Sevgili dostlar,
Bu kürsüde tek başıma
durmuyorum. Etrafımda sesler var, yüzlerce ses… Sesler her zaman
benimle, çocukluğumdan beri.
Çocukken köyde yaşıyordum.
Biz çocuklar sokakta oynamayı seviyorduk, ama akşamları, yorgun
argın ninelerin -bizim orada nasıl derler- konuşlandığı banklar,
mıknatıslıymış gibi bizi
kendilerine çekiyordu. Hiçbirinin kocası, babası, erkek
kardeşi yoktu. Savaştan sonra köyümüzde erkek
olduğunu hatırlamıyorum. Savaş sırasında her dört
Belarusludan biri, cephede veya partizanların yanında savaşırken öldü.
Savaştan
sonraki çocuk dünyamız, kadınların dünyasıydı. Her şeyden çok aklımda kalan, kadınların ölümden değil,
sevgiden bahsettiği. O en son gün sevdikleriyle nasıl vedalaştıklarını anlatırlardı, onları bir
zamanlar nasıl beklediklerini, nasıl hala da bekliyor olduklarını… Yıllar geçmişti artık, onlar
hala bekliyorlardı. ‘Bırak, kolsuz, bacaksız dönsün. Ben onu
kollarımda taşırım, kolsuz da, bacaksız da…’ Ben galiba sevginin ne
demek olduğunu çocukluğumdan beri biliyordum.
İşte kulağımdaki bu
kederli korodan birkaç ses:
Birinci Ses:
Bilip de ne yapacaksın bu kadar
hüzünlü bir
hikayeyi? Ben kocamla savaşta tanıştım. Tank
subayıydım, Berlin’e kadar gittim. Hatırlıyorum,
duruyorduk, daha o zaman kocam değildi… Reichstag’ın orada
duruyoruz, bana diyor ki, ‘Gel evlenelim. Seni seviyorum.’ Benimse bu sözler bir ağrıma gitti
ki! Tüm savaş boyunca kirin, tozun, kanın içindeydik,
etrafımızda her şey mat. Şöyle dedim
ona: ‘Sen önce benden bir kadın yap, bana çiçekler ver,
şefkatli sözler söyle. Cepheden
geri yollanınca kendime bir elbise dikerim ben de.’ O kadar dokunmuştu ki sözleri, ona
hatta vurmak istemiştim. O da hissetti hepsini. Bir yanağında yanık yarası vardı, dikişlerle kaplı, o dikişlerin üzerinde göz yaşlarını gördüm. ‘Peki,
evlenirim seninle’ dedim ve ne dediğime kendim de inanamadım. Etrafımız kırık, dökük, tek
kelimeyle, etrafımız savaş.
İkinci Ses:
Çernobil Nükleer
Santrali’nin yakınlarında yaşıyorduk. Ben büfede çalışıyordum, çörek pişiriyordum.
Kocamsa itfaiyeciydi. Yeni evliydik, pazara bile el ele gidiyorduk. Reaktör patladığı gün, kocam nöbetçiydi. Çağrıya sırtlarında gömlekleriyle
gittiler, ev giysileriyle. Nükleer santralde patlama olmuştu ve hiçbir özel kıyafet
vermediler onlara. Böyleydi işte bizim hayatımız,
biliyorsunuz. Bütün gece yangını söndürmeye uğraştılar ve
hayatta kalmalarına imkan vermeyecek kadar çok radyasyona maruz kaldılar. Sabahında uçakla
Moskova’ya götürdüler hepsini. Akut radyasyon hastalığı… İnsan ancak
birkaç hafta yaşayabiliyor. Benimki güçlüydü, sporcuydu,
en son o öldü.
Moskova’ya vardığımda bana ‘özel bir bölmede yatıyor’
dediler, ‘oraya kimseyi sokmuyorlar.’ ‘Ben onu seviyorum’ diye yalvardım.
‘Askerler bakıyor oradakilere, sen nereye?’ dediler. ‘Seviyorum.’ Beni ikna
etmeye çalıştılar; ‘O artık senin sevdiğin insan
değil, zararsız hale getirilmesi gereken bir
obje. Anlıyor musun bunu?’ Bense hep aynı şeyi söyleyip
duruyordum, seviyorum, seviyorum.
Geceleri yangın
merdiveninden yanına çıkıyordum, ya da hasta bakıcılara para veriyordum beni içeri bıraksınlar diye.
Bırakmadım onu,
sonuna kadar yanındaydım.
O öldükten birkaç ay sonra,
kızım dünyaya
geldi. Sadece birkaç gün yaşadı. Onu ne çok beklemiştik… Bense
öldürdüm onu. Kızım beni
kurtardı. Tüm radyasyonu üzerine aldı. Minicik şey,
yavrum… Ama ben onların ikisini de sevdim. Sevgiyle öldürmek mümkün mü ki? Neden
bu kadar yakınlar, sevgi ve ölüm? Hep yan yanalar. Kim açıklayacak
bana? Şimdi dizlerimin üstünde,
mezarlarında sürünüyorum…
Üçüncü Ses:
İlk kez bir
Alman öldürdüğümde 10 yaşındaydım.
