Bazı ülkelere ve bu ülkelerin insanlarına baktığımızda, maddî imkânlar noktasında bunları mesut-müreffeh görür ve bütün problemlerini aştıklarını sanırız. Hâlbuki batılı insan her zaman huzursuzdur ve saadet aramaktadır; ama bir türlü bulamamaktadır. Bir kere, batıda intihar oranı başka yerlere nisbeten oldukça yüksektir. Erkek ya da kadın olsun, insanları intihar eden bir milletin mesut olması düşünülemez. Rabat’ta“Ailenin Tanzimi”adı altında İslâm’da aile mevzuuyla alâkalı bir konferansta Amerika’daki boşanma oranının % 40 olduğu belirtiliyordu. Bugün bu rakamlar daha da artmış olabilir. Dünyada, dejenere olmuş milletler içinde en dengeli görünen Amerika’dır. Belli konularda duyarlı olduğu için batının erâcifine tam girmemiş sayılabilir. Bununla beraber, orada da durum bu merkezdedir.
Friday, November 22, 2013
Milletlerin Yıkılış Sebepleri
Geçmiş medeniyetlere bir göz atıldığında, hemen hepsinin çöküşü, İrem barajına musallat olan fare gibi, ahlâkî bir kemiriciye bağlanabilir. Ahlâksızlıkla sessiz sessiz toplum değerlerinin altı oyulurken bazen hiçbir şey hissedilmeyebilir. Hissedilince de iş işten geçmiş olur; tıpkı çok duyarlı olduğumuz noktalara metastaz yapacağı ana kadar kanseri fark edemediğimiz gibi.. öyle ki çok defa onu fark ettiğimiz an, ötelere yolculuk da başlamış olur. Ferdî bünyede kanser ne ise, milletlerin hayatında da ahlâksızlık aynı şeydir. Başta devleti idare edenler, sonra da aile reisleri, maarifçiler ve topyekün millet böyle bir ahlâkî çözülüşe karşı gafilse, topyekün millet gümbür gümbür yıkılır gider de, bunları ihtimal millî kıyametin tarrakaları bile uyarmaz. Kimbilir belki de bazıları, hayat buymuş diye, enkaz içinde barınan varlıklar gibi onu da tabiî kabul ederler. Evet, tarih boyu, yıkılışların temelindeki sebeplere inildiğinde genel olarak şunlar görülür: Gençlerin bohemleşmesi ve bu serâzâd ruhlarda behîmî hislerin yaşanma arzusu ve şehevânî duygulara inhimak.. toplumun dünyayı esas maksat yapıp, ahireti unutması, Allah’tan uzaklaşıp Kur’ân’a sırt çevirmesi.. yüreklerden mehâfet ve mehâbet hissinin silinip her şeyin cismâniyete incirar ettirilmesi… Osmanlı’ya kadar pek çok devletin yıkılışında bu unsurların hemen hepsi söz konusudur.
Çekirdekten Çınara
Çekirdekten Çınara
Friday, November 15, 2013
Yahudi Soykırımı
Bir gün, değişik bir tren çıktı ortaya. Hayvan vagonlarına bir sürü insan doldurulmuştu. İstasyonda çalışan adamlar bunların tutuklanıp ölüm cezasına çarptırılan Yahudilerle Çingeneler olduğunu söylediler. Az yer kaplamak için kollarını kaldıran bu insanlar, buğday demetleri gibi tıkılmışlardı vagonlara. Her vagonda en az iki yüz kişi vardı. Gençler, yaşlılar, erkekler, kadınlar, çocuklar; hatta bebekler bile vardı aralarında. Çevredeki köylülerden birkaçı, toplama kampı yapımında çalışıyor, garip hikâyeler anlatıyorlardı. Köylülerin anlattıklarına göre, trenden inişte Yahudiler gruplara ayrılıyor, çırılçıplak soyuluyor, neleri varsa ellerinden alınıyordu. Saçları kesilip şilte yapımında kullanılıyordu. Almanlar ağızlarını açtırıp dişlerini de inceliyor, altın olanları oracıkta söküveriyorlardı. Gaz odalarıyla fırınlara bunca insana yetmiyor; gaz odalarında can verenlerin çoğu toplama kampının çevresine kazılan çukurlara atılıyordu.
