Friday, November 17, 2017

Türkçe'nin Yabancı Kelimelerden Arındırılması Neden Zor?



“Türkçeyi “yabancı kelimelerden temizleme” çabasına girenlerin işi hiç kolay değil. Bir fikir vermek için, temizlenmesi gereken deyimlerden küçük bir demet sunayım.

Gazete bayii (İtalyanca Arapça), limited şirket (İngilizce Arapça), betonarme bina (Fransızca Arapça), tahta kurusu (Farsça Yunanca), yasal haklar (Moğolca Arapça), tepsi böreği (Çince Farsça), davul zurna (Arapça Farsça), haydut herif (Macarca Arapça), salaş lokanta (Macarca İtalyanca), çölde çay (Moğolca Çince), motorize tümen (Fransızca Toharca), domates peynir (Aztekçe Farsça), şampiyon Fenerbahçe (Fransızca Yunanca Farsça), İstanbul Belediyesi Park ve Bahçeler Müdürlüğü (Yunanca Arapça İngilizce Arapça Farsça Arapça), Osmaniye Valiliği Lüzumsuz Mesai Dairesi Amirliği (altı kez Arapça).

Olaya farklı bir açıdan bakmak da bence mümkün. Böyle inanılmaz bir kültür sentezinin yeryüzünde başka örneği acaba var mıdır? Başka hangi dil ‘Çin Seddinden Atlantiğe kadar’ hemen her dilin izlerini taşır? Bir kavramın Fransızcasını, Yunancasını ve Arapçasını aynı rahatlıkla bir cümleye sığdırabilmek bir zenginlik değil midir?

Kozmopolitliğiyle övünen İngiliz dilinin kelime hazinesinin %25 kadarı eski Anglosaksoncadan, %60 kadarı Fransızca ve Latinceden geliyor. Fransızca kelimelerin %70’e yakın bölümü Latinceden devşirme. Doğrusunu söylemek gerekirse, az çok inceleme fırsatını bulduğum 25 kadar dil arasında Türkçenin rekoruna yaklaşan başka dil yok.

Liranın Hikayesi


“Yunanca lítra veya líthra ile Latince libra, iki kefeli terazide kullanılan ve başlangıçta yaklaşık 310 grama muadil olduğu sanılan bir tartı biriminin adı. Erken antik çağda bu ölçü Sicilya’dan başlayarak tüm Akdeniz dünyasına yayılmış. t – b eşdeğerliği kuraldışı olduğundan kelimenin asıl biçimini tahmin etmek mümkün değil; ama iki sözcüğün kökende aynı olduğu uzmanlarca kabul ediliyor.

İki sözcükten libra daha yaygın kullanıma kavuşmuş. Livre adıyla Fransızcaya geçmiş. İngilizcede libra ve Anglosakson asıllı pound biçimleri eş anlamlı olarak kullanılmış (o yüzden günümüze dek pound’un kısaltması lb. yazılıyor). Ağırlık birimi olmanın yanısıra, 1 lb. gümüş içeren standart para biriminin de adı olmuş. Avrupa’da ilk gümüş libre 8. yüzyılda Şarlman zamanında tedavüle girmiş. İtalyanca lira adıyla Floransa şehir devletinin dünyaca ünlü parası olmuş. Osmanlı devletinde Galatalı İtalyan bankerlerin kullandığı bir muhasebe birimi iken, 19. yüzyıl sonlarında bilfiil dolaşıma girmiş. 1919-20 enflasyonunda kuruşu ezip geçmiş. ”

Tuesday, November 14, 2017

Elif'in Öküzü ya da Sürprizler Kitabı




“Belki belirtmekte yarar var: Türk dili yabancı alıntılarla zenginleşmeye Malazgirt’ten de İslamiyetten de çok önce başlamış. Farsça ve başka İran dillerinden alıntılar 8. yüzyıldaki ilk Göktürk yazıtlarında bile karşımıza çıkıyorlar. Şurası kesin: Türklerin Orta Asyalı ataları bugünkü öykünmecilerinden daha açık fikirli insanlarmış. Güzel bir kelime bulunca, ‘bu Öz Türkçedir, bu değildir’ diye pek dert etmezlermiş.”

**
“Sbandito edilmiş bir kişinin dağda derede dolaşıp eşkiyalık etmek, yol kesip haraç almak dışında pek bir şansı kalmadığı açık. Hatta bir dönem İtalya’da sbanditi sayısı o kadar artmış ki birçok dilde bu İtalyanca sözcük kanun kaçağı, haydut, eşkiya kavramına model olmuş. İngilizce bandit buradan geliyor. Türkçe ızbandut da böyle.

(Türk dili nedense bu cins kelimeleri hep dışarıdan ithal etmiş. Haydut Macarca, çete Sıpça, şaki/eşkiya Arapça, terorist Fransızca, mafya İtalyanca, gangster Amerikanca, desperado İspanyolcadan alınma Amerikanca. Yerlisi hiç yok muymuş diye insan merak ediyor.)

**
“Sınıfın Arapça çoğulu olan esnaf eski anlamını korumuş. Bu sözcük aslında kolektif bir isim: ‘esnaf velinimetimiz’ ya da ‘esnaf ayaklandı’ deyimlerindeki gibi “bilumum lonca erbabı” anlamına geliyor. Tekil bir ad (‘o şimdi esnaf’) veya sıfat (‘çok esnaf adam’) olarak kullanıma girmesi, Türkiye’de doğru dürüst Arapça bilen kimse kalmadığının göstergesi.”

**
“... bugün kullandığımız Türkçede Latinceden Fransızca yoluyla aldığımız – benim sayabildiğim – en az 2500 kelime var. Oranlamak için hatırlatayım: Orta Asya Türkçesinden günümüze kalan miras 1200 kelime. ”

**
“Arapçanın güzelliği de zaten burada: neredeyse matematiksel bir şıklıkla yeni sözcükler üretmeye imkân veren bir dil.”

**
“Künefe Türkçeye yakın yıllarda girmiş olan üç beş Arapça sözcükten biri. Antakya yerel ağzından alındı. Orada kunāfe diye söyleniyor galiba. Kadayıf tabakasını ikiye katlayıp, adeta kanat altına saklar gibi araya bir kat peynir katılarak yapılan tatlının adı.