Partizanlar beni yanlarına almıştı artık, eğitime. Bu Alman yerde yaralı yatıyordu,
silahını almamı söylediler. Ona doğru davrandım, tam o sırada silahına uzandı, iki
eliyle birden tutup suratıma doğrulttu. Ama ilk eli atmaya yetişemedi, ben yetiştim.
Birini öldürdüm diye korkmadım, savaş boyunca
da bir daha aklıma gelmedi. Etraf ölüyle doluydu. Ölüler arasında yaşıyorduk.
Yıllar sonra bu Alman rüyama girdiğinde şaşırdım.
Beklemiyordum. Aynı rüyayı defalarca gördüm. Kah ben
uçmaya çalışıyorum, o
beni bırakmıyor; yükseliyorsun, uçuyorsun uçuyorsun, o
arkadan yetişiyor, birlikte yere çakılıyoruz, çukurun
birine yuvarlanıyoruz. Ya yerimden kalkmak istiyorum, izin vermiyor, onun yüzünden uçamıyorum. Aynı rüya,
onlarca sene boyunca peşimi bırakmadı. Oğluma bu rüyadan bahsedemedim. Küçüktü,
bahsedemedim, ona masallar okudum. Büyüdü, yine de bahsedemiyorum.
Flaubert,
kendisi için ‘kalem-insan’ demiş. Ben de kendim için ‘kulak-insan’ diyebilirim.
Sokakta yürüdüğüm zaman, kulağıma bir takım kelimeler, sözler, nidalar
çalındığında, hep şunu düşünüyorum: Zamanla ne kadar çok roman, iz bile
bırakmadan kayboluyor. Karanlığa karışıyor.
İnsan hayatının, edebiyata kazandıramadığımız
sözlü bir kısmı var. Henüz değer biçmediğimiz, bizi şaşırtmayan, kendine hayran
bıraktırmayan bir yan bu. Beni ise büyüleyen ve kendine esir eden şey. İnsanın
konuşmasını seviyorum. Tek başına bir insan sesini seviyorum. En büyük aşkım,
en büyük tutkum bu.
Bu kürsüye uzanan yolum, neredeyse
40 yıllık uzun bir yol; insandan insana, sesten sese. Bu yolda devam edecek
güce her zaman sahiptim diyemem; çok kereler insandan ürktüğüm, sarsıldığım,
insana karşı hayret ve tiksinti duyduğum oldu. Çok kereler duyduğumu unutmak,
karanlıkta olduğum zamana dönmek istediğim oldu. Güzel bir insan görmekten
duyduğum sevinçle ağladığım da az olmadı ama.
Yaşadığım ülkede, bize çocukluktan
ölmeyi öğrettiler. Ölümü öğrettiler. Bize, insan kendini feda etmek, yanmak,
kurban gitmek için vardır dediler. Silahlı insanı sevmeyi öğrettiler. Başka bir
ülkede büyümüş olsaydım, bu yoldan geçemezdim.
Kötülük amansızdır, aşısını olmak
gerekir. Ama biz cellatlar ve kurbanlar arasında büyüdük. Korku içinde yaşayan
ailelerimiz, bize bir şey anlatmazdı, ama hayatlarımızın havasında bile
hissedilirdi bu zehir. Kötülüğün gözü sürekli üzerimizdeydi.
Ben beş kitap yazdım, ama bana
hepsi tek bir kitapmış gibi geliyor, bir ütopyanın tarihi hakkında…
Varlam Şalamov, şöyle yazmış: ‘İnsanlığı
hakiki şekilde yenilemek için verilen ve kaybedilen dev bir savaşın iştirakçısı
oldum.’ Ben işte bu savaşın tarihini yeniden yazıyorum; zaferlerini,
yenilgilerini yeniden yazıyorum… Nasıl yeryüzünde bir krallık kurmak
istediklerini… Bir cennet! Bir Güneş Şehri! Sonu, milyonlarca insanın
hayatından arta kalan bir kan gölü oldu.
Ama 20. yüzyılın hiçbir siyasi
ideolojisinin komünizmle -ve onun sembolü olan Ekim Devrimi ile-
kıyaslanamadığı bir dönem vardı. Başka hiçbir ideoloji, Batı’daki aydınları ve
dünyanın tüm insanlarını daha büyük bir kuvvetle, daha parlak bir ışıkla
kendine çekemedi.
Raymond Aron, Rus Devrimi için
‘aydınların afyonu’ demişti. Komünizm fikrinin, en az iki bin senelik tarihi
var. Ona Platon’da rastlayabiliriz – ideal ve doğru yönetim öğretilerinde.