Sonra Yahudi yüzleri görülmez olur, cılız, soluk kollar sallanır, ümitsiz yardım isteyen sesler duyulurdu. Merakla trenin geçişini izleyen köylüler, bu insan selinden gelen şarkıya, çığlığa, iniltiye benzemeyen garip sızlanmayı dinlerlerdi. Tren uzaklaşırken ormanın koyuluğunda, bıkmak bilmeden sallanıp bize işaretler yapan beyaz kollar görünürdü. Gece geçen trenlerle fırınlara götürülen zavallılar, arada, bebelerinin hayatlarını kurtarmak için onları pencereden atarlardı. Bazıları vagonun tabanını deler, birkaç kararlı Yahudi buradan aşağı atlarlardı. Çoğu zaman tekerlek altında kalıp biçilir, kopuk gövdeleri yokuş aşağı yuvarlanıp otların arasına düşerdi. Sabahın erken saatlerinde, oradan geçen köylüler, parçalanmış gövdeleri bulur, aceleyle giysilerini ve pabuçlarını çıkarırlardı. Sonra da Yahudiler'in, giysileri içine para ya da elmas gizleyebileceklerini düşünüp iyice ararlardı. Kâfir kanı bulaşmamışsa, astarları söküp arasına bakarlardı. Ganimetin üstüne üşüşür, kavga ederlerdi. Sonra ölüler demiryoluna bırakılır, Alman devriyeleri rastladığında lanetli ölüleri, üstlerine benzin döküp yakarlardı. Bir gün köyde, o gece, Yahudi dolu birkaç trenin arka arkaya geçtiği söylentisi dolaştı. Mantar toplamayı bırakan köylüler, demiryoluna koştular. Raylar boyunca tek sıra dizilmiş, çalıları karıştırıyor, demiryolunun iki yanından inen yokuşta ve telgraf direklerinde kan izleri arıyorduk. Önceleri bütün aramalarımız boşa gitti. Sonra köylülerden biri, birkaç yabani gül dalının kırıldığını fark etti. Yapraklar aralandı ve yosunların üzerinde tortop olmuş, beş altı yaşlarında bir çocuk bulundu. Gömleğiyle pantolonu parça […]
Onu kurtarıp köye götürseydik başımıza sürüyle iş açacaktı. Bir Yahudi gizlediğimizi Almanlar duysa; köyü basıp, her yanı arayacak, bu arada çocuğu ve bodrumda gizlenen beni de bulacaklardı. Benim de, onun gibi trenden atıldığımı düşünüp oracıkta öldürecek, sonra da köy halkını cezalandıracaklardı.
Her tren geçişte, bölük bölük, korkunç yüzlü, intikam isteyen hayaletler görüyordum. Köylülere göre, Yahudiler'in yakıldığı fırınlardan çıkan dumanlar gökyüzüne dimdik yükselip Tanrı'nın ayakları altında yumuşacık bir halı oluyordu. Oğlunun ölümüne üzülen Tanrı'yı avutmak için, gerçekten bu kadar Yahudiyi kurban etmek gerekli mi, diyordum kendi kendime. Belki yeryüzü yakında kocaman bir yangın yeri olacaktı. Papaz, bütün insanların bir gün öleceğini, hiçlikten gelip hiçliğe döneceklerini söylememiş miydi?
2. Dünya Savaşı Öncesi Orta ve Doğu Avrupa
Getto'ların, toplama kamplarının çağında bir çingeneyi, bir Yahudi'yi evine almak kendini, hatta bütün köy halkını Almanların en ağır cezalarıyla karşı karşıya bırakmak demekti. Yüzyıllar boyunca bu taşra illeri uygarlıktan nasibini alamamış, daha doğrusu uygarlıktan yoksun kalmıştı. Merkezlerden uzak, güç ulaşılan bu bölge Orta Avrupa'nın en geri yerleri arasındaydı. Ne okul, ne hastane, ne de elektrik vardı köylerde. Yol az, köprüler hiç denecek sayıdaydı. İnsanlar, dedelerinin dedelerinden kalan daracık kulübelerinde ömür tüketiyorlardı. Akarsular, ormanlar ve göller köyler arasında devamlı çekişme konusuydu. En güçlü ve en zenginin yaşasıydı geçerli olan. Din, bu ilkel insanları katolik ve ortodoks diye ikiye ayırmış, birbirine düşürmüştü. Boş inançlar ve salgın hastalıklardan başka da kazançları yoktu bu işten. Kara cahil ve vahşi olmaları kaçınılmaz şeydi. Toprak kısır, iklim sertti. Balıktan yoksun ırmaklar da sık sık taşıp otlakları, tarlaları kaplardı. Geniş bataklıklar bu köyleri birbirinden ayırırdı. Ormanlarda ise, hep haydut çeteleri yaşamıştı. Bölgenin Almanlar tarafından işgali halkın yoksulluğunu, sefaletini, vahşetini, daha da arttırdı. Köylüler, kendilerine yetmeyen ürünlerinin çoğunu Alman askerlerine ya da ormanlarda gizlenen partizanlara vermek zorunda kaldılar. Direnmeye kalkanın başı belâya giriyor, baş kaldıran köylerden dumanı tüten yıkıntılar kalıyordu geride.