Diğer taze Arapça alıntılar hangileri? Aklıma gelenler lahmacun, darbuka, bir tür davul olan bendir ve Bermudanın otantik versiyonu olan haşema. Vaktiyle Araplardan en soyut ve yüksek bilimsel kavramları alırmışız. Şimdi anlaşılan pek öyle değil.”

**
“Arapça çoğullar başlı başına bir uzmanlık dalı. Benim bildiğim kırk dolayında çoğul vezni bulunuyor ve hangi kelimenin hangi vezinde çoğul olacağını önceden tahmin etmenin katiyen imkânı yok. Mesela şeyin çoğulu eşya, emrin çoğulu umur, hakkın çoğulu hukuk, hadisenin çoğulu havadis, vasıtanın çoğulu vesait, mülkün çoğulu emlak, kısmın çoğulu aksam, nefsin çoğulu nüfus, tören anlamına gelen resmin çoğulu merasim, harç anlamına gelen resmin çoğulu rüsum, çukur anlamına gelen kabrin çoğulu da, evet, kubur. ”

**
“Sırası gelmişken belirteyim. -cik, -ceğiz gibi küçültme eklerinin zıddı olan bir büyültme ekine, bellibaşlı dillerden sadece İtalyancada rastlanıyor. Bu o kadar kullanışlı bir icat ki, tüm komşu diller İtalyancadan -one’li sözcükler almak için adeta yarışmışlar. Fransızca veya Venedikçe üzerinden dilimize giren balon, biberon, karton, kordon, patron, salon, trombon sözcükleri bu zümreden. Yunanca üzerinden aldığımız barbunya ve takunya da öyle.”

**
“Benim çocukluğumda İstanbul’da her çocuk Rumca en azından ona kadar sayı saymasını bilirdi. O yüzden októ sözcüğünün Rumca sekiz anlamına geldiğini bilmeyenler olabileceğini düşünmek bana zor geliyor. Aynı sözcüğü matematik, fizik, müzik vb disiplinlerden de tanıyor olmamız lazım. Misal: oktagon (sekizgen), oktet (sekiz çalgı için oda müziği parçası), oktuplet (bir batında doğan sekiz çocuk)... Benzin reklamlarına konu olan oktan, sekiz karbon atomu içeren bir hidrokarbon bileşiği. Oktav ise müzikte sekiz notalık ses aralığının adı. ”

**
“Bizde ise tıpkı ‘esnaftan kimse’nin esnaf oluşu gibi, ‘polis memuru’ da kestirmeden polis olmuş.

Batıda bunlar olurken beri tarafta Yunanlılar pólis’i “şehir” anlamında kullanmaya devam etmişler. Doğu dünyasında yüzyıllar boyunca “şehir” deyince akla gelen ilk ve tek şehir ise, tabii Konstantin şehri olmuş. Bizans’ın başkenti, ayrıca bir isim kullanmaya pek gerek duymadan asırlarca sadece İ Pólis – The Şehir – olarak anılmış. Esas kentin, yani surlarla çevrili tarihi yarımadanın Rumca adı da haliyle “şehiriçi” anlamında stín Póli (εις τήν πóλι’den kısaltma στήν πóλι) olmuş. Londra’nın City’si, Viyana’nın Innenstadt’ı, Antalya’nın Kaleiçi gibi İstanbul (daha doğrusu Stanbol) aslında şehrin değil İç Şehrin adı. Yirminci yüzyıl başına gelinceye kadar zaten kimse Galata ve Üsküdar’a İstanbul demeyi aklına getirmemiş. 

İslambol filan da hikâye.

**
“Sir William Jones’un 2 Şubat 1786’da Kalküta’da Asiatic Society’de yaptığı konuşma, Hintavrupa araştırmalarının başlangıcı sayılır:

"The Sanskrit language, whatever be its antiquity, is of a wonderful structure; more perfect than the Greek, more copious than the Latin, and more exquisitely refined than either, yet bearing to both of them a stronger affinity, both in the roots of verbs and in the forms of grammar, than could possibly have been produced by accident; so strong, indeed, that no philologer could examine them all three, without believing them to have sprung from some common source, which, perhaps, no longer exists."

Son satırdaki ‘perhaps’ın güzelliğine bakar mısınız? ”

Monday, November 13, 2017

Germany's Values and Success


To most of Germany, the hagiography of bootstrap capitalism is not just morally wrong; it’s incomprehensible. Thanks in part to a general leftward tilt on economic issues after the student revolutions of 1968, most of them view the collective good, and the comparatively high taxation that accompanies it not as a sacrifice, but as a fundamental component of civilized society.
It’s not just the social contract that compels Germans to wrinkle their tanned noses at the FDP’s entrepreneurial fervor. They are largely content with their take-home salaries, but not out of altruism. Rather, they view the role of wealth acquisition and consumerism in a fundamentally different way.
To Germans, caution and frugality are signifiers of great moral character. Sure, they favor high-quality consumer goods—but they deliberate on what to buy for years, and expect their possessions to last for decades, from Birkenstocks to $7,000 Miele ovens to Mercedes sedans. Yes, Germany has its super-rich citizens. But most of them, such as the late Albrecht brothers of the Aldi grocery empire, are notoriously reclusive—perhaps because extreme wealth is considered tacky.
Moreover, for Germans, a good work-life balance does not involve unlimited massages and free meals on the corporate campus to encourage 90-hour weeks. Germans not only work 35 hours a week on average—they’re the kind of people who might decide to commute by swimming, simply because it brings them joy. And a German wouldn’t be caught tot pounding down a bar or a glass of Soylent to replace a meal—a ritual that even on workdays takes two hours to consume al fresco over a book or an impassioned conversation, and is available at a neighborhood cafe for a reasonable price.
In other words, Germany is full of happy (albeit outwardly frowning) shoe salespeople and grocery-store cashiers who have completed 18-month training courses for those professions. They earn a decent salary with full benefits—including at least six federally mandated weeks of their beloved Urlaub, or vacation, which, by the way, is the institution they approach with the kind of devotion Americans afford their jobs.
Rebecca Schuman, qz

Saturday, November 11, 2017

After Mirzakhani


Complicating the global image of a nation

Much of the reactions to the death of Mirzakhani was both normal and predictable. The Iranian President Hassan Rouhani and the Stanford University President Marc Tessier-Lavigne both issued solemn statements of condolences. The Iranian media competed in showering her with accolades. The Iranian oppositional venues in the United States and Europe began to use and abuse the occasion to denounce the Islamic Republic for its various policies, especially for the conditions conducive to "brain drain".