Aristo’da, her şeyin ortak olacağı bir zamanın hayalinde. Thomas More ve Tommaso
Campanella’da… Daha sonra Saint Simon’da, Fourier’de, Owen’de… Rus Ruhu’na has
bir şey var ki, bu rüyaları gerçeğe dönüştürmeye yeltendi.
Yirmi sene evvel, ‘Kızıl
İmparatorluğu’ lanetler ve göz yaşlarıyla yolcu ettik. Bugün artık yakın tarihe
daha sakince, tarihsel bir tecrübeye bakar gibi bakabiliriz. Bunu yapmak
önemli, çünkü sosyalizm tartışması şimdiye değin bitmiş değil. Ellerinde başka
bir dünya haritasıyla yeni bir nesil büyüdü, ama yine Marx ve Lenin okuyan
gençlerin sayısı az değil. Rus şehirlerinde Stalin müzeleri açılıyor, Stalin
heykelleri dikiliyor.
‘Kızıl İmparatorluk’ artık yok,
ama kızıl insan hala var. O devam ediyor.
Babam, bu yakınlarda öldü. Ömrünün
sonuna kadar inançlı bir komünistti. Parti biletini hep sakladı. Ben faraş anlamındaki
‘Sovok’ kelimesini, ‘Sovyetler Birliği’ yerine kullanılan o alaycı kelimeyi hiç
kullanamam. O zaman kendi babama, yakınlarıma, dostlarıma da böyle demiş
olurum. Onların hepsi oradan, sosyalizmden geliyor. Aralarında birçok idealist
var, romantik var. Bugün onlara başka şekilde hitap ediliyor; kulluk
romantikleri, ütopyanın kulları. Bence her biri başka bir hayat yaşayabilirdi,
ama Sovyet hayatı yaşadılar. Neden? Bu sorunun cevabını çok uzun süre aradım –
yakın zamana kadar adına SSCB denen devasa ülkeyi baştan başa gezdim, binlerce
bant doldurdum. Sosyalizm denen şey bir yandan sadece bizim hayatımızdı. Ufak
ufak, tane tane, ‘ev’ sosyalizminin, ‘içerideki’ sosyalizmin tarihini
biriktirdim. Sosyalizmin insan ruhunda nasıl yaşadığını topladım. Beni bu
küçücük alan ilgilendiriyor – insan… Tek bir insan. Aslında her şey, işte orada
olup bitiyor.
Savaştan hemen sonra, Theodor
Adorno şok içinde, ‘Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır’ demişti.
Bugün ismini şükranla anmak istediğim öğretmenim Ales Adamoviç de, 20. yy’ın
kabusları hakkında kurgu yazmanın günahkarlık olduğunu düşünüyordu. Burada
yaratıcılığa yer yok. Gerçeği olduğu gibi aktarma, ‘edebiyatüstü’ olma
zorunluluğu var. Şahit, anlatmakla yükümlü. Nietzsche’nin sözleri geliyor akla:
hiçbir ressam, gerçeğe yaklaşamaz. Onu yerden kaldıramaz.
Hakikatin tek bir kalbe, tek bir
akla sığmaması bana hep eziyet vermiştir. Hakikat ayrık ayrıktır, çoktur.
Hakikat farklıdır, dünyaya sepelenmiştir. ‘İnsanlık, kendisi hakkında,
edebiyatla sabitleme fırsatı bulduğundan çok, çok daha fazlasını biliyor’ diyor
Dostoyevski.
Ben ne yapıyorum? Gündelik
hisleri, fikirleri, sözleri topluyorum. Kendi zamanımın hayatını topluyorum.
Beni ruhun tarihi ilgilendiriyor. Ruhun gündelik varlığı ilgilendiriyor. Büyük
Tarih’in genelde kibirle görmezden geldiği. Kaçırılmış tarih benim uğraşı
alanım. Daha önce defalarca duyduğum gibi, şimdilerde de yaptığımın edebiyat
değil, belgeleme olduğu söyleniyor.
Peki bugün edebiyat ne demek? Kim
bu soruya cevap verecek? Eskisinden daha hızlı yaşıyoruz. İçerik, biçimi yırtıp
geçiyor. Onu bozuyor ve değiştiriyor. Her şey sınırlarından taşıyor – müzik de,
resim de, metindeki kelimeler bile metnin çerçevesinden fırlıyor. Gerçekle
kurgu arasında bir hudut yok, biri diğerine akıyor. Şahit olanların da hisleri
var. Anlatan insan yaratmış oluyor, heykeltraşın mermerle mücadele ettiği gibi
zamanla mücadele ediyor. Anlatan insan, hem oyuncu, hem yaratıcı.
Beni ilgilendiren, küçük insan.
‘Küçük büyük insan’, ben böyle derdim, çünkü zulme tabi olmak insanı büyütüyor.