Boyalı Kuş
- Kosinski, yaşadıklarını yazan, yazdıklarını yaşayan bir yazardı. İnsanın acımasız, saldırgan, kötü yanlarını serinkanlılıkla gözledi ve şiddetin şiirini yazdı. Artık yazamayacağını anladığında ise, hep kolkola yaşadığı ölümle bütünleşti.
- Bir yandan da, adaletin uzun sürede yerini bulduğunu biliyordum. Köyde hep, mezarından fırlayıp çiçekli tarhlarla haçlara dokunmadan yokuş aşağı giden kafatasının hikâyesi anlatılırdı.Böylece, yıllar sonra kurban celladını cezalandırmış, hak yerini bulmuştu. Ne yağmurun, ne rüzgârın, ne de ateşin işlenen suçların izlerini sikmeyeceğine inanılırdı. Adalet, bir demircinin elindeki güçlü çekiç gibi asılıydı dünyamızın üstünde.
- İki dostum belki yıllar sonra gelecekti. Şehirde hayat günden güne zorlaştı. Ülkenin dört yanından yığınla insan geliyor, büyük sanayi merkezlerine göç etmekle yaşayışlarını düzeltip yitirdiklerini yeniden elde edebileceklerini umuyorlardı. Çalışacak iş, oturacak yer bulamayan şaşkın adamlar sokaklara dolmuş tramvaylarda koltuk, meyhanelerde yer kavgası yapıyorlardı. Sinirli, saldırgan, kavgaya hazırdı hepsi. Savaşı ölmeden atlatabildiği için herkes büyük önem kazandığını, çevrenin kendisine özenmesi, bakması gerektiğini sanıyordu.
- Uyurken birden boşanan yağmur altında ateş kutusunun sönmesi tehlikeliydi. O zamanlar kibrit öylesine pahalıydı ki, kim bir kutu kibrit alsa çöplerini ikiye ayırırdı. Çakmak denen nesnenin varlığından kimsenin haberi yoktu. İnsanlar, sırtlarında ya da kemerlerine bağlı taşıdıkları küçük çantalara, buldukları yakacakları doldururlardı.
Boyalı Kuş
- Kosinski, yaşadıklarını yazan, yazdıklarını yaşayan bir yazardı. İnsanın acımasız, saldırgan, kötü yanlarını serinkanlılıkla gözledi ve şiddetin şiirini yazdı. Artık yazamayacağını anladığında ise, hep kolkola yaşadığı ölümle bütünleşti.
- Bir yandan da, adaletin uzun sürede yerini bulduğunu biliyordum. Köyde hep, mezarından fırlayıp çiçekli tarhlarla haçlara dokunmadan yokuş aşağı giden kafatasının hikâyesi anlatılırdı.Böylece, yıllar sonra kurban celladını cezalandırmış, hak yerini bulmuştu. Ne yağmurun, ne rüzgârın, ne de ateşin işlenen suçların izlerini sikmeyeceğine inanılırdı. Adalet, bir demircinin elindeki güçlü çekiç gibi asılıydı dünyamızın üstünde.
- İki dostum belki yıllar sonra gelecekti. Şehirde hayat günden güne zorlaştı. Ülkenin dört yanından yığınla insan geliyor, büyük sanayi merkezlerine göç etmekle yaşayışlarını düzeltip yitirdiklerini yeniden elde edebileceklerini umuyorlardı. Çalışacak iş, oturacak yer bulamayan şaşkın adamlar sokaklara dolmuş tramvaylarda koltuk, meyhanelerde yer kavgası yapıyorlardı. Sinirli, saldırgan, kavgaya hazırdı hepsi. Savaşı ölmeden atlatabildiği için herkes büyük önem kazandığını, çevrenin kendisine özenmesi, bakması gerektiğini sanıyordu.
