Tuesday, June 30, 2015

Sabır

İnanan insanlar, din-i mübin-i İslâm’ın âfâk-ı âlemde şehbal açması istikametinde bütün cehd ve gayretlerini göstermelidirler. Hak yolunda başlarına her zaman gelebilecek belaların olabileceğini peşinen kabul etmeli ve bunlara katlanmaları gerektiğini çok iyi bilip buna razı olmalıdırlar. Şu kadar da var ki, Cenab-ı Hak uzun süre Kendi yolunda olanlara bela ve musibet vermeyebilir ve onları sıkmayabilir; hatta bu kimseler, uzun bir müddet rahat edip bir sıkıntıya maruz kalmayabilirler de. Önemli olan husus, musibetler ilk tosladığında onlara karşı sabredebilmektir. Bir hadis-i şerifin ifadesiyle, musibeti ve belayı istememek gerekir. Efendimiz (aleyhissalâtü vesselâm) buyuruyor ki: “Düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyiniz… Karşılaştığınız zaman da sabrediniz.”

Neden Ümitvârım

Her ne kadar ben ve benim emsalim kendimizi mahvolmuş bir nesil olarak görsek de gelecek nesil için bir köprü durumundayız. Gelecek neslin ise, hadis-i şeriflerin verdiği müjdeler içinde, Cenab-ı Hakk’ın hususi iltifatına nâil olacağına inanıyoruz. Ben de onca cürmüm ve günahıma rağmen bu iltifatlardan istifade etme ümidini taşımaktayım. Şahsen hep bu hususu düşünerek, hiçbir zaman ümitsizliğe düşmedim. Bir karanlık dönemde hiç yoktan başlayıp gelişen, mesafe üstüne mesafe kat eden, hatta daha gerilere dönüp baktığında, dün ufkunda yalancı bir şimşeğin çakmadığını, kâzip bir fecrin tulû etmediğini gören ve bugün bir zahre-i şemse ulaşan ve Güneş’in parlaklığı başını okşayan bir neslin ümitsizliğe düşmeyeceğine inanıyorum. Zira bizden evvelki nesillerin kupkuru ve kapkaranlık bir dünyaları vardı.

**
Biz, iki asır evvel “Batılılaşacağız” diye gafletle bir kuyuya baş aşağı dalmaya durduk. Biz indikçe birileri bize “Merdiven çıkıyorsunuz.” diyor ve âdeta her yüz metre düşüşte bize bir madalya takıyorlardı. Bütün bunlar, bizim maskaralığımızın ifadesiydi. Ancak Allah’ın lütuf ve keremiyle yirminci asırda birden bire İslâm âleminin makus tali’i yeniden değişmeye durdu. Bir kere daha Cenab-ı Hak (celle celâluhu), mürşid ve mübelliğler göndererek Kur’ân’ın mübarek yüzünden perdeyi açıverdi ve yeniden Tur’da berk çakar gibi oldu, Hira’da vahyin sesi gürlemeye başladı.

**
Bir zamanlar lisede okuyan bir talebeyi camide namaz kılarken görmek, içimize Tur’dan esen bir bişâret ve müjde gibi geliyordu. Şimdi ise her şey çok farklı...


Sohbet



Bilindiği üzere Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) lâl ü güher sözüyle din, bütünüyle nasihatten ibarettir ve dinin ruhu olan bu nasihatler de işte bu sohbet atmosferlerinin semeresidir ki bu, ferdî ve içtimaî plânda dinin yaşanıp yaşatılabilmesi için zaruret ölçüsünde bir ihtiyaçtır. Sohbeti sohbet yapan en temel unsur, onun “Cânan” etrafında cereyan ediyor oluşudur; dış görünümü itibariyle sohbet edalı olsa bile dâyesinde marifetullah mayalanmayan birliktelikler sohbet sayılamaz!

Öte yandan sohbetin derinleşmesi ve muhatapların da katkısıyla enginlik kazanabilmesi için onun, hadisin ifadesiyle “tezâkür” boyutlu cereyan etmesi de ayrıca önemlidir.

