazın bütün rükünlerini ve esaslarını usûlüne uygunca yerine getirmek, onu matlaşmaya ve renk atmaya maruz bırakmadan hep ilk günkü neşve içerisinde devam ettirmeye çalışmaktır. Bunun için namazda Kur’ân-ı Kerim’i uzunca okuyup kıyamı uzatma, rükû ve secdede uzunca durma gibi hususlar da çok önemlidir. Bir yönüyle esas olan, rükünlerin hakkıyla yerine getirilmesi ve meşakkatlerine katlanılmasıdır. Çünkü bu rükünlere hakkıyla riayet etmek, insana her namazda ayrı ayrı buudlar kazandıracaktır. 


Secde ve Tahiyyat



Muhakkikîn-i ulema, namazın rükünleri arasında yer alan secdeyi, “insanın ulaşabileceği en son zirve” olarak kabul eder ve “Diğer rükünler, secdeye ulaşabilmek için birer basamak hükmündedir.” derler. Evet, insan, abdest ile başlayan huzur-u ilâhiye çıkma ameliyesinde çeşitli safhalardan geçer ve Allah Resûlü’nün ifadesiyle, “Kulun Rabbine en yakın olduğu…” mekâna, yani secde hâline ulaşır. Yalnız burada önemli olan, secdedeki insanın, Rabbi ile olan kalbî münasebeti ve duyduğu, hissettiği şeylerdir. 

Mesela namaz kılan bir mü’min, kıyamda dururken, “Rabbim, şayet Sen teşrî kılmasaydın, Sana karşı nasıl kulluk yapılır ben bilemezdim; Sana sonsuz hamd ü senâlar olsun!”; rükûda “Bu hâlim benim ubûdiyetimi ifade etmede yeterli mi, değil mi bilemiyorum ama Efendimiz’i örnek alarak yapabildiğim kadar yapmaya çalışıyorum, Sen kabul eyle!” ve secdede; “Eğer muktedir olsaydım Allahım, başımı ayaklarımdan da aşağıya koyardım.” gibi düşüncelerle namazın her bir rüknünü duya duya eda etmelidir.

**


Tahiyyata oturma, kulun, namazda terakki için çabalaması ve bütün gayretini sarfedip sonuçta bitip tükenmesinin ifadesidir. Kul, vücudunda ne kadar enerjisi, dimağında ne kadar duyarlılığı, ruhunda ne kadar heyecanı var ve hisleri ne kadar uyanıksa bütününü Rabbine terakki için kullanacak, sonra da tahiyyata oturacaktır.

