Hukukçularla başlayalım. Bunlar kendilerini bilginlerin
birincileri sayarlar. Sisyphos gibi, gayet iri bir kayayı bir dağın tepesine
çıkardıkları, kaya dağın tepesine getirilip tekrar aşağı düşünce, gene onu
durmadan çıkardıkları vakit,-yani beş-altı yüz kanunu, konularıyla ilgili olup
olmadıklarına bakmaksızın, birbiriyle karıştırdıkları vakit- yorum üzerine
yorum, aktarma üstüne aktarma yığdıkları, bilimlerinin pek güç bir şey olduğuna
sıradan halkı inandırdıkları vakit (zira en fazla hayranlığa layık şeylerin,
çok zahmet ve çalışmalarla elde edilenler olduklarına inanmışlardır)
kendilerine hayran oluş tarzları hiçbir ölümlüde görülmemiştir.
Sunday, May 8, 2016
Özsaygı ve Delilik
Özsaygı her tarafa birbirinden farklı bin bir tarzda
mutluluk yaymıyor mu? Bir tanesi maymun kadar çirkin olduğu halde kendini Niera
kadar güzel sanır; öteki kendine bir ikinci Eukleides nazarıyla bakar, çünkü
pergel yardımıyla birkaç eğri çizmeyi başarmıştır. Bir üçüncü müziğe, kılıktan
yana doğanın en büyük sillesini yemiş eşekten daha fazla yeteneği olmadığı,
sesi horozun sesi kadar nahoş ve kısık olduğu halde, Hermogenes kadar iyi şarkı
söylediğini sanır. Yukarıdakiler kadar hoş bir delilik türü de hizmetlerinde
bulunanların erdem ve hünerleriyle -sanki Tanrı bunları kendilerine bahşetmiş
gibi- gururlanan ve övünen kimselerin deliliğidir. Seneca'nın söz ettiği şu
mutlu zengin işte böyle idi. Bu adam ne zaman bir masal anlatsa, yanında daima,
isimleri kendisine gizlice söyleyecek hizmetkârlar bulundururdu ve hayatı artık
bir solumalık nefesten ibaretken en ünlü pehlivanlarla cenge cüret etmeye
hazırdı, çünkü yanında bulunan bütün tutsakların gücüne sahip olduğuna
inanırdı.
Burada güzel sanatlarla uğraşanlardan söz etmeye gerek var
mı? Bunların hepsinde özsaygı o kadar doğaldır ki, dâhilik ününü terk
etmektense babadan kalma küçük servetlerinin bütününü terk etmeye razı olmayan
belki aralarında bir tane yoktur. Özellikle, aktörler, müzisyenler, hatipler ve
şairler böyledirler. Ne kadar
az hüner sahibiyseler, o derece kibirli ve gururludurlar. Bununla
beraber, bütün deliler, kendilerini alkışlayan başka deliler bulurlar; zira bir
şey ne kadar sağduyunun karşıtı ise, o kadar çok hayranı kendine çeker; en fena
şey, her zaman çoğunluğu okşayan şeydir.
**
Doğa, özsaygının mutlu armağanlarını yalnız bireylere vermiş
değildir.
Genellikle her kavim, her millet, hatta her şehir bunlardan
oldukça bol nasibini almıştır, ingilizler, güzel adam, iyi müzisyen ve
ziyafetlerinde cömert olmakla övünürler. İskoçyalılar, asaletleri, unvanları,
krallarının hanedanı ile olan akrabalıkları ve skolastik tartışmalardaki
olağanüstü incelikleri ile iftihar ederler. Fransızlar, nezaket
iddiasındadırlar; Parisliler, özellikle Sorbonne'larında en bilimsel teoloji
okuluna sahip olmakla gururlanırlar. Edebiyat ve söz söyleme sanatına sadece
kendilerinin sahip olduklarına inanan italyanlar, kendilerini dünyanın
barbarlık karanlıklarına dalmamış biricik kavmi sanırlar.
Aralarında bu tatlı yanılgıyı en fazla yaşayanlar
Romalılardır; eski Romalıların büyüklüğünü sayıklar ve onlardan bir şeyler
aldıklarına iyice inanırlar. Venedikliler, asaletlerini düşünmekle, Grekler
bilimlerin kurucuları olduklarını düşünüp eski kahramanlarının sıfatlarını
kendilerine takmakla mutludurlar. Türkler ve yeryüzünün dörtte üçünü kaplayan şu
sayısız barbarlar, doğru dine girmiş olmakla övünürler, boş inanç sahibi alçak
kimseler saydıkları Hıristiyanlara yukardan bakarlar. Çok daha mutlu olan
Yahudiler meşinlerini tatlı tatlı bekleyerek yaşar ve bu arada daima Musa'nın
dinine bağlı kalırlar. İspanyollar dünyanın en büyük askerleri geçinirler;
yüksek boylarından gururlanan Almanlar, sihirden anladıklarını, büyük sihirbaz
olduklarım iddia ederler.