Maryam Mirzakhani left Iran to pursue her advanced mathematical studies in the US. She would have gone to Baghdad to do so if she were born one thousand years ago - and she would have probably gone to Beijing if she were born just a couple of decades from now. The question of "brain drain" is, of course, a serious malady in Iran and many other similar countries. But Maryam Mirzakhani was no "brain drain". Hers was a superior intelligence and she travelled where she could nourish it best - and that travelling did not suddenly turn her into this strange thing called "Iran-born", instead of just plain "Iranian".


But something else, something quite simple and significant, was also happening, just like Maryam Mirzakhani herself, gently and quietly.


Mirzakhani is comparable to Omar Khayyam not just because they were both Iranian mathematicians. But because like Khayyam, Mirzakhani too complicates the vision of their common homelands in the European and now American imagination in unpredictable ways.


Markedly brilliant minds and beautiful souls like Maryam Mirzakhani both upon their global recognitions and perforce upon their early and tragic passing become a symbol, a sign, a citation far beyond who they are and what they have achieved in their professional calling. From the time that she achieved her coveted Fields Medal, Maryam Mirzakhani had begun to complicate the global image of her homeland against the backdrop of the pervasive demonisation of Iran by one brand of warmongering or another.


Nations need to be simplified to be targeted for military strikes. Afghanistan was reduced to Mullah Omar. Iraq was reduced to Saddam Hussein. The more the image of a nation is complicated the more difficult it is for warmongers in Washington, Tel Aviv, or Riyadh targeting it for destruction.


Precisely in the quiet dignity of her work, her avoiding publicity like a plague, the tiny, cancer-ravaged body of Maryam Mirzakhani shined like a beautiful star on the dark planet of her earthly life. An Iranian, a Muslim, a woman of modest middle-class background, rising gloriously to put a big brilliant question mark in front of everything mobilised against her people!


Those exonerating Iranian people when targeting "Iran" for demonisation should take a look at what they have done to Afghanistan, Iraq, Syria, or Libya before they might believe their own delusions. Ordinary people, not governments, are the primary targets and the final victims of warmongering anywhere and everywhere.


To be sure, much to the chagrin of warmongers, the image of Iran has been complicated by other prominent Iranians, in particular, those who have put Iranian cinema on the global map. I recall vividly when another accomplished Iranian young woman, Samira Makhmalbaf first appeared in Cannes Film Festival at the age of seventeen to premier her film "Apple" in 1998. She too succeeded that year, seriously altering the image of Iran from that of a bearded angry man to a gifted young woman.
 
In the realm of art, no one, of course, did more to complicate the image of Iran than the late master Abbas Kiarostami who was the principal engine bringing the rest of Iranian art to global spotlight.


But much of that complexity has been in the realm of arts, not sciences. In the realm of science, the only thing publicly related to Iran is, of course, the nuclear scientists who are the targets of assassinations presumably by a settler colony on planet Mars that is very concerned about the Iranian nuclear programme. These Martians are suspected to have occasionally sent their assassins to kill these Iranian nuclear scientists.


Mirzakhani was not a nuclear physicist. A breed apart, she was a world-renowned mathematician. Her accomplishments, as a result, assume entirely historical proportions comparable to other Iranian and Muslim scientists at the historical level of Muhammad ibn Musa al-Khwarizmi, Muhammad ibn Zakariyya al-Razi, and above all to Omar Khayyam, the towering astronomer and mathematician.





Mirzakhani's uplifting of her homeland to its historical memories alerts the world to a whole different register of consciousness about Iran as a Muslim a country in circumstances that, because of pervasive Islamophobia in the US, even Rumi is read as if he were a New Age guru from California.


Mirzakhani is comparable to Omar Khayyam not just because they were both Iranian mathematicians. But because like Khayyam, Mirzakhani too complicates the vision of their common homeland in the European and now American imagination in unpredictable ways.
The reputation of Omar Khayyam as a poet, however, widely outshines his fame as a mathematician. But the difference is only on the surface. The beauty of Khayyam's mathematical mind, it now seems, had to be translated, as it were, into poetic scepticism to be registered for mortal beings, whereas Maryam Mirzakhani's poetry was and remained in pure mathematics.


**
The mathematician, poet, painter


On another occasion, she said: "Of course, the most rewarding part is the 'Aha' moment, the excitement of discovery and enjoyment of understanding something new - the feeling of being on top of a hill and having a clear view. But most of the time, doing mathematics for me is like being on a long hike with no trail and no end in sight". That is the mind of a mathematician in the soul of a poet. That is Khayyam incarnate.


Mirzakhani's mathematical equations were her poetry - a poetry only a happy few can decipher to their delight. The world at large is baffled at the beauty of that poetry. Thus, the other more recent kindred soul of Mirzakhani was, of course, the Indian mathematician Srinivasa Ramanujan (1887-1920) who died even younger than her.


The famous story narrated by Ramanujan's English colleague, the prominent mathematician GH Hardy, is now known as "Hardy-Ramanujan number 1729". According to Hardy, he was once going to see Ramanujan when he was bedridden. Hardy had just ridden in a cab number 1729 and upon arrival, he remarked to his friend that the number seemed to be quite dull and that he hoped it was not an unfavourable omen. "No", Ramanujan replied: "It is a very interesting number. It is the smallest number expressible as the sum of two cubes in two different ways". The two different ways are:


1729 = 13+123 = 93+103.


Now, that is pure poetry - for what is poetry other than a truth so obviously beautiful that mortals cannot see it. The joyous eyes of Maryam Mirzakhani's little daughter could see what her mother's beautiful mind knew with mathematical precision: "At the family's home, near Stanford University," Roberts tells us in her essay on the Iranian mathematician, "Mirzakhani would spend hours on the floor with supersized canvases of paper, sketching out ideas, drawing diagrams and formulae, often leading Anahita, now six, to exclaim, 'Oh, Mommy is painting again!"



