Wednesday, April 15, 2015

Parça Bütün İlişkisi

Parçada bulunmayan, bütünde bulunur; dolayısıyla bütünde olan her şey, parçada aranmaz.

Eşya arasında küll-cüz’ (bütün–parça) ve küllî-cüz’î (tümel–tikel) münasebeti vardır. Yani, kısmî irade ve şuur sahibi olan hayvanlarda, özellikle şuur ve iradeden tamamıyla mahrum bulunan bitkilerde fertler türü temsil eder. Dolayısıyla, küll, yani bütün olan tür ile cüz’ yani parça olan fertleri arasında küllî-cüz’î münasebeti söz konusudur. Fert türü veya topluluğu, parça bütünü temsil ediyorsa, bütünde olan parça veya fertte de varsa, ikisi arasındaki münasebet, küllî-cüz’î münasebetidir. Buna karşılık, meselâ insanın azaları veya organları insanı temsil etmez, ancak insandan bir parçadır. Şuur ve irade sahibi olan insan fertleri arasında temel ihtiyaçlar, bunların karşılanması, doğma–büyüme–çoğalma–yaşlanma–ölme gibi hayat gerçekleri ve safhaları ve genel biyolojik yapı gibi hususlarda ortaklık vardır. Fakat ayrıntılara inildiğinde, DNA’larından parmak uçlarına ve saç kıllarına kadar her bir insan ferdi diğerinden farklı olduğu gibi, kabiliyet, kapasite, tercihler, dünya görüşü gibi pek çok hususta ise her fert ayrı bir dünyadır. İşte, insanın aza ve organları vücuttan birer parça olup, vücudu temsil etmedikleri gibi, her bir insan ferdi de, insan türünü her ne kadar bütün insanlarda ortak özellikler açısından temsil etse de, her açıdan temsil etmez. Temsil etmediği için de bütünde olan, her zaman parçada bulunmaz. İşte, parça ile bütün arasındaki bu birbirini tam temsil etmeme, sadece bütün ve ondan bir parça olma münasebeti ise, küll (bütün)–cüz’ (parça) münasebetidir.

Eşya arasında bütün–parça münasebeti söz konusu olup, parça bütünü temsil etmiyor, bütünde olan parçada bulunmuyorsa, bu durumda bütünden beklenen parçadan beklenmez ve parçada bulunmayan, bütünde bulunur, bulunabilir. Bu husus, özellikle toplum hayatında insanlar arasındaki yardımlaşma ve işbirliği konusunda önemlidir. Her insan, her mesleğin gerektirdiği kabiliyete sahip olamaz. Bir insan, en fazla iki üç meslek, fen ve zenaat dalında ihtisas sahibi olabilir. Dolayısıyla bu gerçek, insanlar arasında yardımlaşmayı ve işbirliğini gerekli ve kaçınılmaz kılar. Buradan hareketle, bir cemaat içinde bulunan, bir müessesede vazife yapan ve ortak bir hedef istikametinde çalışan insanlar, aralarında istişare, dayanışma ve yardımlaşmaya önem vermeli, böylece birbirlerinin eksiklerini tamamlayarak eksiksiz bir bütün oluşturmaya çalışmalıdırlar. Benzer şekilde, meselâ Kur’ân tefsiri, hemen hemen bütün dinî, beşerî, pozitif ilim dallarında uzmanlık seviyesinde ilim gerektirir. Bu da, iyi bir Kur’ân tefsirinin, her ilim dalında en azından bir uzmanın yer aldığı bir âlimler heyeti tarafından yapılabileceğini gösterir.


Eleştirel Düşünce

Modern çağın en önemli hastalıklarından biri de tenkitçiliktir. İspatın delil, düşünme, muhakeme ve çalışma istemesi, müsbet hareketin, tamir ve inşânın nefse rağmen olması ve inanmanın nefse bazı sorumluluklar yüklemesi gibi sebeplerle Din’de lâkayt veya başını ondan çıkarmak isteyen, rahatını arayan, düşünme, muhakeme ve gayretten yoksun, bilhassa garazkâr veya kin ve nefretten beslenen insanlar, Din’i, Din’in bazı meselelerini, olmazsa dindarları, Din’e hizmet edenleri tenkitle nefislerini güya temize çıkarma, haklı ve hatasız görüp gösterme gayretine girmektedirler. Hz. Bediüzzaman (r.a.), maddeciliğin manevî bir veba olduğunu ve bilimcilik zihniyetinden kaynaklanan telkinin, medeniyetin veya medenîleşme arzusunun yol açtığı taklidin ve hürriyet ya da hür düşünce iddiasının sebep olduğu tenkidin bu vebayı yaygınlaştırdığını ifade eder. O, bir başka yerde tenkitçilikle alâkalı olarak şu müthiş tesbitte de bulunur: “Tenkitçi adamın hali ve tavrı şudur: Kendisiyle karşısındakini bir terazinin iki gözüne kor. Terazide ağır basacak meziyet ve fazileti olmadığı için tenkitle karşı tarafı hafif göstermeye çalışır.”