- Uyurken birden boşanan yağmur altında ateş kutusunun sönmesi tehlikeliydi. O zamanlar kibrit öylesine pahalıydı ki, kim bir kutu kibrit alsa çöplerini ikiye ayırırdı. Çakmak denen nesnenin varlığından kimsenin haberi yoktu. İnsanlar, sırtlarında ya da kemerlerine bağlı taşıdıkları küçük çantalara, buldukları yakacakları doldururlardı.
Sunday, November 10, 2013
Saturday, November 9, 2013
TRT İngilizce
Henüz TRT Arapça kurulmamış, Türkiye kendisini Arap dünyasına 'doğrudan' anlatmaya başlamamıştı. Şam Palas otelinin lobisinde üst düzey bir Suriyeli bürokratın sorduğu soru dün gibi aklımda: 'Siz Türkler akşam yemeklerinde mutlaka şarap içiyorsunuz değil mi?' Hiç duraksamadan 'hayır, alakası yok' diye cevap vermiştim bu soruya. Ancak adam ısrar edip şöyle demişti: 'Bence öyle, çünkü izlediğim Türk dizilerinin neredeyse tamamında akşam yemekleri şarap eşliğinde yeniliyor.'
...
Yakın zamanda Bosna Hersek ve Sırbistan'ı içeren bir Balkan gezisinden döndüm. Hem Saraybosna, hem de Belgrad sokakları 'Sulejman' dizisinin yani 'Muhteşem Yüzyıl'ın afişleriyle doluydu. Dizi, Balkanlarda ortalığı kasıp kavuruyor imiş. Hatta konuştuğum bir Belgradlı Sırp şöyle dalga geçti benimle: 'Sizin bu Süleyman, hangi ara vakit bulup haremden çıktı da buraları işgal etti, anlamadım doğrusu.'
Balkan televizyonlarında Türkiye böyle temsil edilirken karşıma çıkan bir başka 'temsiliyet' vardı: 'Al Jazeera Balkans.'
Son derece prestijli bir haber-yaşam kanalı olarak kurgulanmış bu televizyon, gittiğim hemen her kafede, her otelde açıktı. İnsanlar büyük bir ilgiyle takip ediyorlardı Al Jazeera'yı.
Bu gözler Al Jazeera Balkans'ta; Esposito, Bernard-Henri Levy ve Abdullah Sidran söyleşilerini gördü. Rabia işareti ve Boşnakların efsanevi futbolcusu Saffet Susiç'le ilgili birer program izledi.
Şimdi doğru oturup doğru konuşalım. İki sorum var: Türkler, Esposito'nun 'İslamafobi karşıtı görüşlerini anlattığı' bir televizyon kanalı kurabilir mi? Dahası bu Türkler, Esposito'nun bu söyleşisini Boşnakça, Arapça, Kürtçe ve İngilizce olarak dolaşıma sokabilir mi?
http://yenisafak.com.tr/yazarlar/ismailkilicarslan/trt-ingilisce/40648
Friday, November 8, 2013
Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 8: Bakara Suresi'nden 7 - İmtihan
Hiç şüphesiz sizi korku, açlık ve maldan, candan, hasılattan eksilme gibi unsurlarla bir şekilde imtihan ederiz.[Bakara, 155]
Mü’minler, fert ve toplum olarak bu imtihan unsurlarından birine, bir kaçına veya hepsine şu veya bu şekilde maruz kalırlar. Bu, bilhassa bu âyetin inmesinden sonra gelen birtakım dînî emirlerle –harp, Ramazan orucu, zekât, harbin getireceği mal ve can eksikliği vb.– olacağı gibi, başka şekillerde de olabilir. İmtihandan takip edilen gayeler, mü’minleri fert ve toplum olarak pişirmek, olgunlaştırmak, temizlemek, toplum planında temizi kirliden, gerçek mü’mini münafıktan ayırmak, potansiyel kabiliyetleri gerçek kabiliyete dönüştürmek ve mü’minleri geleceğe hazırlamak, Cennet’e ehil hale getirmektir.
Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 7: Bakara Suresi'nden 6
- Âhiret inancını zihinlere ve kalblere yerleştirme, Kur’ân’ın temel dört maksadından biridir. Bu bakımdan Kur’ân, herhangi bir hadise veya olgudan bir başka münasebetle bahsederken bile, eğer oradan ana maksadını teşkil eden inanç esaslarına bir kapı aralanacak olsa, hemen bu kapıyı açar ve o esasları nazara verir.
- Amel, imandan bir parça, aslî bir unsur değilse de, iman, kendini kendine has amelle ortaya koyar. Amel, imanın da, imansızlığın da aynasıdır.
- “Dünya sevgisi, bütün hataların, bütün yanlış ve günahların başıdır.” (Beyhakî, 7: 338)
- Kâbe, daha çok kabûl gören görüşe göre yeryüzünde ilk yapılan bina veya ma’bettir. Dolayısıyla Hz. İbrahim ve İsmail (aleyhimesselâm), onun ilk kurucusu değil, temelleri üzerinde yeniden bina edicisidirler. Hz. İbrahim’in onu Hz. İshak’la değil de, Hz. İsmail’le birlikte yeniden inşa etmesi, onu kendine ve dinine merkez yapacak son peygamberin Hz. İshak değil, Hz. İsmail soyundan geleceğine önemli bir işarettir.
- (Rızkı sadece iman edene değil, herkese veririm. Bununla birlikte) kim de (bahşedeceğim emniyet ve rızık karşılığında) nankörlükte bulunur ve gerektiği gibi iman etmezse, onu (dünya hayatında) kısa bir süre geçindirir, fakat sonra Ateş azabını ona mecburî istikamet yaparım. (Dünyadaki bu kısa süreli geçimliğin ardından) ne fena bir âkıbet, ne kötü bir son durak!" [Bakara, 126]
- Safa ve Merve, Allah’ın şiarlarındandır. Şiar, İslâm’ın ve İslâm toplumunun alâmeti, ayrıca Allah’ın Kendisine ibadete vesile kıldığı eser demektir ki, ezan, cemaatle namaz, bilhassa Cuma ve Bayram namazları, Hac, Hac’- cın menasiki, camiler, kurban hep birer şiardır. Şiarın sünnet olanları bile, farz olan ferdî ibadetlerden daha mühimdir. Sa’y etmesinde bir mahzur yoktur ifadesi, sa’y etmese de olur demek değildir.
- Şüphesiz Allah, her yaptıklarını Allah’ın gördüğünün şuuru içinde ve mümkün olan en güzel şekilde yapanları sever. [Bakara, 195]
- Namazları ve bu arada bilhassa Orta Namaz’ı vaktinde, eksiksiz olarak ve dikkatlice kılın. Allah için kalkın ve (O’nun huzurunda) boyun büküp divan durun.[Bakara, 238]
- Mallarını Allah yolunda infak edip de, infaklarının ardından herhangi bir başa kakmada ve gönül incitici bir harekette bulunmayanlar yok mu: Onların, Rabbileri katında mükâfatları vardır. Onlar için (özellikle Âhiret’te) herhangi bir korku söz konusu olmayacak ve onlar asla üzülmeyeceklerdir de.[Bakara, 262]
Monday, November 4, 2013
Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 6: Bakara Suresi'nden 5 - Hz. Adem
Eşiyle birlikte Hz. Âdem’in yerleştirildiği cennet gibi, yaklaşmaları yasaklanan ağaç konusunda da farklı mütalâalar vardır. Cenab-ı Allah bu ağacı Hz. Âdem’e yasaklarken, söz konusu yasağa uyma karşılığında onun acıkmayacağını, susamayacağını, çıplak ve güneşin sıcaklığına maruz kalmayacağını beyan buyurmuştur (20: 118−119). Şeytan da, insanı bu ağaca yaklaşmaya ikna etmek için, onun ebediyet ağacı ve yok olmayacak bir mülk-hükümranlık olduğunu (20: 120), Allah’ın bu ağacı ona melik olarak cennette ebedî kalmaması (7: 20) için yasakladığını ileri sürmüştür. Bütün bu hususlarla birlikte, ağaca yaklaştıktan sonra insanın düştüğü durumu (avret yerlerinin açılması ve utançla buraları örtmeye çalışması (7: 22) ve ağaç manâsı verilen şecere kelimesinin “soy” anlamına da geldiğini dikkate aldığımızda, yasaklanan ağacın insan fıtratının en temel özelliklerinden olan ebediyet adına tenasül yoluna başvurma olabileceği akla gelebilir. Acıkmama, susamama, sıcağa ve çıplaklığa maruz kalmama gibi hissiyatın hatırlatılması, eğer bir halin, ortaya çıkacak bir vakıanın tasviri değil de, böyle bir hatırlatma gerçekten yapılmışsa, bu takdirde, bunların ya Hz. Âdem’e önceden öğretilmiş olması veya Hz. Âdem’in bunları daha önce hissetmiş olması gerekir. Bu ikinci durumda, eşiyle birlikte Hz. Âdem’in konduğu cennet, insanın tam bir yeryüzü varlığı haline gelme sürecinde bir his, bir duyuş, bir idrak, bir hâl boyutu ve âlemi olabileceği gibi, yasaklanan ağaca da, onda potansiyel olarak bulunan bütün bu hisleri harekete geçirip, onu fizikî-biyolojik ergenliğe ulaştıracak bir faktör, bir sebep olarak da bakılabilir. Cennet tenasül yeri olmadığından, artık tenasüle açık bir varlık cennette kalmayacak veya cennet halini daha fazla koruyamayacaktır.