Hamid Dabashi

aljazeera 

Tuesday, October 31, 2017

Busyness vs Leisure


Somewhere around the end of the 20th century, busyness became not just a way of life but a badge of honor. And life, sociologists say, became an exhausting everydayathon. People now tell pollsters that they’re too busy to register to vote, too busy to date, to make friends outside the office, to take a vacation, to sleep, to have sex. As for multitasking, one 2012 survey found that 38 million Americans shop on their smartphones while sitting on the toilet. And another found that the compulsion to multitask was making us as stupid as if we were stoned.
Burnett, a communications professor at North Dakota State University, has studied a trove of holiday letters she’s collected stretching back to the 1960s that serves as an archive of the rise of American busyness. Words and phrases that began surfacing in the 1970s and 1980s — “hectic,” “whirlwind,” “consumed,” “crazy,” “constantly on the run” and “way too fast” — now appear with astonishing frequency.
People compete over being busy; it’s about showing status. “If you’re busy, you’re important. You’re leading a full and worthy life,” Burnett says. Keeping up with the Joneses used to be about money, cars and homes. Now, she explains, “if you’re not as busy as the Joneses, you’d better get cracking.”
Even as neuroscience is beginning to show that at our most idle, our brains are most open to inspiration and creativity — and history proves that great works of art, philosophy and invention were created during leisure time — we resist taking time off. Psychologists treat burned-out clients who can’t shake the notion that the busier you are, the faster you work, and the more you multitask, the more you are considered competent, smart, successful. It’s the Protestant work ethic in overdrive.
In the Middle Ages, this kind of frenzy — called acedia, the opposite of sloth — was one of Catholicism’s seven deadly sins. But today, busyness is seen as so valuable that people are actually happier when they’re busy, says Christopher Hsee, a psychologist and professor of behavioral science at the University of Chicago. “If people remain idle, they are miserable,” he wrote in Psychological Science in 2010. “If idle people become busy, they will be happier.”
Life in the early 21st century wasn’t supposed to be so hectic. In a 1930 essay, economist John Maynard Keynes predicted a 15-hour workweek by 2030, when we’d all have time to enjoy “the hour and the day virtuously and well.” During the 1950s, the post-World War II boom in productivity, along with rising incomes and standards of living, led economists and politicians to predict that by 1990, Americans would work 22 hours a week, six months a year, and retire before age 40.
While accepting the Republican Party’s nomination for president in 1956, Dwight D. Eisenhower envisioned a world where “leisure . . . will be abundant, so that all can develop the life of the spirit, of reflection, of religion, of the arts, of the full realization of the good things of the world.”
At the time, the idea that leisure would soon be meant for all, rather than just a wealthy elite, was quite radical. A 1959 article in the Harvard Business Review warned that “boredom, which used to bother only aristocrats, had become a common curse.” In the early 1960s, when TV broadcaster Eric Sevareid was asked what he considered the gravest crisis facing Americans, he said: “the rise of leisure.”
Leisure for all was exactly what the U.S. labor movement had been pursuing for more than a century. As late as 1923, the steel industry required 12-hour shifts, seven days a week. Finally, it seemed, workers were about to savor shorter, saner work hours. So, what happened?
First: Life got more expensive, and wages failed to keep up. College tuition alone jumped 1,120 percent from 1978 to 2012. Child Care Aware of America reports that child care is more expensive than public college in dozens of states. The Kaiser Family Foundation says that health-care premiums increased 97 percent between 2002 and 2012. At the same time, wages have fallen to record lows as a share of America’s gross domestic product. Until 1975, wages made up 50 percent of GDP; in 2012, they were 43.5 percent. And, as a recent obnoxious Cadillac commercial boasts, we work hard to buy more things: The Commerce Department reports that consumers spent $1.2 trillion in 2011 on unnecessary stuff, 11.2 percent of all consumer spending, way up from 4 percent in 1959.
Second: Jobs have become less mechanical and work more creative. New York University sociologist Dalton Conley argues that today’s knowledge-economy professions in art, technology, engineering and academics are similar to the pursuits of the mind that the ancient Greek philosophers envisioned as leisure. So, we work a lot because we enjoy it.
That’s true in part, but the rise in working hours for the creative class in the 1970s and 1980s was accompanied by an increase in job insecurity for those same workers, according to the General Social Survey. And the 1938 Fair Labor Standards Act, which protects employees from working too many hours, applies only to hourly, not salaried, workers. In the crudest sense, U.S. law allows employers to work professionals harder without paying them overtime or hiring more people to share the load.
Perhaps we have no choice, then, as a matter of survival, to give greater value to the work that we are compelled to do all the time.
“Work has become central in our lives, answering the religious questions of ‘Who are you?’ and ‘How do you find meaning and purpose in your life?’ ” Ben Hunnicutt, one of the few leisure scholars in America, tells me. “Leisure has been trivialized — something only silly girls want, to have time to shop and gossip.”
Taking time for yourself is tantamount to weakness. One man in Burnett’s focus group, who works two jobs and juggles caring for two special-needs children, says he longs to go canoeing but feels he just can’t. “Leisure sometimes just feels . . . wrong.”

Tuesday, October 24, 2017

Dünyanın en genç lideri, Sebastian Kurz


Elbette, Trudeau ve Macron'daki "şeytan tüyü", Kurz'da da var: çağımızın, siyasi manifestolardan çok "selfie"ler ve sosyal medya başta olmak üzere medyada "imaja" dayalı politika dünyasında, "enerji"; özellikle de, "genç enerji" büyük önem taşıyor. Kurz da, her şeyden önce "iyi fotoğraf" veriyor. Bir yandan "parlak" bir imajı var; öte yandan da, "seçkin " olmaya uzak duruyor. Her daim temiz ve pak görüntüsü, kravatsız ama jet gibi ütülü takım elbiseleri ve "klasik aile babası" tiplemesine uzak özel yaşamı (Maliye Bakanlığı çalışanı olan kız arkadaşı Susanne Thier ile beraber yaşıyor) ile günümüzde kendine hayatta bir yol açmaya çalışan birçok gençten farksız gibi.
"Birçok gençten farksız" algısını da özellikle korumak istiyor gibi: uluslararası arenada "görünür hâle geldiği", New York'taki Birleşmiş Milletler konuşmalarını yaptığı "okyanus ötesi" seyahatleri de dâhil olmak üzere, kendi tercihiyle hep ekonomi sınıfında uçuyor. Oldukça da "uzun bir adam" olarak, ekonomi sınıfında uçmanın Kurz için kolay olmadığını tahmin etmek de zor değil. Çevresindekilere hep alçakgönüllü davrandığı ve onları "önemli hissettirdiği" söyleniyor. Buna karşılık, bu dönemin ebeveynlerinin iyi anlayacağı biçimde, Kurz'da "yeni nesle" özgü bir özgüven de var: düşündüğünü söylemekten hiç çekinmiyor. Konuştuğu zaman eğip bükmeden, "politikacılık yapmadan" vermek istediği mesajı "küt diye" veriyor. Bir yandan, seçim kampanyasında kullanılan tanıtım sloganında olduğu gibi "tazeleyici ve farklı" imajı, verilen tüm "sert mesajların" üzerini şekerle kaplıyor.
Sezin Öney, p24blog