Bağışlanma ve İhlas
Papa'nın verdiği bağışlanma belgelerine rahatça bel
bağlayanlara ne diyelim? Bunlar, bu belgelerin etkisinden o kadar ümitlidirler
ki arafta geçirecekleri zamanı adeta kum saati ile sayar, bu sürenin
asırlarını:, yıllarını aylarını, günlerini ve saatlerini matematik cetvelleri
düzenleyecek derecede doğru hesap ederler. Herhangi bir hilekâr sofunun kendi
zevki ya da çıkarı için icat ettiği bazı muskalara, bazı büyülü dualara güvenle
dolu olarak zenginlikler, şan ve şeref, zevkler, güzel yemekler, bozulmaz bir
sağlık, uzun ömür, dinç bir ihtiyarlık ve nihayet gökte İsa'nın yanında bir yer
bekleyen şu ötekilere ne dersiniz? Bu son şerefe gelince, onlar bundan elden
geldiği kadar geç yararlanmak isterler. Ancak, bu dünyanın zevkleri, onları tamamen
terk ettiği, zevklerin bir tekini bile alıkoyamadıkları zamandır ki cennetin
ölümsüz hazzını tatmaya razı olurlar.
Bir tüccar, bir asker, yahut bir hakim yaptığı
çapulculukların kendisine sağladığı para yığınından ufak bir sikke ayırıp şu
dindarca saçmalara kullansın; bundan fazlasına gerek yok: hemen hayatının bütün
pisliklerinden ruhunun temizlendiğine inanır. Yalan yere yeminleri,
hayasızlıkları, kavgaları, sefaletleri, cinayetleri, ihanetleri,
hilekârlıkları, her şeyi, her şeyi o küçük para sikkesi temizlenmiş, o kadar
iyi temizlemiştir ki, adam bunlara yeniden başlamaktan başka bir işi olmadığını
sanır.
Dert ve Delilik
Başınıza bir taş düşsün, işte buna dert denir! Ama ayıp,
rezalet, namussuzluk, hakaret, ancak zarar vermesini isteyenlere zarar verir.
Bir dert, onu duymayana bir dert değildir. Herkes sana ıslık çalıyor; sen
kendini alkışladıktan sonra sana ne? İşte, insanın kendini alkışlamasına sebep,
yalnız deliliktir.
Hayat Nedir?
Bir krala, pek zengin ve pek kudretli bir ölümlü gözüyle kim
bakmaz? Ama, onun ruhu itibara layık hiçbir sıfatla süslü değilse, sahip olduğu
şeylerden memnun değilse, o gerçekten pek fakir değil midir? Ruhu birçok kötü
tutkunun egemenliğine boyun eğmekte ise, o tutsakların en aşağısı değil midir?
Bu dünyanın bütün diğer şeyleri hakkında böyle usa vurmalar yürütülebilir.
Fakat bu örnek yeterlidir. Belki bana bütün bu usavurmalar nereye varıyor, diyeceksiniz,
nereye vardığını şimdi göreceksiniz. Aktörler rollerini oynarken biri gelip
onların maskelerini söküp atarak seyircilere doğal çehrelerini gösterirse,
sahneyi bozmaz mı? Bir çılgın gibi tiyatrodan dışarı atılmayı hak etmez mi?
Fakat bu olunca her şeyin hemen yüzü değişir: kadın bir
erkek olur, delikanlı da bir ihtiyar, krallar, kahramanlar, tanrılar o anda
gözden kaybolurlar ve yerlerinde yalnız birtakım sefiller, maskaralar görülür.
Hayal mahvolmakla piyesin uyandırdığı bütün ilgi mahvolur. İşte bu kılık
değiştirme, bu gizlenmedir ki seyircinin gözlerini sahneye bağlar. Fakat hayat
nedir? Böyle şekillere girmiş olan insanlar, sahneye çıkarlar, rollerini
oynarlar ve tiyatro sahibi bazen kıyafetlerini değiştirdikten, onları kâh
kralların görkemli erguvanı içinde, kâh esaret ve sefaletin iğrenç
paçavralarına bürünmüş olarak gösterdikten sonra, nihayet sahneyi terk etmeye
zorlar.