Şu da bir gerçek ki hâl dilinin sohbeti, kâlden daha tesirlidir. Hatırlanacağı üzere Sultan-ı Rusül Efendimiz’in beyanlarına göre hakiki mü’min, görüldüğü zaman Allah’ı hatırlatan bir dildir. Her ne kadar her sohbette bu insibağdan bir yansıma bulunsa da Allah dostlarının sözlerinden, bakışlarından, yüz hatlarından, dudak ve el hareketlerinden öyle bir ruh ve mânâ akışı hâsıl olur ki onu, kitaplardan okuyarak elde etmek mümkün değildir. Bir hak erinin namazda kıvrım kıvrım kıvranmasının, huzur-u ilâhîde iki büklüm olmasının, kalbinin haşyetle çarpmasının ve yanaklarının gözyaşlarıyla ıslanmasının o meclise dolduracağı mânevî havayı doğrudan doğruya onun atmosferine girmeden ve onunla diz dize gelmeden teneffüs edebilmek imkânsızdır. Anlattığı konunun içine giren, oturduğu yerde kendini unutup resmettiği hâdisenin aktör veya figüranlarından birisi haline gelebilen ve âdeta “fenâ fi’s-sohbet” olabilen bir nefesin solukları, ölü gönüllere bile hayat üfleyen iksirlerdir. Zaten bir insanın diri kalabilmesi de, böylesine bir atmosferden beslenmesine ve oradan doldurduğu heybesini başkalarına da taşıyıp etrafına hayat üfleyebilmesine bağlıdır. Bu açıdan bakıldığında Müellifimiz’in, “Hâl ile hallolmayacak mesele yoktur!” şeklinde sıklıkla tekrarladığı hakikat, günümüz nâsihleri için çok şey ifade etse gerek!

**
İnsanı hakikate ulaştıran iki temel yoldan birisinin “sohbet”, diğerinin ise “hizmet” olduğu da unutulmamalıdır. Zira insanı “yaşatma” ufkuna ulaştırmayan sohbet, sohbet değildir; temsille hayat bulmayan, pratiğe dönüşüp yaşatma idealiyle insanı yollara düşürmeyen ve fark ettiği güzellikleri başkalarına da tattırmayı hedeflemeyen sohbetin semeresi yok hükmündedir.

Bilmiyorum


Aslında, kendini aşamamış bir insanın makam-ı fetvada bulunması ve kendisine tevcih edilen her soruya cevap vermesi çok tehlikeli bir husustur. Keşke insan kendini aşabilmiş olsa da sorulan her sorudan birkaç tanesine “Bilmiyorum” diyebilse ve sonra bilmiyorum diyebildiğinden ötürü memnun olarak tevazu gösterebilse; böyle bir sohbet Allah’ın (celle celâluhu) rızasına muvafık olur ve Resûl-i Ekrem’i de (aleyhissalâtü vesselâm) memnun eder.


HİZMET HAREKETİ’NİN ENTELEKTÜEL KAPASİTESİ - 1

Hizmet Hareketinin entelektüel potansiyelini irdelemeye çalışacağım bu ilk yazı, düşündüğümden de uzun oldu. Yazının ilk bölümü, aydın kesimin bir hareket için, bir dava için önemini çok genel değerlendirecek. İkinci kısım, Hizmet Hareketi’nin 17-25 Aralık sürecinde haklı davasını daha geniş kesimlere anlatamadığı gibi bir varsayımın altını bir kez daha çizecek. Son bölüm ise, Hizmet Hareketi’nin entelektüel yetiştirmedeki kimi sorunlarına değinecek.

Hizmet Hareketi içindeki yazar -çizer kesimiyle ilgili, Hareket'in entellektüel yapısı, müktesebatı ve kapasitesi hakkında biraz sarf-ı kelam etmek niyetindeyim. Hizmet Hareketi içinde yeterli sayı ve kualifikasyonda entel yetişip yetişmediğini irdelemeye çalışmak gibi külfetli hatta biraz da netameli bir mevzunun sadece kapısını aralamış olacağım...

Bir hareketin kanaat önderleri, sadece o hareketin lider ve yönetici kesimi midir!Hayır! Bir hareketin temel felsefesini kendisine dava edinmiş yazar-çizerler, entelektüeller ve mütefekkirler de o davanın yönünü ve istikametini tayin etme; o sosyal veya dini hareketin muhtevasını zenginleştirme ve biçimlendirme hususunda, eğer daha fazla degilse, yöneticiler kadar, müessir olabilirler.

Yazar, sadece hareketin mesajının daha geniş kitlelere ulaştırılmasına vesile olmakla kalmaz, o mesajı tekrar biçimlendirir, farklı kesimler için daha anlaşılır kılar; hareketin büyük 'anlatısı'nı tekrar be tekrar kurgular. Yazar, mesajın daha iyi anlaşılmasını sağlamakla birlikte, benimsenmesinde de hayati rol oynar. 

Kalem ehli, bu işi, sanatın çeşitli formlarıyla; dilin en müessir vekıvrak imkanlarıyla, edebiyatın farklı yazı türleriyle yapar.  Hikaye ile, roman ile, senaryo ile, köşe yazısı ile, şiir ile...bir davayı bayraklaştırır, mesajı yeniden kurar kurgular;  acıyı, çileyi, sevinci, tecrübeyi… ölümsüzleştirir; bir değer üretir, çağının sesi ve şahidi olurken hareketin dününü yarına, sonraki nesillere aktarır, hareketin geleceğini tayin eder.