Tarih Sorunu Tartışması: Kardeş Katli Örneği


Gökhan Bacık, kıtalararası.com

Modern dönemdeki Müslümanların sorunları salt dinin nasıl yorumlanacağı ile ilgili değildir. Bunlar kadar önemli bir konu da çağdaş Müslümanların zihinlerinde nasıl bir tarih algısı olduğudur. Her toplum için tarih algısı fevkalade önemlidir ancak bunun kadar önemli olan toplumların geçmişleri ile gireceği ilişkinin niteliğidir.
Kısaca özetlemek gerekirse modern Müslüman toplumlar tarihleri ile müzakereci bir ilişki içine girememekte daha çok kutsayıcı bir ilişki içine girmektedirler. Her insan grubunun geçmişinde iyi ve kötü anılar vardır. Bir tarih okuması, her iki kümeyi de müzakereci biçimde günümüzden bakarak yorumlamalıdır. Tarihinden utanmak yahut tarihini kutsamak isabetli bir tarih okuması değildir ve ilgili toplum için büyük sosyal ve siyasi sorunlar doğurur.
İki nedenden dolayı çağdaş Müslümanlar tarihlerini kutsadılar. Bunlardan birisi Batı karşısındaki geri kalmışlık kompleksiydi. Bu kompleks nedeni ile Müslümanlar, parlak bir geçmişleri olduğunu hatırlayıp ona sığındılar. İkinci neden ise, çağdaş Müslümanlar, şimdi yaşadıkları sorunların bütün cevabını geçmişte bulacaklarını düşündüler. Bu iki faktörün etkisi ile hızla kutsal bir tarih kurgusu ortaya çıktı.
Ne var ki, kutsal tarih kurgusu modern Müslüman toplumlarda iki büyük sorun kümesi doğurmaya başladı. İlk olarak, sanılanın aksine Müslümanların bazı sorunlarının çözümü için tarih içinde çareler barındırmıyordu. İkincisi, tam aksine, bazı sorunların bizzat kaynağı tarihte yaşanan bazı olaylardı.
Kutsal tarih kurgusunun türlü olumsuz sonuçları uzun bir tartışma gerektiriyor. Bu yazı ise kutsal tarih kurgusunun oluşumuna çok iyi bir örnek olan “Kardeş Katli Olayını” tartışmayı amaçlıyor. Bu örnek olay üzerinden yapılacak bir tartışma tarihin kutsanarak kurgulanması ve anlaşılması sorununa ışık tutmaya yardımcı olabilir.
Kardeş Katli Uygulaması Nedir?
Kardeş katli, kısaca siyasal istikrarsızlığı engellemek amacı ile tahta geçen padişahın kardeşi, oğlu, amcası gibi gelecekte siyasi iktidar talep etmesi muhtemel kişileri öldürtmesidir.
Uygulamanın pratikte nasıl olduğunu anlatmak için çeşitli örneklere bakalım: Fatih Sultan Mehmed örneğin rivayetlere göre 7 aylık kimi rivayetlere göre 3 yaşında yahut 7 yaşında olan Şehzade Ahmed’i – yani kendi kardeşini—öldürtmüştür. Fatih Şehzade Ahmet’ten başka kişileri de öldürtüyor. Sultan III. Murat ise beş kardeşini öldürtmüştür. Sultan III. Mehmet ise 19 kardeşini öldürtmüştür. Bu öldürülenlerden bazıları kundakta süt emecek kadar küçüktüler. Kimi rivayetlere göre bu esnada hamile bazı cariyelerde karınlarında ileride taht üzerinde iddiada bulunacak şehzadeler taşıdıkları için boğdurulmuştur. Farklı bir uygulama olarak ise II. Murat amcasını öldürtmüştür. Yavuz Sultan Selim ise beşten fazla şehzadeyi öldürtmüştür. Kanuni Sultan Süleyman da beş kadar genç şehzadeyi öldürtmüştür.
Çoluk çocuk yaşta insanların öldürülmesinin temel gerekçesi şudur: Bu çocuklar ileride taht üzerinde iddiada bulunacaklardır ve bu kargaşayı şimdiden engellemek için öldürülmeleri meşrudur. Buna göre örneğin 3 aylık bir bebek büyüyüp siyasi istikrarsızlığa neden olacağı için öldürülebilmekteydi.
Tartışma
Kardeş katli örnek olayına iki türlü yaklaşılabilir: Modern tarih yazımı açısından ve İslami açıdan. Şimdi sıra ile bunları kısaca ele alalım.
Modern Tarih Yazımı Açısından: Buna göre her toplumu kendi çağının özelliklerine göre incelemek gerekir. Dolayısıyla belirli bir dönemde farklı toplulukların yaptıkları bazı şeyler bize bugün itici görünse bile o koşullarda “normal” görülmelidir. Başka bir ifade ile geçmişteki bir toplum bugünün değerler kümesine göre değerlendirilemez. O nedenle bugünden bakarsak itici görünen kardeş katli tarihin belirli dönemlerinde rutin bir uygulamadır. Nitekim, modern tarih yazıcılığı geçmişteki bir toplumu başka bir dönemin normlarına göre değerlendirmeye anakronik yaklaşım olarak isim vermekte ve bunu yanlış görmektedir.
Dolayısıyla modern tarih yazımı açısından kardeş katli açıklanabilir bir olaydır ve dönemin koşullarına göre normal olarak görülmelidir.
İslami Açıdan: Kardeş katline İslami açıdan baktığımızda ciddi bir sorun ile karşı karşıyayız. Böyle bir uygulamanın İslami açıdan makul görülüp görülmemesi için önce içeriğinin dinsel açıdan değerlendirmesine bakmak gerekmektedir.
Kardeş katli örneğinde üzerinde tartışma yapılmayacak bir İslam-dışılık (hatta İslam-karşıtlık) söz konusudur: Somut suç unsurları oluşmadığı halde üstelik suç ehliyeti olmayan kişiler öldürülmüştür. Bunu yapmak için ortaya konulan siyasi istikrarı korumak gerekçesi ise bir vehimdir. Nitekim, konunun bu temel sorununa Türkiye’de dindar çevreler arasında gayet popüler olan Said Nursi de açıkça değinmiştir. Nursi iktidarı paylaşmama kavgasını konu ettiği bir tartışmada kardeş katlini örnek verir: “…hâkimiyetine müdahale tevehhümüyle, bazı dindar padişahlar, halife oldukları halde mâsum evlâtlarını katletmeleri…” Nursi bize şunu söylüyor: Bazı “dindar” padişahlar vehimle masum çocukları katletmiştir. Ortada bir suç unsuru yoktur o nedenle bu iş vehimle yapılmıştır. Nitekim Nursi’ye göre ortada bir “katletme” sonucu vardır, yani bu işi yapanlar katildir. Hal böyle olunca kardeş katli denilen olay, İslam’ın çok temel bir ilkesi ile taban tabana zıtlık içindedir dinsel jargonla yazarsak bu eylem açık bir haramdır.