İnsan
Evvela, şurası kesindir ki, insana ait şeylerin hepsinin,
Alkibiades'in Silenleri gibi, birbirinden büsbütün farklı iki yüzü vardır, ilk
önce eşyanın dış manzarasını görüyorsunuz; fakat madalyonu çeviriniz, beyaz
siyah olacak, siyah size beyaz görünecektir; güzelliğin yerine çirkinliği,
zenginliğin yerine sefaleti, ünün yerine namussuzluğu, bilimin yerine cehaleti
göreceksiniz; zayıflığı kuvvet, alçaklığı yüce gönüllülük, hüznü neşe, gözden
düşmeyi teveccüh, kini dostluk sanacaksınız; nihayet, her şeyin, hangi taraftan
ele almak isterseniz, ona göre her an değiştiğini göreceksiniz.
Halkın Deliliği
Bilgeler derler ki: "Lütfundan bir pay almak için halka alçakça
dalkavukluk etmek, fazla iltifatlarla sevgi ve saygısını satın almak, birçok
deli el çırpınca hararetle peşlerinden koşmak, birçok gürültülü alkışla sarhoş
olmak, tanrı tasviri gibi kendini zafer alaylarında taşıtmak, ya da ayak takımı
görsün diye pazar yerinin ortasında havaya kaldırılmak kadar çılgınca bir şey
var mıdır? İnsan adına bile layık olmayan kimselere takılan şu isimler, şu
lakaplar, yapılan tanrısal törenler, en iğrenç zalimler için yapılan o açık
tanrısallaştırmalar, bütün bu şeyler, ne kadar alay edilse gene az olan gülünç
delilikler değil midir?" Ey efendiler kim bunun aksini iddia ediyor? Ama gene bu deliliklerin
aşkınadır ki en büyük kahramanlar, şairlerin ve hatiplerin göklere çıkardıkları
bütün o parlak anıtları yaratmışlardır. Şehirleri kuran, devletleri, kanunları,
dini, meclisleri, mahkemeleri koruyan bu deliliktir. Özetle, insan hayatının
temeli bu deliliktir. Saçmasapan fikirlerine göre dünyayı idare eden, odur.
**
Gökten düşen bir bilge, birdenbire aramızda görülse de şöyle
haykırsa: "Tanrınız ve efendiniz gözüyle bakmakla olduğunuz
kimse, insan adına bile layık değildir; o madem ki hayvanlar gibi idaresini
vahşi tutkularına bırakmışsa, o halde hayvanlar sınıfından da üstün değildir,
madem ki bu kadar aşağılık efendilere kendi arzusuyla boyun eğmektedir, o halde
tutsakların en alçağıdır."
Filozofların Deliliği
Bu zavallı filozofların, dünya işlerinde ne derece
kabiliyetsiz olduklarına kanaat getirmek isterseniz, şu Sokrates'e, Apollon
kâhininin, insanların en bilgesi diye nitelemek budalalığında bulunduğu şu
filozofa bakınız. Bir gün halk önünde bilmem hangi meseleden söz etmeye mecbur
kalan Sokrates, bu işi o kadar fena başarmış ki, herkes kendisiyle alay etmiş.
Fakat itiraf etmeli ki onun bazen pek de ahmakça olmayan fikirleri var; mesela,
bilge şanı ancak tanrılara aittir diyerek bu şanı reddettiği, yahut filozof hükümet
işlerine karışmamalıdır, dediği vakit... Bununla beraber, insan olmak için
bilgelikten kesin olarak vazgeçmek gerektiğini öğrenseydi daha iyi ederdi.
Hakkında ileri sürülen suçlamalara ve onu zehir içmeye mahkûm eden yargıya kim
sebep oldu? Bilgelik değil mi? Eğer bulutlar ve fikirler üzerine felsefe
yapmakla meşgul olacağı, tahtakurusunun ayağını ölçeceği, sineğin vızıltısı
karşısında vecde geleceği yerde hayatın sıradan işlemleri için gerekeni
öğrenmiş olsaydı, bu felaket başına gelmezdi. Fakat Sokrates'in ünlü öğrencisi
Platon'u, üstadının hayatı için titreyerek, onu savunmak için ilerlerken
görüyorum. Ne mükemmel avukat! Meclisin gürültüleriyle şaşırmış, ilk cümlesinin
yarısını söylemeyi zar zor başarıyor. Theophrastos da, bir gün halk önünde bir nutuk
söylemek istediği zaman, aşağı yukarı aynı hale düşmüş değil mi? İlk önce o
kadar şaşırmış ki, ağzından bir tek söz çıkaramamış. Bu adam savaşın kızıştığı bir
zamanda askerlere cesaret esinlemeye pek elverişliydi, değil mi?