Mesela, Çanakkale Savaşlarını en iyi anlatan Mehmet Akif’tir;  adeta bu zaferi sevk ve idare eden bir başkomutan gibi tarihimize adını yazdırmıştır.
Çanakkale denince akla o gelir; bir millet Çanakkale'yi onun dasitani mısralarıyla tekrar be tekrar hisseder, yaşar;  sözkonusu tarihi vakayı yeniden yorumlar ve kaleme aldığı o şaheser metinle Çanakkale yeniden sayısız kereler yorumlanır.

Soru şu: Bugün itibarıyle handiyse yarım asrı devirmiş, dünya çapındaki bir Hareket’ten çok daha fazla sayıda bağımsız aydın ve entelektüel çıkamaz mıydı? Çıktı mı?

İdeal bir entelektüeli  hazırlayan şartlar neler olabilir? Veya böyle bir entelektüelin Hizmet Hareketi içinde yetişmesini engelleyen sebepler var mıdır? Nelerdir?

Buarada, uzunca bir entelektüel tanımına hacet yok ancak hiç çekinmeden söylenebilir ki, sadece tek bir kaynaktan beslenerek entelektüel olunmaz. Üstelik sadece kitaplardan beslenen, diyalektiğini, ideolocya'sını teoilerle örgüleyen, hayat tecrübesi olmayan, sokaktan bihaber kişiler er ya da geç sos verir. Immanuel Kant’ın dediği gibi, teorisiz deneyim körlüktür, ama deneyimsiz teori de bir entelin oynadığı çelik çomak oyunu gibidir. Entelektüel ne bir gevezedir ne de zor zamanda susan bir korkak!... Bir ideali, davası, sosyal meselelerde bir duruşu vardır.

Entelektüel, genel anlamda bir Türkiye, bir Doğu sorunudur. Muhafazakar kesim ne zaman yeni bir dergi yayınlasa, Cemil Meriç’in dergi hür tefekkürün kalesidir sözünü serlevha yapar, gel gör ki çıkardıkları dergiler gerçekten de ne kadar hür tefekkürün kalesidir tartışılır. Aynı şekilde, Necip Fazıl’ın özyurdunda garipsin öz vatanında parya sözünü dillerine pelesenk edenler, iktidarı ve gücü elde ettiklerinde, paryalaştırmadıklar, hakkını sömürmedikleri kesim kalmaz. İlkin de hür tefekküre kelepçe takılır. Eleştirinin, serbest düşüncenin bütün menfezleri davanın menfeat ve selameti adına sıkı sıkıya kapanır.
Hür tefekkür, hür ve serbest ortamlarda zuhur eder.
Entelektüel, müelliftir, tahlil yapar, terkip yapar; derleyici degildir. Bozar, tekrar inşa eder.
Kaleminin efendisidir, kalem efendisi değil. Düşünce namusu önceliğidir.


Bizde entelektüel, genel itibariyle üniversitede ve basında konuşlanmıştır. Maişetini oralardan tedarik eder. Hizmet'in de onlarca üniversitesi, düşünce kuruluşu ve azımsanmayacak nicelikte de yayını var. Buralarda birbirinden değerli isim var; düşünen, yazan, okuyan...Ne var ki, bu isimlerin büyük bir kısmı gerçek potansyellerini açığa çıkaramamakta, kendi özgün seslerini bulamamakta, kendi öykülerini kurgulayamamakta…Bir nevi memur hayatı içinde imrar-ı hayat etmektedirler.




Burada öncelikle Fethullah Gülen’in aydın ve entelektüel tanımını, tartışmaya gerekli bir teorik  altyapı olması bakımından ele almak gerekir, ama bu, elbette bu yazıyı aşar. İkinci olarak da Hareket’in içinde bulunan aydınlara kendilerini Hareket içinde nasıl gördüklerini, Hareketçe nasıl görüldüklerini, kendilerini nasıl yetiştirdiklerini…sorgulamak gerekir-di bu tartışmayı daha sağlam bir zemine oturtabilmek için. Belki bir başka fasılda...