Bu tartışma bizi şu sonuca götürür: İslamiyet, belirli kurallar getirmiş ve bunların zaman, mekan gibi koşullara göre değişmeyeceğini ilan etmiştir. Buna göre “kardeş katletmenin değişik zamanlarda değişik toplumlarda görülen bir uygulama olarak normal görülmesine” İslami açıdan imkan yoktur.
İslam’da haramlar evrensel kategorilerdir ve haramlara karşı yerellik, zamansallık önermesi yapılamaz.
Daha açık ifade ile İslam, kültürel ve yerel şartların farklılığı ne olursa olsun bazı koyduğu kuralları bağlayıcı kılmıştır. Örneğin hırsızlık İslam’da haramdır. Bazı kültürlerin çeşitli hırsızlık biçimlerinin sosyolojik karşılığı olduğu ve bunun o toplumu ve dönemin koşullarının sonucu olduğunu iddia etmek İslam’a göre kabul edilemez. Toplumlar hangi zamansal, yerel ve kültürel farklılıkları olursa olsun hırsızlıktan vaz geçmelidir.
Bu açıdan bakarsak kardeş katlinin belirli dönemin koşullarının ürettiği bir uygulama olduğu şeklindeki tarih yazımı yaklaşımını İslami açıdan kabul etmek imkanı yoktur.
İslam’da kişi ve Tanrı arasındaki en büyük günah şirktir. Kişiler arası en büyük günah ise başka birini öldürmektir ve Kur’an bunu “bir kişiyi öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir” şeklinde tanımlamıştır. O nedenle tereddütsüz olarak kardeş katli İslam’a göre büyük bir günahtır, haramdır ve bunu yapanlar standart İslam hukukuna göre en büyük günahı işlemişlerdir.
Zaruret Meselesi
Akla gelen diğer konu şudur: İslam’da zaruret haramı helal kılar. Örneğin insan açlıktan ölmemek için normal şartlarda haram olan bir leşi yiyebilir. Peki aynı şey kardeş katli için uygulanabilir mi?
Bu soruya evet demek imkanı yine yoktur. Şöyle ki,
İlk olarak zaruretin mantığı usul gereği hayat kurtarmaktır. Bir insan aç kalmak için leş yiyebilir ancak başka birini öldürüp onun elindeki ekmeği yiyemez. Zaruret, başka birinin hayat hakkını ortadan kaldırmaya cevaz vermez. Yani hayatta kalmak için başkasını öldürmeye kalkmak zaruret ruhsatı değil cinayettir. Bir insanın hayatta kalması için “zaruret var” diyerek başkasını öldürebilmesini düşünmek zaten büyük bir mantık çelişkisi olurdu. Yani birisinin hayatta kalması için başka birisini öldürebileceğini düşünmek alenen safsatadır.
İkinci olarak, zaruret kurala dönüşemez. Mesela açlıktan ölüm tehlikesi geçiren bir toplum şartlar zorladığı sürece leş yiyebilir. Ancak bir zaman sonra “bu yöntem gayet işe yarıyor öyle ise belirli kurallar koyup sürekli bunu yapalım” denilemez. Zaruret her bir sefer ortaya çıkmalı ve her bir sefer ihtiyaç olduğuna kani olunmalıdır. Halbuki kardeş katlinde “bu yöntem epey işe yarıyor öyle ise bir kural koyup bunu sürekli yapalım” denilmiştir. Nitekim, örneğin Osmanlı uygulamasında Fatih Sultan Mehmed ile birlikte bir kural getirilmiş ve “nizam-ı alem için” tahta geçenlerin kardeşlerini öldürebileceği ilan edilmiştir.
Değerlendirme
Somut bir suç unsuru olmadan büyüyünce politik kargaşa çıkaracağı endişesi ile 3 aylık bir bebeğin öldürülebilmesi asgari bir hukuk anlayışına göre “skandal” bir uygulamadır. Ancak bunun başka sonuçlarına da bakmak gerekiyor:
İlk olarak, siyasi bir endişe için çocukları öldürebilen bir devlet geleneği benzer siyasi endişeler için başka her türlü şeyi kolaylıkla yapabilir. Yani bir siyaset düzenine, politik gerekçelerle suç işlemesi ihtimaline binaen çocukları öldürme yetkisi verilirse o düzen başka her türlü şeyi yapmaktan da çekinmez hale gelecektir. Şunu unutmamak gerekir ki 3 aylık bir bebek muhtemelen dünyadaki bütün bakış açılarına göre (İslami, komünist, ateist, sosyalist, Budist, Şamanist, Leninist) masumdur. Bir çocuğu ileride olması muhtemel bir siyasi kargaşanın sorumlusu olarak öldürmeyi meşru görecek bir bakış açısı bulmak gerçekten zor. Muhtemelen, küçük çocukları ileride sebep olacakları şeyler için öldürmek adeti ancak İslamiyet öncesi putperest cahiliye toplumunun bir adeti olarak tanımlanabilir.
İkinci olarak, bu tip uygulamalar İslam’a büyük zararlar vermiş ve din adına akla hayale gelmez şeylerin meşrulaştırılmasını kolaylaştırmıştır. Günümüzde pek çok feci uygulamanın din kullanılarak meşrulaştırılmasının kökeninde kardeş katli gibi bazı tarihsel pratiklerin etkisi büyüktür.
Sonuç
Yazının başında vurgulandığı üzere bir toplumun tarihi ne mükemmeldir ne utanılacak olaylar manzumesidir. En isabetli yaklaşım tarihle müzakereci bir diyalog kurulmasıdır. Kardeş katli örnek olayı toplumların tarihle nasıl bir ilişki kurması lazım geldiği konusunda önemli bir tartışma konusudur. Tarihi kutsamak yahut tarihe maslahatçı açıdan bakmak, özünde masum insanların öldürüldüğü bir uygulamayı din adına sahiplenmek gibi dramatik sonuçlar üretebiliyor. Böylece şaşılacak biçimde toplumun daha dindar kesimleri, kardeş katli gibi uygulamaları daha maslahatçı açıdan bakarak sahiplenmektedir. Yine yukarıda hatırlatıldığı üzere konuya modern açıdan bakarak kardeş katli gibi uygulamaların dönemlerinin tipik durumları olduğu ve bugünden bu olaylara bakmanın doğru olmadığı iddia edilebilir. Nitekim bu yazının amacı “tarihe en doğru şuradan bakılır” demek değildir. Yazının hatırlatmak istediği temel nokta neredeyse bir tabu gibi sorgulanmadan normal kabul edilen bazı olaylarla ilgili aslında ciddi tartışmalar olabileceğidir.