Friday, March 15, 2019

İstişarenin Hakkıyla Yerine Getirilememesi

Şûrânın maaşlı memurlarla yürütülmesi beraberinde bir kısım problemleri de getirir…
Ayrıca “Şura” yazısında şu önemli hususa da dikkat çekilmektedir: “Onun periyodik olarak icra edileceğine dair herhangi bir nass olmadığı gibi, maaşlı ve ücretli adamlarla yürütüldüğüne dair de herhangi bir işaret mevcut değildir. Teşrî döneminden sonraki tatbikat ise bizi bağlamaz. Zaten, şûrânın maaşlı memurlarla yürütülmesi beraberinde bir kısım problemleri de getirir…”
Önceki yazıda istişareye ilgili her kesimden temsilcilerin katılması gerektiği üzerinde durulmuştu. Bu katılanların maaşlı ve ücretli insanlardan olması gerekmemektedir. Aksine maaşlı memurlarla istişarelerin yapılması bir takım problemleri beraberinde getirecektir. Bu insanlarda, açık ya da gizli (şuuraltlarında) maaşlarından olmamak ve işlerini kaybetmemek için yönetim ile karşı karşıya gelmeme endişesinin olması mümkündür. Dolayısıyla fikirlerini ifade ederken tam manasıyla hakperest olamamaları tehlikesi vardır. Bu hususa binaen denetim faaliyetlerinde bağımsızlık ilkesi önem arzetmektedir. Deneticiler eğer maaşlarını denetledikleri şahıs ve kurumlardan alıyorlarsa gerçek anlamda bağımsız hareket edememektedirler. Çünkü ortada bir “conflict of interest” yani menfaat çatışması sözkonusudur.
Hizmetin ilk yıllarında istişareler Hizmet’ten maaş almayan insanlar ile yapılmaktaydı. İstişare heyetleri büyük kısmı itibarıyla üniversite öğrencisi olan insanlar, esnaflar ve hizmet dışında kendi işlerini yapan, hizmetle maddi bir ilişkisi olmayan bağımsız insanlardan oluşmaktaydı. Böyle olunca da Hizmet’ten herhangi bir beklentileri söz konusu değildi. Beklentisiz ve bağımsız olmaları sebebiyle, alınan kararlarda herkes Allah (cc) rızasını gözetiyor, fikirlerini hür iradeleri ile çok rahat ortaya koyabiliyor ve kimse bunun karşısında bir hazımsızlık ortaya koymuyordu. Bu durum, o dönemki yapılan hizmetlerde sebep sonuç ilişkisi ile izah edilemeyecek ölçüde başarıların elde edilmesini sağlamıştı.
Bugünkü yaşanılan süreçin öncesinde ise istişarelerin yapıldığı insanların ekseriyeti, maaşlı çalışan yani hizmetten maaş alanlardan oluşmaktaydı. Maalesef bu durum istişarelerin sağlıklı yapılabilmesinin önünde bir engel teşkil ediyordu. Süreç ile beraber zaruri olan bir takım görevler dışında artık hizmetten maaş alanların sayısında ciddi miktarda azalma gerçekleşmiştir. Hizmet hareketine mensup  olanların ekseriyeti artık başka işlerde çalışıyorlar veya çalışmak zorundadırlar. Bu gerçekleşen durum, istişarelerin daha sağlıklı yapılmasına da önemli katkılar sağlayacaktır. İstişarelerde tabi ki hizmetten maaş alan bir takım görevli insanlar da bulunacaktır ama istişare ekiplerinin ekseriyetinin bağımsız yani hizmetten maaş almayan insanlardan oluşturulması bir zarurettir ve gelinen noktada kaçınılmazdır.
**
Diğer taraftan Hocaefendi kıdemlerin ve makamların kullanılarak istişarelerin fikirleri dayatma yerleri olmaması gerektiği ile ilgili şu önemli tesbitleri yapmaktadırlar: “O halde dile getirilen görüşlerden birisinin zerre kadar hayır ağırlığının söz konusu olduğu bir yerde; ne kıdemin, ne unvanın, ne makamın ne de parmakla gösterilen biri olmanın etkisi söz konusu olamaz. Aksine hakikat orta yerde dururken bütün bunları bir kredi olarak görme ve baskı unsuru yapma meşveretin ruhunu tahrip etme demektir.
Karşı tarafı dinleme saygısını gösteremeyen ve sürekli kendi düşüncelerini doğru gören kimse esasında nefsini put haline getirmiş bir zavallıdır. Nefsi karşısında rükû ve secdeye varan böyle bir zavallı ise din ve hizmet adına konuştuğunu zannetse de, hakikatte nefsi hesabına konuşuyor demektir.Dolayısıyla onun ortaya koyduğu düşünceler hep reaksiyona sebebiyet verecek, tepkiyle karşılanacaktır.”
İstişarelerde kıdem ve kredilerini kullanma zaafı olan insanların bu egoist ve bencilce tavırları istişarelerin yümün ve bereketini alıp götürecektir. Halbuki, Hz. Üstad, Münazarat’ta ortaya konan fikirleri sadece kendisi söylediği için kabul etmemeleri gerektiği ile ilgili şunları söylemektedir: “Fakat siz mihenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip, tamamını kabul etmeyiniz; belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise, her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte, size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın; mihenge vurunuz. Eğer altın çıktı ise kalpte saklayınız; bakır çıktı ise, çok gıybeti üstüne ve bedduâyı arkasına takınız; bana reddediniz, gönderiniz.”
Osman Şahin 

Sunday, March 10, 2019

Euler

In mathematics and physics, there are a large number of topics named in honor of Swiss mathematician Leonhard Euler (1707–1783), who made many important discoveries and innovations. Many of these items named after Euler include their own unique function, equation, formula, identity, number (single or sequence), or other mathematical entity. Many of these entities have been given simple and ambiguous names such as Euler's functionEuler's equation, and Euler's formula.
Euler's work touched upon so many fields that he is often the earliest written reference on a given matter. In an effort to avoid naming everything after Euler, some discoveries and theorems are attributed to the first person to have proved them after Euler. (Wikipedia)