O, kitaplarımda kendi küçük hikayesini, ve kendi tarihini anlatırken büyük
tarihi de anlatıyor. Başımıza gelmiş olanları, hala da gelmekte olanları henüz
anlamlandırabilmiş değiliz. O yüzden anlatmak gerekiyor, başlangıçta önce dile
getirmek gerekiyor. Bu bizi korkutuyor, henüz kendi geçmişimizle yüzleşecek
durumda değiliz. Dostoyevski’nin Ecinniler’inde, Şatov sohbetlerinin başında
Stavrogin’e şöyle diyor: Biz, iki varlık, sonsuzlukta bir araya geldik …
dünyada son kez. Şu tonunuzu elden bırakıp insan gibi konuşun! Bir kere olsun,
insan sesiyle konuşun!
Benim kahramanlarımla olan
konuşmalarım da aşağı yukarı işte böyle başlıyor. İnsan, tabi ki, kendi
tarihini anlatır, boşluktan konuşamaz. Ancak çağımızın hurafeleriyle, ihtirasları
ve aldanışlarıyla, gazeteler ve televizyonlarla kirlenmiş olan insan ruhuna
ulaşmak zor.
Zamanın nasıl hareket ettiğini,
Fikir’in nasıl öldüğünü, onun izinden yine de nasıl gittiğimi gösterebilmek
için günlüklerimden birkaç sayfa okumak isterim…
1980-1985
Savaş hakkında bir kitap
yazıyorum. Neden savaş hakkında? Çünkü biz savaşçı insanlarız; sürekli ya
savaşıyoruz, ya savaşa hazırlanıyoruz. Dikkatli bakarsak, her konuyu savaş
mantığıyla düşündüğümüzü görürüz. Evde, sokakta. Bu yüzden bizde insan hayatı
bu kadar ucuzdur. Her şey, savaştaymış gibi…
Şüpheyle başladım. Savaş hakkında
bir kitap daha. Niye ki?
Gazeteci olarak gittiğim
gezilerden birinde bir kadınla tanıştım; savaşta sağlık görevlisiymiş. Bana
şunu anlattı: Kış vakti, Ladoga Golü’nü geçiyorlar. Düşman tarafından birisi,
hareketliliği farkedince ateş etmeye başlıyor. Atlar, insanlar buzun altına düşüyor.
Gece vakti oluyor bu. Kadın da, yaralı birine tutunup onu kıyıya sürüklemeye
çalışıyor. ‘Taşıyorum ama ıslak, çıplak, diyorum ki herhalde kıyafetleri
yırtıldı. Kıyıya varınca farkettim ki, devasa, yaralı bir mersin balığıymış
taşıdığım. Katmerli bir küfür bastım! İnsanlar acı çekiyor, peki ya hayvanlar,
kuşlar, balıklar? Onlar ne yapmış?
Bir başka gezide, savaşta süvari
bölüğünde görev yapan bir sağlık görevlisi kadın anlatıyordu: Çatışma sırasında
yaralanan bir Alman askerini top mermisi çukuruna sürüklüyor, ama adamın Alman
olduğunu çukura inince farkediyor. Adamın bacağı kırık, kanaması var. Adam
düşman! Ne yapmalı? Yukarıda kendi halkından çocuklar ölüyor. Ama kadın adamın
bacağını sarıp, sürünerek geri çıkıyor. Bir süre sonra bu sefer bilincini
kaybetmiş yaralı bir Rus askeriyle geri geliyor çukura. Rusla Alman, bilinçleri
açılınca birbirlerini öldürmeye yelteniyorlar. ‘Bir onun suratına
yapıştırıyorum elimin tersiyle, bir öbürünün,’ diye anımsıyor kadın.
‘Bacaklarımız kan içinde, herkesin kanı birbirine karışmış.’
Bu, benim bilmediğim bir savaştı.
Kadın savaşı. Kahramanlar hakkında bir savaş değil. Kahraman bir halkın, başka
bir halkı nasıl öldürdüğü hakkında değil. Bir kadının ağıdını hatırlıyorum:
‘Çatışma bittikten sonra meydanda yürüyorsun. Ve hepsi orada yatıyor… Hepsi de
genç, ve o kadar güzel ki… Yerde yatıyorlar ve gökyüzüne bakıyorlar. Onlara da
yazık, öbürlerine de.’
İşte bu, ‘onlara da, öbürlerine
de,’ bana kitabımın neyle ilgili olacağına dair bir ipucu verdi. Savaşın,
cinayet demek olduğuyla ilgili olacaktı. Kadınların hafızasında savaş böyle
kalmıştı. Daha demin, birisi gülümsüyordu, sigara içiyordu – ve o insan artık
yok. Her şeyden çok, kadınlar yok oluştan bahsediyordu, savaşta her şeyin
hiçliğe ne kadar çabuk dönüştüğünden. İnsanın da, insanlığın vaktinin de.