17-25 Aralık öncesi ve sonrasında vuku bulun olaylar zinciri bağlamında ilk tepkim, Hizmet’in haklı olduğu davasında, yavaş yavaş haksız durumlara düştüğü, geniş halk kitlelerince haksız olarak algılanabileceği bir mecraya doğru sürüklendiği; bunun da sebeplerinden birirnin Hizmet Hareketi’nin bu süreçte temel mesajını iyi kurgulayamadığı ve ajandasını Türkiye gerçeklerine muvafık ve mutabık bir biçimde kurup işleyemediği düşüncesindey-dim! Evet, 17-25 Aralık sürecinin ilk aylarındaki baskın düşüncemin bu yönde olduğunu belirtmeliyim. Hizmet Hareketi medyasının daha genis halk kitlelerin kolayca anlayabileceği ve benimseyebileceği bir mesaj, bir anlatı kurgulayamadıkları yönündeki düşünelerin zihnimi cidden meşgul ettiğini hatırlıyorum o günlerde.


Hizmet’in  hak ve hukuk bağlamında biçimlendirmeye çalıştığı mesajını işlemede ve yaymada herhangi bir sıkıntısı olmamalıydı! Evet, bu algı çağında, daha ilk anlardan itibaren mesaj iyi kurgulanıp servis edilmeliydi. Nitekim, bu mesajın halkın kulağına göre anlatılabilmesinde yetişmiş insan kaynağı, kurumsal yeterlilik ve kapasite sorunu yoktu Hizmet’in.

O zaman, nasıl oldu da, bu kadar güçü bir  medya ağına, sık dokulu ve yoğun iletişimli destekleyici bir tabana sahip olan Hizmet Hareketi, haklı olduğu davasında kamuoyunu yanına çekmede kimi hayati zorluklar yaşadı!


O ilk günlerde özellikle Yenişafak ve Star gazetelerinde kalem oynatan bir kısmı Mili Görüş kaynaklarından beslenmiş aydın ve gazeteci, usluplarının kıvraklığıyla, mizah öğesini de kullanarak, Hizmet Hareketi hakkında manipülasyonlara giriştiler, o dönemlerde Hareket’le ilgili menfi bir algının oluşmasında önemli rol oynadılar.

İşte tam da bu zamanlarda, nerede Hizmet Hareketi’nin medyası, yazarları ve aydın kesimi diye düşünmekteydim!

Geçen zaman bir şey gösterdi: Üslub-ı beyan ayniyle insanmış. Türlü algı operasyonlarıyla polemiğe, sağlıklı olmayan tartışma ortamlarına çekilmeye çalışılan Hizmet Hareketi’nin ilke ve felsefesine inanmış aydın kesimi meğer bu süreçte yabana atılmayacak bir itidal ve teenni sergilemiş. İki kesimin de yazar ve çizerleri mukayeseli incelendiğinde bu üslup farkı çok net görülür.

Bakınız gece gündüz televizyonlardan bağıra çağıra konuşan ve gazetecilikleri kendilerinden menkul bir kesimin ağız dolusu hakaret ve iftiralarına, tahkir, tezyif ve tehditlerine, bütün maddi ve manevi baskılara rağmen Hizmet medyasında yazıp çizen kimseler, aynı üslupla cevap vermediler ve tahriklere kapılmadılar.  Bunun küçümsenmeyecek bir erdem ve mesleki etik olduğu zamanla daha iyi anlaşılacak.


Bütün bunlarla beraber….

Yine de daha otantik ve güçlü bir anlatı geliştirilebilirdi; çok daha geniş kitlelere mal edilebilecek bir söylem inşa edilebilirdi. Böyle bir anlatının neden daha güçlüce ortaya konulamadığı ve etkince dillendirilemediğinin tek mesulü Hareket’in okuyan ve yazan kesimi değil elbette, ama bunu büyük bir oranda gerçekleştirecek olan da Hizmet Hareketi’nin aydını, münevveri ve entelektüeli idi.

Bu arada sanılmasın ki, hükumetin tezini savunanların, algı operasyonlarını sevk ve idare edenlerin kısm-ı ekseri entelektüel kapasiteleri çok da üstün ve bağımsız kişiler! Süreç gösterdi ki, benim de öteden beri saygı duyduğum bir kaç kişi meğer tam bir karton entelektüelmiş! Ki şimdilerde piyasada mebzul miktarda örneği olan nevzuhur tufeylileri saymıyorum bile…Hani o aylardır basma kalıp haline getirdikleri bir kaç argümanı tekrar edip duran, saga sola tehditler savurup duran, yazıları en vahim mantık ve bilgi hataları  ile malul ve en basit imla yanlışlarıyla meçhul kimseleri saymıyorum bile…2014 model bu “public intellectual”ların Türk düşünce dünyasına malumat müzehrafatından başka verebilecekleri bir şey olacağını sanımıyorum. Yarına kalmayacakları ortada! Fakat kabul edilmeli ki, tahrip kolaydır fehvasınca, dil ve üsluplarındaki üsturupsuzluktan ve müptezellikten dolayı daha yıkıcı ve halk üzerinde daha etkili bir kara propaganda yürüttüler. Hükumet'in tezini tam da "halka anlatır gibi" anlattılar.

