Bir gün, değişik bir tren çıktı ortaya. Hayvan vagonlarına bir sürü insan doldurulmuştu. İstasyonda çalışan adamlar bunların tutuklanıp ölüm cezasına çarptırılan Yahudilerle Çingeneler olduğunu söylediler. Az yer kaplamak için kollarını kaldıran bu insanlar, buğday demetleri gibi tıkılmışlardı vagonlara. Her vagonda en az iki yüz kişi vardı. Gençler, yaşlılar, erkekler, kadınlar, çocuklar; hatta bebekler bile vardı aralarında. Çevredeki köylülerden birkaçı, toplama kampı yapımında çalışıyor, garip hikâyeler anlatıyorlardı. Köylülerin anlattıklarına göre, trenden inişte Yahudiler gruplara ayrılıyor, çırılçıplak soyuluyor, neleri varsa ellerinden alınıyordu. Saçları kesilip şilte yapımında kullanılıyordu. Almanlar ağızlarını açtırıp dişlerini de inceliyor, altın olanları oracıkta söküveriyorlardı. Gaz odalarıyla fırınlara bunca insana yetmiyor; gaz odalarında can verenlerin çoğu toplama kampının çevresine kazılan çukurlara atılıyordu.
Sonra Yahudi yüzleri görülmez olur, cılız, soluk kollar sallanır, ümitsiz yardım isteyen sesler duyulurdu. Merakla trenin geçişini izleyen köylüler, bu insan selinden gelen şarkıya, çığlığa, iniltiye benzemeyen garip sızlanmayı dinlerlerdi. Tren uzaklaşırken ormanın koyuluğunda, bıkmak bilmeden sallanıp bize işaretler yapan beyaz kollar görünürdü. Gece geçen trenlerle fırınlara götürülen zavallılar, arada, bebelerinin hayatlarını kurtarmak için onları pencereden atarlardı. Bazıları vagonun tabanını deler, birkaç kararlı Yahudi buradan aşağı atlarlardı. Çoğu zaman tekerlek altında kalıp biçilir, kopuk gövdeleri yokuş aşağı yuvarlanıp otların arasına düşerdi. Sabahın erken saatlerinde, oradan geçen köylüler, parçalanmış gövdeleri bulur, aceleyle giysilerini ve pabuçlarını çıkarırlardı. Sonra da Yahudiler'in, giysileri içine para ya da elmas gizleyebileceklerini düşünüp iyice ararlardı. Kâfir kanı bulaşmamışsa, astarları söküp arasına bakarlardı. Ganimetin üstüne üşüşür, kavga ederlerdi. Sonra ölüler demiryoluna bırakılır, Alman devriyeleri rastladığında lanetli ölüleri, üstlerine benzin döküp yakarlardı. Bir gün köyde, o gece, Yahudi dolu birkaç trenin arka arkaya geçtiği söylentisi dolaştı. Mantar toplamayı bırakan köylüler, demiryoluna koştular. Raylar boyunca tek sıra dizilmiş, çalıları karıştırıyor, demiryolunun iki yanından inen yokuşta ve telgraf direklerinde kan izleri arıyorduk. Önceleri bütün aramalarımız boşa gitti. Sonra köylülerden biri, birkaç yabani gül dalının kırıldığını fark etti. Yapraklar aralandı ve yosunların üzerinde tortop olmuş, beş altı yaşlarında bir çocuk bulundu. Gömleğiyle pantolonu parça […]
Onu kurtarıp köye götürseydik başımıza sürüyle iş açacaktı. Bir Yahudi gizlediğimizi Almanlar duysa; köyü basıp, her yanı arayacak, bu arada çocuğu ve bodrumda gizlenen beni de bulacaklardı. Benim de, onun gibi trenden atıldığımı düşünüp oracıkta öldürecek, sonra da köy halkını cezalandıracaklardı.
Her tren geçişte, bölük bölük, korkunç yüzlü, intikam isteyen hayaletler görüyordum. Köylülere göre, Yahudiler'in yakıldığı fırınlardan çıkan dumanlar gökyüzüne dimdik yükselip Tanrı'nın ayakları altında yumuşacık bir halı oluyordu. Oğlunun ölümüne üzülen Tanrı'yı avutmak için, gerçekten bu kadar Yahudiyi kurban etmek gerekli mi, diyordum kendi kendime. Belki yeryüzü yakında kocaman bir yangın yeri olacaktı. Papaz, bütün insanların bir gün öleceğini, hiçlikten gelip hiçliğe döneceklerini söylememiş miydi?