Doğru, cepheye gitmeyi kendileri
istemişti. 17-18 yaşlarında. İstedikleri öldürmek değildi, ama ölmeye
hazırlardı. Vatan için ölmeye. Tarihten sözleri çıkarıp atamazsın – Stalin için
ölmeye de.
Kitap iki sene boyunca basılmadı.
Perestroyka’ya, Gorbaçov’a kadar basmadılar. Sansürcüler, ‘Sizin kitabınızdan
sonra, kimse savaşa gitmeyecek’ diye bana akıl verdi, ‘sizin anlattığınız savaş
korkunç. Neden kahramanlarınız yok?’ Ben kahraman aramıyordum. Tarihi, ona
şahit olup ve onda iştirak edip de görünmez kalanların hikayeleriyle
yazıyordum. Bu insanlara kimse hiçbir zaman sormadı. İnsanlar, sıradan
insanlar, büyük fikirler hakkında ne düşünüyor, bilmiyoruz.
Savaştan hemen sonra insan bir
hikaye anlatır, 10 sene sonra başka bir hikaye. Bir şeyler tabi ki değişir,
çünkü insan, hatıralarında hayatının tüm parçalarını üst üste dizmektedir. Tüm
benliğinin. O senelerde nasıl yaşadığı, ne okuduğu, kimi gördüğü, neye
inandığı, en sonunda mutlu olup olmadığı… Bunlar, biz değiştikçe değişen canlı
belgeler.
Ama ben şundan kesinlikle eminim;
böyle genç kadınlar, 1941’deki asker kadınlar gibi kadınlar, bir daha hiç var
olmayacak. Bunlar, ‘Kızıl Ülkü’nün zirvede olduğu yıllardı, devrim zamanından
ve Lenin döneminden bile daha yükseklerde. Onların zaferi, bugün bile Gulag
kamplarını gölgede bırakmaya devam ediyor. Ben, bu kızları sınırsızca
seviyorum. Ama onlarla Stalin’i konuşmak, ya da savaştan hemen sonra, trenler
dolusu zafer kazanmış cesur askerin Sibirya’ya gönderildiği gerçeğini konuşmak
mümkün değildi. Geride kalanlar eve döndü, sesini çıkarmadı.
Bir keresinde şöyle bir söz
duydum: ‘Biz, yalnızca savaşta özgürdük. Cephenin önlerinde.’ Bizim en büyük
sermayemiz, ızdırap. Petrol değil, doğalgaz değil – ızdırap. Aralıksız
üretebildiğimiz tek şey bu. Sürekli şu soruya cevap arıyorum: bizim çektiğimiz
acılar neden özgürlüğe dönüşmüyor? Beyhude mi gerçekten bu kadar acı? Çaadayev
doğru söylemiş: Rusya, hafızasız ülke, topyekun hafıza kaybı ülkesi, eleştiri
ve tefekküre hep hazır, bakir bir bilinç alanı.
Ayaklarımızın altında büyük
kitaplar sürünüyor…
1989
Kabil’deyim. Artık savaşla ilgili
yazmak istemiyordum. Gel gör ki gerçek bir savaştayım işte. Pravda gazetesinden
alıntı: ‘Kardeş Afgan halkına sosyalizmi inşa etmeleri için yardımcı oluyoruz.’
Savaşın insanları, savaşın objeleri her yerde. Savaş zamanındayız.
Dün beni cepheye götürmediler.
‘Otelde kalın hanımefendi. Sonra sizin için hesap vermek zorunda kalacağız.’
Otelde oturuyor ve düşünüyorum; başkalarının cesaretini, aldıkları riskleri
kenardan izlemenin ahlaksız bir yanı var. İki haftadır buradayım ve savaşın
erkek doğasının ürünü olduğu hissinden kurtulamıyorum; benim için bu anlaşılmaz
bir şey.
Ama savaşın gündelik hali müthiş
ihtişamlı. Silahların meğer güzel olduğunu keşfettim – tüfekler, mayınlar,
tanklar. İnsan, başka insanları en iyi nasıl öldürebileceği üzerine çok kafa
yormuş. Hakikat ve güzellik arasındaki ebedi münakaşa… Bana yeni bir İtalyan
mayını gösterdiler. Benim ‘kadın’ tepkim: ‘Güzelmiş. Niye böyle güzel peki?’
Askeri bir dille hepsini açıkladılar; bu mayının üzerinden geçen veya şu
köşesinden ya da bu kenarından basan insandan geriye yarım kova et kalır.
Burada anormal olandan normalmiş gibi bahsediliyor, her şeyin kendi mantığı
var. Savaştayız ya sonuçta… Bu görüntüler kimseye aklını kaçırtmıyor. Yerde bir
insan yatıyor mesela, onu öldüren ne bir doğa olayı, ne alın yazısı; onu
öldüren bir başka insan.
‘Kara lale’lerden birine yükleme
yapılışını izledim; Afganistan’da ölen askerlerin cenazelerini, açılamayacak
çinkodan tabutlar içinde evlerine götüren uçaklar. Ölülere 40’lı yıllardan
kalma eski üniformalarla poturlar giydiriyorlar, ama bazen onlar bile yetmiyor.