Yine dikkat çekici bir husus da, Hizmet’in tezini en iyi savunanlar kendi içinden çıkan gazeteci ve yazarlardan ziyade, arkaplanlari farklı olan Ahmet Turan Alkan, Mumtazer Türköne, Şahin Alpay ve Ali Bulaç gibi yazarların olması…Bir başka husus da belki Zaman yazarlarından mesleki formasyonu edebiyatçılık olan Ali Çolak ve Ekrem Dumanlı’nın konuyla ilgili yazdıkalrının emsaline göre daha özgün bir sese sahip olmaları ve seslerinin gayet tabii daha tesirli olması.

Peki Hizmet Hareketi’nden beklenen kemmiyet ve keyfiyette entelektüel yetiştirmiyor? İşte kimi nedenler:

1- Dini gerekçeler. Hizmet içinde yetişmiş ehl-i kalem, yazarken doğal olarak kul hakkı, doğruluk, mahremiyet, cinsellik vs. gibi hususlara riayet etmek durumundalar…Akıllarına eseni yazamadıkları gibi, temel kıstaslarla çelişen alanlara da giremezler.

2- Hizmet'in sosyal olaylara bakışında ve duruşundaki müvazenesi ve müteyakkız duruşu yazar kesiminin kırmızı çizgisidir. Her doğru haber yapılamaz. Gazete yapılacak herhangi bir haber, Çin’deki Hizmet kurumunu etkileyebilir. Bu konuyu daha iyi anlayabilmek için" yumurta kufesi" metaforunu hatırlamak yeterli olacaktır.

3- Öteden beri Hizmet'in edebi, düşünce ve dini süreli yayınlarında içselleştirdiği romantik ve sentimental dil ve üslub, zamanla yazarlarını gerçekci tasvirler yapmaktan uzak tutuyor. "Üveyk edebiyatı" diyebileceğimiz  ayakları yere basmayan bir edebi anlayış öne çıkıyor burada. Sızıntı dergisindeki hikaye ve denemelerde rahatlıkla görebiliriz bu tarzı, STV'nin sırlı dizilerinde de müşahede etmek mümkün. Bunun bir kısır döngğ olduğu söylenebilir. Zamanın ruhunu yansıtan bir dil ve üslup bulunmalı. Mesela, her zaman ideal fertlerin bayraklaştırıldığı ve onların dasitani hikayelerinin dile getirildiği hakim bir anlatı bina etmenin yanında, mesela Orta Asya’ya gitmiş, oralarda çok çetin şahsi sınavlar yaşamış, mücadeler etmiş, ticarette iflas etmiş bir esnafin da hikayesi, hayal kırıklıkları, ümitleri… anlatılmalı; yine mesela Amerika'ya çok büyük hizmet idealeri ile gelmiş ama sonra çetin ailevi meselelerle karşılaşıp yurda dönen bir öğretmenin kişisel hikayesi de..
Bu arada, Sızıntı demişken, Yağmur’u da ekleyerek soralım: 35 yıldır bu dergilerde yetişmiş, bu dergilerin yetişmesine vesile olduğu kaç tane yetkin ehl-i kalem var? Entelektüel demiyorum!

4- Yayın kurullarındaki kontrol mekanizması....Dini yayınlardaki sıkı editöryel bir mekanizma bir yere kadar anlaşılabilir; ancak düşünce ve edebiyat ürünlerinde keskin sansür olamaz. Zaten Hizmet'in değerlerini benimsemiş, bu değerleri tecrübi ve terkibi bir zihni hamule ile yoğurarak içselleştirmiş birinin otosansürü bu noktada belirleyici olmalı. Serbest ve güvenli ortamlarda, kişiler üretir, yetişir…Bir edebi veya felsefi metin bir ilahiyatçı tarafından tahlil ve edit edilirse, hür tefekküre kapı aralamak şöyle dursun, düşünce boğulur. Hizmet’ten olan bir düşünürün kendini ifade edebileceği mecraların olması gerekir. Kendi imkanlarıyla bu tür mecralar yarattığında da içinde yetiştiği cemiyette çirkin ördek yavrusu veya kara koyun muamelesine maruz kalmamalıdır.