Sunday, October 22, 2017

“altı kaval üstü şeşhane” deyimi nereden geliyor?



Hintavrupa anadili *sweks- : altı.
  

Tavla oynayan her Türk Farsça birden altıya kadar olan sayıları bilir. Düşeşi onlara açıklamaya gerek var mı bilmem: dü‘nün iki, şeş‘in altı anlamına geldiği belli. (Doğrusu adı Rumca olan bir oyunda sayıların neden Farsça söylendiği pek o kadar açık değil.) Şeşhane ise altı fişek atan eski bir tüfek cinsinin adı. İstanbul’da eskiden şeşhane fabrikasının bulunduğu semt, ufak bir ses değişikliğiyle, hala Şişhane adını taşıyor. Yarısı alaturka kaval tüfeğine, yarısı modern altıpatlara benzeyen melez şeylere ise ‘altı kaval üstü şeşhane’ deniyor.

Hintavrupa asıllı tüm dillerde olduğu gibi Farsça şeş sözcüğü de *sweks- kökünden türemiş. Latince sex (hayır, sexus değil!), Yunanca heksa- (çünkü Hintavrupa köklerinde kelime başındaki s sesi Yunancada varla yok arası bir h’ye dönüşüyor), İngilizce six, Almanca Sechs, İspanyolca seis hep aynı kökten. Latinceden Fransızca yoluyla dilimize giren sekstant, 180 derecelik ufku altıya bölen bir astronomik gözlem cihazı. Yunanca kökenli heksadesimal, yani onaltılı, sayı sistemini bilgisayar programcılığıyla uğraşanlar biliyor. ABD Savunma Bakanlığı binasına bir köşe daha eklenseydi adının Heksagon olacağı da muhakkak. (Ne yazık ki 11 Eylül 2001’deki terorist saldırısından sonra Tetragon kaldığı söyleniyor!)

Eski Roma’da günün saatleri gün doğumundan sayıldığı için saat altı, yani sexta hora, tam öğle saatine denk gelirmiş.  Avrupa ülkelerinde bu sistem, özellikle kilise ayinlerinin düzenlenmesinde, yakın dönemlere dek kullanılmış; birçok dilde günümüze dek kalan izler bırakmış. İspanyolcada “altıncı” anlamına gelen sıfatın dişil şekli olan siesta, Latince sexta’nın karşılığı: öğle saati demek. İspanyolların dünya yıkılsa vazgeçmeyecekleri öğle uykusu adeti gündüzleri çalışıp gece uyuyan diğer Avrupa uluslarının dikkatini çektiğinden, İspanyolca siesta kelimesi 19. yüzyıldan itibaren İspanyolca dışındaki dillerde “öğle uykusu” anlamında kullanılır olmuş. Türkçeye de Amerikan filmlerinden girmiş olduğunu tahmin ediyorum. 
  

Saturday, October 14, 2017

Yeni bir sınıf doğuyor: Gereksizler…


Algoritmaların, teknolojik ve bilimsel gelişmelerin yeni bir elit ve yeni bir sınıf yaratacağından bahsediyorsunuz. Neden ‘gereksiz sınıf’ terimini kullanıyorsunuz? Bu yeni sınıfın hiçbir değeri olmayacak mı?
‘Gereksiz sınıf’ terimini bilerek kullanıyorum, çok provokatif olduğunu biliyorum. Kişisel olarak hiçbir insanın gereksiz olduğunu düşünmüyorum tabii. Bu terimi, sistemin bakış açısı olduğu için kullanıyorum. 20. yüzyılın sonuna dek insan, özellikle ekonomik ve askeri olarak sistem için gerekliydi. Devletler, savaşa döndürmek ve fabrikalarda çalıştırmak için insana ihtiyaç duyardı. Dünya savaşlarına bakarsanız, kadınların seçme hakkını kazanmasının bir nedeninin, devletlerin kadınlara ihtiyaç duyması olduğunu görürüz.
Birileri savaşırken birilerinin de fabrikalarda çalışması gerekiyordu, üstelik kadınlar çok faydalı olduklarını gösterdi ve ülkeler peş peşe kadınlara seçme hakkını verdi.
Peki insanlar artık sisteme faydalı değilse ne olacak? Askeri anlamda bunu yaşıyoruz bile. Artık savaşlar için milyonlarca insanı askeri almak gerekmiyor. Elit güçler yetiştiriliyor, özel harekat güçleri ya da dron kullanacak insanlar gibi. Ordular giderek sofistike ve otonom teknoloji kullanımına yöneliyor.
Kimi insanlar, askeri değerini yitiriyor. Aynısı sivil hayatta, ekonomide de geçerli: Mesela kendi kendine çalışan arabalar, taksi şoförlerini işinden edebilir. IBM’in Watson’ı doktorların yerini, algoritmalar borsacıların yerini alabilir. Borsacı olacağım diye finans okuyan biri 10 yıl sonra iş bulamayabilir.