Askerler kendi aralarında konuşuyor: ‘Yeni ölüleri buzdolabında getirmişler.
Sanki bozulmuş yaban domuzu eti gibi kokuyor.’ Yazacağım bunları. Memleketimde
bana inanmayacaklar diye korkuyorum. Gazetelerimiz, Sovyet askerinin burada
ektiği dostluk çiçeklerini yazıyor.
Gençlerle konuşuyorum. Çoğu kendi
iradesiyle gelmiş, kendileri istemiş buraya gönderilmeyi. Çoğunun aydın
ailelerden geldiğini farkediyorum; öğretmenlerin, doktorların, kütüphanecilerin
olduğu ailelerden, kısaca okur-yazar ailelerden. Samimiyetle, Afgan halkına
sosyalizm inşasında yardım etme hayaliyle gelmişler. Şimdi kendilerine
gülüyorlar. Bana havaalanında bir yer gösterdiler, yüzlerce çinko tabut,
güneşin altında gizemle parlayarak bekliyor. Yanımdaki subay dayanamadı: ‘Belki
benim de mezarım bunların arasında. Sokacaklar beni de bir tanesine. Niçin
buradayım, ne için savaşıyorum?’ Kendi sözlerinden hemen o an ürktü; ‘Yazmayın
bunları.’
Gece rüyamda ölüler görüyorum.
Hepsinin yüzünde şaşkın bir ifade: ‘Nasıl yani, öldüm mü? Gerçekten mi öldüm?’
Bir grup hemşireyle birlikte,
Afgan sivillerin yattığı bir hastaneye gittim. Çocuklara hediye götürdük.
Oyuncaklar, şekerler, bisküviler. Benim elimde beş tane oyuncak ayı vardı.
Hastaneye vardık; uzunca bir kışla. Nevresim niyetine herkeste birer battaniye
var. Kucağında bir bebek, genç bir Afgan kadın yaklaştı. Bir şey söylemek ister
gibiydi; savaşın sürdüğü 10 sene boyunca herkes birazcık Rusça konuşmayı
öğrenmişti. Elimdeki oyuncaklardan birini bebeğe verdim, dişleriyle aldı.
‘Neden dişleriyle alıyor’ diye şaşırdım. Afgan kadın bebeğin üzerindeki
battaniyeyi çekti, kolları yoktu bebeğin. ‘Senin Rusların bombaladı’ dedi
kadın. Birileri beni yakaladı yere yığılırken.
‘Grad’ roketlerimizin, köyleri
nasıl dümdüz tarlalara çevirdiğini gördüm. Bir Afgan mezarlığına gittim,
upuzun. Mezarlığın ortalarında yaşlı bir Afgan kadın, bağırıyordu. Minsk’in
güneyindeki bir köyde eve getirilen çinko tabutu hatırladım, bir annenin
çığlıklarını. Bu ne insanca bir haykırıştı, ne hayvanca… Kabil’deki mezarlıkta
duyduğuma benziyordu sadece.
İtiraf ediyorum, hemen
özgürleşmedim. Hikayelerimdeki kahramanlara karşı samimiydim, onlar da bana
güveniyordu. Her birimizin özgürlüğe giden yolu ayrıydı. Afganistan’a kadar,
güleryüzlü sosyalizme inanıyordum. Oradan döndüğümde ise tüm hülyalardan
arınmıştım. ‘Affet beni baba’ dedim onu gördüğümde. ‘Sen beni komünist
ideallere inançla terbiye ettin, ama annemle birlikte eğittiğiniz -ebeveynlerim
köy öğretmeniydi- dünün Sovyet talebelerinin, yabancı bir ülkede, tanımadıkları
insanları öldürüşünü bir kere olsun görmek, tüm sözlerinin küle dönmesi için
yeterli. Bizler katiliz baba, anlıyor musun?’ Babam, ağladı.
Afganistan’dan böyle çok insan
özgürleşmiş döndü. Ama başka bir örneğim de var. Orada, Afganistan’da, genç bir
erkek bana şöyle bağırmıştı: ‘Sen, bir kadın, ne anlarsın savaştan? İnsanlar
savaşta öyle kitaplarda, filmlerde öldükleri gibi mi ölüyorlar ki? Orada ölen
güzel ölüyor. Benimse dün arkadaşımı vurdular. Kurşun kafasına girdi, daha bir
10 metre koştu sonra, beynini havada yakalamaya çalışıyordu.’ Yedi yıl aradan
sonra bu genç, Afganistan hikayeleri anlatmayı seven başarılı bir iş adamı
oldu. Bir gün beni aradı: ‘Ne işe yarıyor senin kitapların? Fazla korkunçlar.’