5- Kendi çocuklarının kıymeti bilinmeli, onlara daha fazla imkan verilmeli; yani istidatlara, mutakbel yazarlara eğilinmeli, özgün ve otantik sesler keşfedilmeli, önleri açılmalı. Son olaylar taşıma suyla değirmen dönmeyeceğini gösterdi. Böyle bir mekanizma kurulmalı, kıdemli olanlar adeta kabiliyet avcısı gibi genç istidatları bulup keşfetmeli, onları yetiştirecek yoğuracak kültürel ortamlar oluşturmalı.

6-Hizmet, eğitim hareketi olarak başlamıştır. Bu tarz, 1990lar hatta 2000ler için belki de en iyi hizmet alanlarından biridir, ama zaman değişmektedir. Belki de zihniyette bir paradigma değişimine ihtiyaç var. Post-modern bir çağda dersanecilik ve okulculuktan gelme didaktiklikten vaz geçilmeli. Fizik ve kimya anlatırken  Allah'ı da anlatma anlayışının yerleşik  olduğu Hareket’te "doğrudan sonuca bağlama" anlayışı belirgin.Eğitimciden farklı olarak entelektüel yazar, daha yaratıcı ve illa ki bir şey öğretme, bir mesaj verme kaygısına kendisini kaptırmamalı. Düşünceyi bir kanaviçe gibi işlemeli yazar, acele etmeden, telaşa kapılmadan…

7- Hizmet'te İlahiyatçılarla birlikte, daha çok mühendis, doktor, öğretmenlerden müteşekkil sayısalcı bir zihniyet vardır. Sosyal bilimlerden gelen daha fazla eleştiren, sorgulayan, okuyup yazani konuşan… bir zihniyetin yerleşmesi gerekiyor… Sosyal Bilimlerin farkli alanlarında yetişmiş, alanının uzmanı isimler elbette var. Fakat umumiyetle holistik ve integratif bir perspektiften, birikimden yoksunluk da söz konusu. Mesela sosyolojide veya siyaset bilimde akademik kariyer yapmış kendi konusunun uzmanı bir isim sosyal bilimlerin diğer alanlarında mesela filolojide, edebiyatta, sanatın muhtelif şubelerinde, teolojide çok asgari bir malumatla iktifa ediyor; dolayısıyla ortaya komple bir münevver çıkmıyor.

8- Entel, serbest oyuncudur. Kabına sığmaz. Kategorize edilemez.

9- Entelektüel sıkıntıya, çileye taliptir. Maddi manevi sıkıntıları göğüleyecek kalibrededir. Hayatıyla bedel ödemeyi göze alabilmesi gerekebilir. Ebu Hanife’nin dediği gibi, “ Bir baş soğanın hesabını yapsaydım ben bu ilmi edinemezdim…” sözü kulağa küpe olmalıdır.


10- Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yanında sadece İlahiyatçılar mı vardır, orda mesela kaç tane sosyolog, psikolog, antropolog, edebiyatçı vs vardır. Hizmet’in farklı bakış açılarına ihtiyacı var mıdır? Veya Hareket’in entel yetiştirme gibi bir kaygısı var mıdır?

Liste böyle uzar gider…


Hizmet'in 50 yılda oluşturduğu ortak kültür, gelenek, vizyon, muktesabat, deneyim ve konseptler kendi içinden yetkin eserler çıkarabilecek bir düzeyde artık. Hizmet'in hoşgörüsü ve genişliği, kendi içinden çıkabilecek "aykırı" sesleri de tolere edebilecek keyfiyette.

Yaşanan tecrübeler, Hizmet için her anlamda bir dönüm noktasıdır ve hayırlı neticeler hasıl edilebilir. İleride bu süreci, en güzel  ve doğru şekilde yazarların kaleminden okuyacağız.


O entelektüele şimdiden selam ediyorum. Tarihi o yazıyor.

Engin Sezen
Kaynak: esezen.blogspot.ca

Sunday, June 28, 2015

Ramazan Hocalari

Televizyonda muhtemelen aldığı yüksek ücret karşılığı konuşan hoca “Bir kişi hafız olunca öbür dünya yetmiş kişiye şefaat edecek” diyor.

O zaman marangoz, makale yazmaya çalışan akademisyen, yeni patent için uğraşan girişimci olmanın ne anlamı var? Hepimiz işimizi bırakıp hafız olalım.

Her yıl olduğu gibi bu yılki Ramazan ayında da cami kürsüsünden, ekrandan insanlara bildiğimiz tekrarlaranlatılıyor.

Din adına konuşanların gerçek dünya ile hiç ilgisi yok mu? İslam dünyasında bu kadar sorun varken ve başka medeniyetler Mars’ta araştırmalar yaparken bütün bunlardan nasıl kopuk halde din anlatılıyor?