Cenab-ı Allah’ın Hz. Âdem’e ve eşi Hz. Havvaya koyduğu bir ağaca yaklaşmama yasağı, Din’e ait bir yasak değil, Şeriat-ı Tekvinî veya hayat kanunlarına ait bir yasaktı. Bu yasağı işlemekle Hz. Âdem ve Hz. Havva dinî bir yasağı çiğnemiş ve günaha girmiş olmadılar. Çünkü, gelecek olan 38’inci âyette buyrulduğu üzere, insan için daha henüz Din gönderilmemişti. Ayrıca, yukarıda arz edildiği üzere, Cenab-ı Allah (c.c.), söz konusu yasağa uymanın cezası olarak acıkma, susama, çıplaklığa ve sıcağa, soğuğa maruz kalma gibi dünyevî sıkıntıları beyan buyurmaktadır ki, bütün bunlar, ağaca yaklaşmama yasağının hayat kanunlarına ait bir yasak olduğunu anlamak için kâfidir. Bu kanunlara uymamanın karşılığı ise, eğer Din’le ve Âhiret’le alâkalı değiller ise, dünyada görülür. Böyle bir yasağa uymama, peygamberlerin ismet (günahsızlık) sıfatını ihlâl etmez. Ayrıca Hz. Âdem, eşiyle birlikte kendisine bu yasak konduğunda peygamber de değildi ve henüz ortada peygamberlik vazife ve misyonu yoktu.
Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 5: Bakara Suresi'nden 4 - Kur'ân'ı Taklit Mümkün Değildir
Kur’ân’ın, bütün bir organizma gibi, her bir âyeti ve hattâ her bir kelimesi diğerleriyle içten bir münasebet içindedir. Âyetler arasında hem bir küll-cüz’ münasebeti vardır; yani pek çok âyet, Kur’ân’ın kendi başına bütün ve bağımsız bir parçasıdır ki, Kur’ân’ın neresine konsa yadırgamaz. Hem de, küllî-cüz’î münasebeti vardır ki, âyetler içinde pek çoğu, Kur’ân’ın bütününü temsil eder. Bunun gibi, Kur’ân’ın taklit edilemeyecek daha onlarca mucize özelliği vardır. Bu yüzden de, onu taklit etmek ve bir sûresinin bile benzerini üretmek mümkün değildir, olmamıştır ve asla olmayacaktır.
Kur'an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali [Ali Ünal] 4: Bakara Suresi'nden 3 - Küfrün 3 Sebebi
Küfrün en önemli üç sebebi kibir, düşünce ve davranış sapması ile bu sapmadan kaynaklanan veya ona yol açan yanlış ve şartlanmış bakış açısı, bir de zulümdür. Bir insan, bilhassa bu üç önemli faktörün tesirinde, esasen Allah’a ayna olarak yaratılmış bulunan kalbini karartır, onu asıl fonksiyonundan saptırır ve onu âdeta bir mezbeleye çevirir. Nasıl dünyada kanunlara ve yapılış gayesine aykırı olarak kullanılan binalara mühür vurulur, Allah da, inanma kabiliyetini ebediyen kaybetmiş böyle bir kalbi mühürler.
Subscribe to:
Posts (Atom)