O artık başka bir insandı. Ölümün ortasında tanıştığım, 20 yaşında ölmek
istemeyen kişi değildi…
Kendime, savaş hakkında nasıl bir
kitap yazmak istediğimi soruyordum. Ateş etmeyen insan hakkında yazmak
isterdim. Başka bir insanı vuramayan insan hakkında. Savaş düşüncesinin bile
acı verdiği insan hakkında. Nerede o insan? Ben onunla tanışamadım.
1990-1997
Sadece Rus edebiyatı, dev bir
ülkenin bir zamanlar içinden geçtiği o eşsiz deneyimi anlatabilir; bu yüzden
ilginçtir. Bana sürekli, ‘neden hep felaketler hakkında yazıyorsunuz’ diye
soruyorlar. Çünkü hayatımız bu. Artık farklı ülkelerde de yaşasak, Kızıl İnsan
her yerde. Aynı hayattan çıkan, aynı hatıralarla yaşayan insanlar.
Uzun süre Çernobil hakkında yazmak
istemedim. Bu konuda nasıl yazacağımı bilmiyordum; hangi araçlarla, nereden
başlayarak yazacağımı. Hakkında dünyanın daha önce neredeyse hiçbir şey
duymadığı, Avrupa’nın bir köşesine sıkışmış o küçük ülkemin ismi, şimdi tüm
dillerdeydi. Biz Belaruslular ise, Çernobil halkı olmuştuk. Bilinmeze ilk
dokunanlar biz olduk. Anladık ki komünist, etnik ve dini tufanlardan da öte,
gelecekte bizi daha vahşi, topyekun belalar bekliyor, henüz göze görünmeyen
belalar. Çernobil’le birlikte, yeni bir safha açıldı.
Aklımda kalan mesela, yaşlı bir
taksi şöförünün, ön camına çarpan güvercinlerden şikayet etmesi: ‘Günde iki-üç
kuş düşüyor böyle. Gazeteler ise durum kontrol altında diyor.’
Şehir parklarından yaprakları
toplayıp, şehir dışına çıkarıyorlardı. Yaprakları gömüyorlardı orada.
Zehirlenmiş toprak parçalarını götürüp gömüyorlardı. Toprağı toprağa
defnediyorlardı. Çalı çırpıyı, çimeni gömüyorlardı. O günlerde herkesin
yüzünde, hafifçe çıldırmış bir ifade vardı.
Yaşlı bir bahçıvan anlattı: ‘Sabah
dışarı çıktım, bir şey eksik. Tanıdık bir ses eksik. Tek bir arı yok, tek bir
arının sesi gelmiyor, bir tanesinin bile. Bu nasıl bir şey? İkinci gün de
uçmadı arılar, üçüncü gün de. Sonra bize nükleer santralde kaza oldu diye haber
geldi. Santral yanı başımızda. Ama uzun süre hiçbir şey bilmiyorduk. Arılar
biliyordu, biz bilmiyorduk.’
Çernobil haberleri gazetelerde
askeri dille veriliyordu: patlamalar, kahramanlar, askerler, tahliye…
İstasyonda KGB iş başındaydı; casus ve sabotajcı arıyorlardı. Söylentiler
dolaşıyordu; kaza, sosyalist kampı yıkmak isteyen Batılı özel güçlerin planlı
işiymiş. Askeri mühimmat Çernobil’e doğru yoldaydı, askerler geliyordu. Sistem
her zaman olduğu gibi işliyordu; askeri şekilde. Ama elinde yeni tüfeğiyle
askerin, bu yeni dünyada felaketten başka alacağı yoktu. Elinden gelen tek şey,
yüksek dozda radyasyona maruz kalıp, evine dönüp ölmekti.
Gözlerimin önünde, Çernobil
öncesinin insanları, Çernobil insanlarına dönüştüler.
Radyasyonu göremiyordun, ona
dokunamıyordun, kokusunu duyamıyordun. Bizi artık bu bildik ve bilinmedik dünya
çevreliyordu. Nükleer bölgeye gittiğimde hemen anlattılar: Çiçek koparmak
yasak, çimene oturmak yasak, kuyudan su içmek yasak… Ölüm her yanda
gizleniyordu, ama bu başka türlü bir ölümdü. Yeni bir maske takmış, yabancı bir
kıyafet giymiş. Savaşı görmüş yaşlılar, bir kez daha evlerinden ‘tahliye’
edilirken gök yüzüne bakıyordu: ‘Güneş parlıyor, ne duman var, ne gaz, ateş
eden yok. Bu savaş mı ki, yine göçmen edildik?’ Sabah ilk iş gazetelere
koşuyor, sonra hayalkırıklığıyla bir kenara atıyorlardı onları; casusları daha
bulamamışlar. Halk düşmanları hakkında bir şey yazmıyor. Casusların, halk
düşmanlarının olmadığı bir dünya da yabancıydı.
Yeni bir şeyin başlangıcıydı bu.
Çernobil ve Afganistan, bizi özgürleştirdi.