Bugün dünyanın herhangi bir Müslüman ülkesinde cuma hutbesinde “basın özgürlüğünün önemi” üzerine bir tanecikhutbe verilebilir mi?

Yanlış dindarlaşma

Tuhaf bir geleneksel ve kültürel dindarlık algısı üretildi. Neredeyse “hayatın hiçbir reel alanına hitap etmeyen bu algı”, kendi içinde bazı ritüellerin sürekli yapılmasını öneriyor.

“Şu kadar hatim indir, şu kadar salavat getir” gibi bir omurga üzerine kurulan bu dindarlaşma daveti, Müslümanlar’ın içinde bulunduğu tatlı uyuşukluktan rahatsız olmamasınısağlıyor.

Merdiveni kullanıp daldaki kirazları toplamak yerine sürekli merdivenin güzelliklerini, ona dokunmanın faydalarını öne çıkaran bir dindarlaşma tarzı bu.

İçinde asla “beş tane adam gibi tarih kitabı yazan cennete gider” veya “ömründe on tane patent alıp insanlığa katkıda bulunan çok sevap kazanır” gibi bir yaklaşım olmayan buyanlış dindarlaşma, Müslümanlar’ın dünyadaki fiyaskosunusorun etmiyor.

Son 50 yılda Osmanlılar’ın ve Selçuklular’ın Anadolu’ya yaptığı camilerden daha fazla cami yapmış bu dindarlaşma, halbuki camilerin ne kadar büyük bir mimari fiyaskoolduğunu göremiyor bile.

İki kahrolası strateji

Ramazan İslamı’nı anlatanlara bakınca onun “iki büyük kurnazlığın üzerine kurulduğunu” görmek mümkün:

Birincisi, sürekli olarak şu basit sorun akla getirilmiyor: “Peki, bu tahrif olmuş dinleri takip eden Batılılar neden bizden daha başarılı?”

Böylece dünya ve Müslüman arasındaki bağ öldürülüyor. Bir zaman sonra hiçbir somut etkisi olmadığı halde dindarlar,kapalı bir çevrim içinde konuşmak ve hareket etmekten zevk alır hale geliyor.

İkincisi, yanlış bir doğa algısı anlatılıyor.
“Sen istediğin kadar hatim oku maçları Barcelona kazanıyor, akıllı telefonu Amerikalı yapıyor, neden?”

Daha açık yazalım. Allah daha çok namaz kılanın veya daha çok hatim indirenin sporda, mimaride, teknolojide başarılı olacağı bir evren yaratmadı.

Allah adil ve hikmet sahibi olduğu için yarışı “daha çok hatim okuyan değil işin hakkını daha çok veren kişi” kazanıyor.

Geleneksel vaizler, bu sorunu aşmak için hemen “bu dünya onlar, ahiret Müslümanlar içindir” gibi argümanlara girerler. Müslümanlar’a “dert etmeyin dünyadaki bu geri kalmışlığı, önemli olan ahiret” demeye getirirler.

Peki, sokakları kirli, siyaseti kirli velhasıl bu dünyası mamur olmayan Müslümanlar’ın ahireti mamur ve mutlu mu olacak?

Yaşadığı ülkelerde ağaç bırakmayan, birbirini öldürmekten çekinmeyen, mesela sağlık teknolojisi alanında insanlara bir buluş ile hizmet edemeyen Müslümanlar, sırf namaz kıldığı, hatim indirdiği, sakal bıraktığı veya 15 defa umreye gittiği için Allah’ın hoşnutluğunu kazanabilir mi?

Gokhan Bacik


Saturday, June 27, 2015

Bedevi Sosyolojinin Siyaseti

M. Abid Cabiri, Arap İslam siyasi tarihini üç anahtar terimle açıklamaya çalışır: Akide, kabile ve ganimet. Büyük ölçüde İbn Haldun sosyolojisinden hareket eden Cabiri'ye göre bu üç terim tarihin gizli siyasi aklın belirleyicileridir.