Mehveş Evin
Diken, 28 Haziran 2017

Saturday, October 7, 2017

Kalenin Serencamı


Hintavrupa anadili *bhergh- : müstahkem yer.

Kale anlamına gelen *bhergh- sözcüğü hemen hemen tüm Hintavrupa dillerinde karşımıza çıkıyor. Eski Yunanca pýrgos ve Germence burghs en yaygın örneklerden ikisi. Müthiş kalesiyle ünlü olan Pergamon, ya da bugünkü şekliyle Bergama kentinin adı Anadolu’nun Yunan-öncesi bir dilinden, belki Luvicenin devamı olan Mysia dilinden alınmış. Eski bir Kelt tanrıçasının adı olan Brigit ise aslında sağlam veya “iyi korunmuş” demek. Belki “kale gibi kadın” demek istemişler.

Bizans devletinin özellikle 6. yüzyılda Rize’den Diyarbakır’a ve Suriye’ye uzanan bir hat boyunca neredeyse adım başı inşa ettirdiği pýrgos’lar ünlü. Hemen hepsi bugün hala ayakta olan bu kaleler Arapları da çok etkilemiş olacak ki “müstahkem savunma kulesi” anlamına gelen bürc (burç) sözcüğünü Yunancadan almışlar. Arapçada ince g sesi aşağı yukarı 6. yüzyılda kullanımdan kalktığı için son sesini değiştirip c yapmışlar. Aynı sözcük Türkçede doğrudan Yunancadan alınmış şekliyle burgaz olarak da geçiyor. Burgaz adasına adını veren kulenin kalıntılarını tepedeki Rum manastırının bahçesinde görmek mümkün.

Birçok kasaba adında karşımıza çıkan bor ögesi de aynı kaynaktan geliyor. Niğde’nin Bor’u ile Isparta’nın Uluborlu ilçesi iki örnek. Keçiborlu da aslında keçikaleli demek; koyun kalesi anlamına gelen Hamburg’la neredeyse adaş. Buna karşılık Hamburg’un köftesi hamburger adıyla üne kavuştuğu halde keçiborgeri henüz tanıyan yok. 

Batı Avrupa haritasında tabii burg/burgh/borough/bourg/borgo’lu isimlere rastlamadan adım atmak imkânsız. Sözcüğün asıl anlamı kale, ama etrafı surla çevrili her türlü yerleşim için de bu söz kullanılmış. Ortaçağda “etrafı surla çevrili, dolayısıyla feodal beylere karşı belirli hak ve özgürlüklere sahip olan ve özyönetim hakkını kullanan yerleşim” diye özetleyebileceğim gayet net bir hukuki anlam kazanmış. Böyle bir yerleşimde oturan kimseye İngilizce burgher, Fransızca bourgeois denmiş. Özetle, köylü olmayan ve feodal bir beye bağlı olmayan kişi demek. 18. yüzyıla doğru bu kesim özellikle İngiltere ve Fransa’da devlet yönetimine ağırlığını koymuş. Karl Marx isimli amatör sosyolog da bundan hareketle çağın burjuva çağı olduğuna kanaat getirmiş.

Türkçede bir ara burjuva karşılığı olarak ‘kentsoylu’ diye feci bir deyim uydurulmuştu. Ben öztürkçeci olsaydım herhalde burcul derdim. Burjuvazi yerine burcugillere ne dersiniz? 

Friday, October 6, 2017

Kepler: Bir yaşam arayıcısı

 
Çok miyop olduğu için modern optiğin temelini teşkil eden mercekleri ve yeni bir yıldız keşfeden teleskobu icat etmekten başka çaresi yoktu.

Ve çok gözlemci olduğu için, avucunun içine düşen bir kar tanesine bakarken buzun ruhunun altı köşeli bir yıldız olduğunu gördü, altı, tıpkı arıların yaptığı bal peteklerindeki hücreciklerin altı kenarlı olması gibi ve aklının gözleriyle şunu gördü ki, bir alanı en iyi şekilde kullanmayı altıgen biçim bilir.

Ve evinin balkonundaki bitkilerin ışığı arayış yolculuğunun dairesel olmadığını görünce bundan belki de gezegenlerin güneş etrafındaki yolculuğunun da dairesel olmayabileceği sonucuna vardı ve çizdikleri elipsleri teleskobuyla ölçmeye koyuldu.

Görerek yaşadı.

Görmeyi bırakınca, 1630 yılında bugün öldü.

Johannes Kepler’in mezar taşında şöyle yazar:

Gökleri ölçtüm. Şimdi karanlıkları ölçüyorum.”

  

Antonie van Leeuwenhoek



Bilim insanları onu ciddiye almıyorlardı. Antonie van Leeuwenhoek Latince bilmiyordu, eğitimi yoktu ve keşifleri tamamen tesadüfün eseriydi.

Antonie sattığı dokumaların dokusunu daha iyi görmek için işe büyüteç kombinasyonları deneyerek başladı ve bir büyüteçten diğerine atladı, en sonunda bir su damlasında son sürat koşuşturan canlı kalabalığını görme kapasitesine sahip beş yüz mercekli bir mikroskop icat etti.

Bu kumaş tüccarı diğer önem teşkil etmeyen şeylerin yanı sıra alyuvarları, bakterileri, spermatozoitleri, mayaları, karıncaların yaşam döngülerini, pirelerin cinsel yaşamını ve anların iğnelerinin anatomisini keşfetti.

Antonie ve ünlü ressam Vermeer aynı Delft şehrinde, 1632 yılının aynı ayında doğdular. Ve aynı şehirde, kendilerini görünmez olanı görmeye adadılar. Vermeer, gölgelerde saklanan ışığın peşinden gidiyordu; Antonie ise bu dünya krallığındaki en küçük akrabalarımızın gizemlerinin izini sürüyordu.