Benim için dünya yerinden
kıpırdadı. Nükleer bölgede kendimi ne Belaruslu, ne Rus, ne Ukraynalı
hissettim; yok edilebilecek biyolojik bir türdüm.
İki felaket üst üste geldi. Sosyal
felaket -sosyalist Atlantis sulara gömülüyordu- ve kozmik felaket -Çernobil.
İmparatorluğun düşüşü herkesi endişelendiriyordu. İnsanlar günü dert ediyor,
var olma mücadelesi veriyordu; yaşamak için gerekenleri hangi parayla, nereden
almalı? Nasıl yaşamalı? Neye inanmalı? Hangi flamaların altında durmalı bu
sefer? Ya da Büyük Fikirler olmadan yaşamayı mı öğrenmeli? Bu sonucusunun nasıl
yapılacağını kimse bilmiyordu, o güne kadar hiç böyle yaşamamışlardı. Kızıl
İnsan’ın önünde yüzlerce soru vardı. Hepsine yalnız başına göğüs gerdi. Hiçbir
zaman, özgürlüğünün ilk günlerindeki kadar yalnız olmamıştı. Etrafımda,
hayatları sarsılan insanlar vardı ve ben onlara kulak verdim.
Günlüğümü kapatıyorum…
İmparatorluk yıkıldığında bize ne
oldu? Dünya daha evvel cellatlar ve kurbanlar diye ayrılırdı; Gulag’daki gibi.
Erkek ve kız kardeşler; Savaş’taki gibi. Seçmenler; teknoloji, çağdaş dünya.
Dünya daha evvel bir de hapse atanlar ve atılanlar diye ayrılırdı. Bugün
Batıcılar ve Slavcılar, satılmışlar ve vatanseverler diye ayrılıyor. Bir de
alabilenler ve alamayanlar diye… Bu sonuncusu, bana göre sosyalizm sonrasının
en acı tecrübesi, zira daha bu yakınlarda hepimiz birdik. Kızıl İnsan, mutfakta
oturup hayalini kurduğumuz o Özgürlük Krallığı’na bir türlü ulaşamadı. Rusya’yı
o olmadan böldüler, o ise elinde bir hiçle kalakaldı. Aşağılanmış ve soyulmuş.
Saldırgan ve tehlikeli.
Yeniden Rusya’yı dolaşmaya
başladım. Şunları duydum:
-Bu ülkede modernleşme, ancak toplama kampları ve kurşuna dizmelerle mümkün.
-Rus insanı sanki zengin olmak
istemiyor bile, hatta bundan korkuyor. Tek istediği, başkalarının zengin
olmaması. Kimsenin ondan daha zengin olmaması.
-Burada dürüst insan bulamazsın,
ama bolca dindar vardır.
-Boşuna güdülmeyi reddeden yeni
bir nesil bekleme. Rus insanı özgürlükten anlamaz, anca Kazaklardan ve onların
kamçılarından anlar.
-İki temel Rusça kelime: savaş ve
hapis. Çaldın, gezdin, yakalandın. Çıktın, yine yakalandın, yine içeri girdin.
-Rusların hayatı çekilmez olmalı,
bedbaht olmalı; ruh ancak o zaman yükselir, bu dünyaya ait olmadığını o zaman
idrak eder. Her şey ne kadar pislik ve kan içindeyse, ruh kendine o kadar çok
yer bulur.
-Yeni bir devrime yetecek ne güç,
ne delilik yok kimsede. Ruh da yok. Ruslara, tüylerini diken diken edecek büyük
fikirler lazım.
-Hayatlarımız işte böyle geçer
bizim, pislikle savaş arasında gider gelir. Komünizm ölmedi, cesedi yaşıyor.
Cesaretimi toplayıp söyleyeceğim:
90’lı yıllarda elimize geçen şansı kaçırdık. Ülkemiz nasıl olmalı, güçlü mü,
yoksa insanlarına layık mı sorusu önümüze geldiğinde, birinci şıkkı seçtik:
Güçlü olmalı. Şimdi yine güç zamanı. Ruslar Ukraynalılarla, kardeşleriyle
savaşıyor – benim babam Belaruslu, annem Ukraynalı, bir sürü başka insanın da
böyle… Rus uçakları Suriye’yi bombalıyor…
Umut devri yerini, korku devrine
bıraktı. Zaman geriye döndü. İkinci el, kullanılmış bir zamanı yaşıyoruz.
Kızıl İnsan’ın tarihini yazıp
bitirdim mi şimdi, emin değilim.
Benim üç evim var. Belarus,
toprağım, babamın vatanı, bütün ömrümü geçirdiğim yer. Ukrayna, annemin vatanı,
doğduğum yer. Ve büyük Rus medeniyeti, kendimi onsuz hayal edemediğim… Benim
için hepsi değerli. Sevgiden söz etmek ise, bizim çağımızda zor.
5 Harfliler