Hz. Muhammed (sas)'in ve O'nu takip eden büyük ıslah hareketlerinde ilk aşamada rol oynayan “akide” yani inançtır. İnanç aşamasını “kabile” asabiyeti üzerinde yükselen devlet takip eder. Sonraki dönemlerde ise temel itici güç “ganimet”tir.
İslam dünyasının modern durumunda İbn Haldun'dan mülhem bu kavramsallaştırmanın açıklayıcı olabileceğini düşünebiliriz. Üç büyük göç dalgasının üçüncüsü inanılmaz bir hızla sürmektedir. Yer küresi ölçeğinde konar-göçerlerin yerleşik hayata geçişi binlerce sene sürdü; kırsal yerleşiklikten kente göç de belli bir tempoda oldu, ancak şimdi hem kırlardan kentlere hem kentlerin periferilerinden merkeze nüfus hareketi hızla sürmektedir.
Türkiye ve İslam dünyasında iki vakıa modern patalojimize işaret eder: biri İslam toplumlarının tamamının zoraki, mekanik yöntemlerle modernliğe dahil edilmeleri, diğeri yaşamadıkları ve içinden süzüp çıkarmadıkları siyasal rejimlerle yönetilmeye maruz kalmaları. Merkez sağ ve merkez sol ile her iki kanadın aşırı partileri birer sınıfı iktidara taşımak üzere demokratik mücadeleye katılırlar, bizde ise kabile asabiyeti ve kent aşiretleri birer parti olarak teşekkül etmişlerdir. Toplumlarımızın zoraki yöntemlerle Anavatan (Batı)'ın reform paketleri ve ekonomik programları çerçevesinde kalkınma ve büyüme politikaları takip ettiğinden, üretim yapısı ile dağılım arasında bir tutarlılık kurulamıyor. Bizim gibi ülkeler, birer periferi birimler olarak Anavatan Batı'nın ekonomik ve buna bağlı askerî ve politik güçlerini ayakta tutmak ve sürdürmek üzere programlanırlar, bu açıdan her ekonomik hamle ve büyüme bizden çok Anavatan'a fayda sağlar. Bu çerçevede mesela İstanbul'da üçüncü havaalanının inşa edilmesi Batı dünyasını tedirgin etmez, aksine gücüne yeni güç katar. Tıpkı ColaTurca'nın bir rakip olarak piyasaya girmesiyle CocaCola'nın iç piyasadaki payının yüzde 60 artması gibi.
Sorun sadece mecbur edildiğimiz üretim yapısında değil fakat bölüşümdedir. Kapitalist piyasa gelişmiş ülkelerde bölüşümü, kaynak dağılımını belli kurallara ve sisteme bağlamıştır. Bizde ise “ganimet” olarak dağıtılmaktadır. Bu yüzden üretim biçimi ile kaynak/gelir bölüşümü arasındaki uyuşmazlık siyasi kavgaların da temelini teşkil eder. Devleti ele geçiren kabile, mülkü bürokratik mekanizmalarla bildiği gibi dağıtır.
Tarihsel ve maddî toplumsal karşılıkları olmadığından eninde sonunda merkez sağ ve merkez sol partiler, sosyalist ve liberal siyasetler çökecekti, çöktü de. Eninde sonunda İslam dünyası kendi reel ihtiyaçlarından ve ahlakî ideallerinden neş'et eden politikalara yönelecektir. Siyaset “özgürlük”, “ahlak” ve “adalet”i esas almaya başladığında devlet kabile, iktidar mülk, milli hasıla ganimet olmaktan çıkacaktır. Bu sağ ve solun değil, İslamcı siyasetlerin işidir. Üçüncü nesil İslamcılar, “devleti kurtarma” veya “devleti ele geçirme”yi bir kenara bırakıp “devleti yeniden tanımlama” işine girişebilselerdi bunu bir ölçüde başarırlardı. Bu da ancak sağlam kelamî ve fıkhî zeminde altenatif siyaset geliştirmeye bağlıydı. Ne var ki üçüncü nesil İslamcılar, kentlere akın eden bedevi sosyolojinin asabiyetten kaynaklanan enerjisini temel aldılar. Kendileri de o sosyolojinin ürünüdürler, dolayısıyla “milli irade, aziz milletimiz, halkın desteği vb.” sublimasyonlarla bedeviler haderilerin sahip olduğu her neye sahipse onlar da ona sahip olmak istediler. Kendi siyasi liderlerini çıkaran bu bedevi sosyolojinin akidesi “aziz milletimiz, milli irade”, kabileleri haderilerin güç ve servetine göz dikmiş aşiretler koalisyonu; demokratik yollarla ele geçirdikleri bürokratik ve maddi-ekonomik kaynaklar da aralarında bölüştürdükleri ganimettir.
Üçüncü nesil Türkiye İslamcıları, haderilere özenip iktidar biçimini ve hayat tarzını taklit etmeseydi, sosyal, siyasî ve fikrî üç İslamcı versiyon yeni bir iktidar felsefesi üzerinde mutabakata varsaydı bu durum değişebilirdi. Başaramadık. Mısır ve Suud selefileri bu işi hiç başaramazlar. Teorik ve potansiyel imkân Müslüman Kardeşler'de idi, küresel sistem şimdilik yürüyüşünü durdurmak istedi ama yürüyüş devam edecektir.
Ali Bulaç
Zaman Gazetesi, 27.06.2015