Isokrates o kadar mahcuptu ki, halk önünde hiçbir zaman
ağzını açmaya cesaret edemezdi; Roma güzel söz söyleme sanatının babası
Cicero'nun kendisi de, acemi tavırlıydı ve savunmalarının giriş bölümünü
söylerken bir çocuk gibi kekeler, titrerdi. Gerçi, Fabius bu mahcupluğun,
tehlikeyi gören ihtiyatlı bir hatibe işaret ettiğini söyler. Fakat böyle
konuşmak, bilgeliğin iyi hareket etmeye daima engel olduğunu itiraf etmek değil
midir? Bütün bu büyük adamlar, yalnız dilleriyle savaşmak söz konusu olduğu
zaman bile damarlarında bir damla kanı kalmayan bu kimseler, düşman karşısında
kim bilir ne güzel bir tavır takınırlardı!
Bununla beraber, Platon'un şu ünlü bilgeliği dillerde
Tanrılar bilir ne kadar çok dolaşıyor; Filozoflar hükümdar, yahut hükümdarlar
filozof olsalardı, devletler ne bahtiyar olurlardı. Fakat tarihçilere
başvurunuz, görürsünüz ki hükümdarlar arasında hiçbirisi, felsefe yahut
edebiyat incelemeleriyle vakit geçirenler kadar devletleri için uğursuz
olmamıştır. Bunu kanıtlamak için her iki Cato'nun örneği yeterli olmaz mı? Biri
gereksiz gammazlıklarla cumhuriyetin huzurunu bozuyor; öteki, Roma milletinin
her şeyini fazla bilgelikle savunayım derken, onu esasından harap ediyor. Buna,
Brutus'ları Cassius'ları, Gracchus'ları ve hatta Demosthenes'in Atinalılar
Cumhuriyeti'ne yaptığı fenalık kadar Roma Cumhuriyeti'ne kötülük yapmış olan
Cicero'yu katınız.
İsterseniz, Marcus Aurelius'un iyi bir imparator olduğunu
itiraf edeyim. Oysa, bunu pekâlâ kabul etmeyebilirim, çünkü filozof sanı onu
vatandaşlara dayanılmaz ve nefretlik kılmıştır. Fakat saltanatının topluma bazı
faydalar sağladığını farz etsek bile, bu faydalar, saltanatı pek uğursuz olmuş
olan bir oğlu kendi yerine bırakmakla yol açtığı belalarla karşılaştırılabilir
mi? Felsefe üzerinde çalışan ve genellikle hayatının bütün işlerinde pek çok
talihsizliğe uğrayan kimseler, özellikle hemcinslerini yetiştirmekte pek az
başarı gösterirler ki bu da, bana kalırsa, doğanın akıllıca bir önlemidir; doğa
böylece o bahtsız bilgeliğin insanlar arasında fazla ilerlemesine engel olmak
istiyor. Biliyoruz ki, Cicero'nun soysuzlaşmış bir oğlu olmuş, ve birinin pek
doğru olarak işaret ettiği gibi, Sokrates'ın çocukları babalarından ziyade
analarına çekmişler - yani deli imişler.
Deliliğe Övgü
Gülmece türündeki
yapıta egemen olan iki temel görüş vardır. Bunlardan birine göre gerçek
bilgelik, deliliktir. Öteki görüşe göre ise kendini bilge sanmak, gerçek
deliliktir.
**
Bilgelik,
insanları mahcup kılar. Onun içindir ki bilgeleri durmadan fakirlikle, açlıkla,
acılarla savaşır, tanınmamış olarak herkesin aşağılama ve nefreti içinde yaşar
görürüz. Deliler, bunun aksine, bolluk içinde yüzerler, devletleri idare
ederler, özetle en mutlu, en verimli talihe kavuşurlar. Öyle ya, mutluluğu
hükümdarların hoşuna gitmek, prenslerle nedimlerin parlak kalabalığı arasına
kabul edilmekten ibaret görürseniz, bilgelik sizin nenize yarayacak?
Monday, May 2, 2016
Subscribe to:
Posts (Atom)