Günümüzde “eleştirel düşünce” adına bu tenkitçilik tavrı alabildiğine yaygındır. Kendisine yargıç makamı biçen ve herkesi, her şeyi tenkit etme mevkiinde görenler, eleştirel düşünce adına ortada kabûl edilecek hakikat, tutunacak dal bırakmamakta, buna karşılık, kabûl edilecek başka bir hakikat ve tutunacak başka bir dal da gösterememektedirler. “Hür düşünme, hür düşünceli olma” adına Batı’dan gelen ve öncelikle Din’e, dinî hakikatlere karşı geliştirilen bu akım, aydın olma felsefesinin de temelini oluşturmaktadır. Dolayısıyla, aydın olma ile tenkit bir bakıma aynı manâya gelir olmuştur.

Bediüzzaman, tenkit hakkında bir başka yerde de şunları söyler:

En müthiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura dayanan tenkittir. Tenkidi eğer insaf bile işletse, hakikati rendeler. Onu eğer gurur istihdam etse, bu defa hakikati tahrip eder, parçalar. O müthişin en müthişi, tenkidin iman hakikatlerine ve dinî meselelere yol bulmasıdır. Zira iman, hem tasdik, hem iz’an, hem iltizam (taraftarlık gösterme, tutma), hem teslim ve imtisal (tutunma, tatbik), hem manevî timsal (kalbi ve hayatı şekillendirme)dir. Şu tenkit, imtisali, iltizamı, iz’anı kırar. Tasdikte de bîtaraf kalır. Bilhassa şu tereddüt ve evham zamanında (bırakın tenkidin imanî ve dinî meselelere yol bulmasını,) iz’an ve iltizamı besleyip takviye eden nuranî sıcak kalblerden çıkan müsbet düşünceleri ve teşvik edici açıklamaları hüsn-ü zan ile karşılamak ve görmek gerekir. İmanî gerçekler hususunda “bîtarafane muhakeme” (objektif değerlendirme) dedikleri şey, geçici bir dinsizliktir. Ona ancak sözkonusu gerçeklere yeni baştan müşteri olmak isteyen başvurur.

Hz. Bediüzzaman, özellikle dindarların, Din’e hizmet edenlerin, birbirlerini, kardeşlerini tenkitten şiddetle kaçınmaları gerektiğine dikkat çeker ve Müslümanlar içinde ehl- ilim ve ehl-i diyanetin hem de müthiş yılanların hücumu zamanında sineklerin ısırması gibi basit kusurları bahane ederek birbirlerini tenkitle zındık münafıkların tahriplerine ve kendilerini onların elleriyle öldürmelerine yardımcı olduklarından yakınır.




Gerçeği Arayan Dalgıç Gibi Olmalı

Gerçeği arayan (araştırmacı), dalgıç gibi olmalı; zamanın tesirlerinden sıyrılabilmeli; mazinin derinliklerine dalmalı; mantığın terazisiyle tartmalı; her şeyin kaynağını bulmalıdır.

Zamanın hem düşünce hem de davranışlar üzerinde tesiri vardır; dolayısıyla bir söz, bir davranış, hattâ kişiler, içindeki yaşadıkları zaman, mekân ve şartlar içinde değerlendirilmelidir. Eğer geçmişe, geçmişte yaşanmış bir hadiseye, geçmişte söylenmiş bir söze ve geçmişte yaşayıp gitmiş insanlara bugünün şartları ve ilmî seviyesi açısından bakarsak yanılır ve yanlış sonuçlara varırız. Her hadise, söz ve kişiyi bir yandan kendi şartlarında değerlendirirken, bir yandan da değerlendirmeyi yapan kişi, o zaman, mekân ve şartlara gidebilmelidir

İkinci olarak, mübalâğa, tam görememe, eksik değerlendirme, bilgi noksanlığı, aktarma ve haber vermedeki yanlışlar, hattâ kelime ve tabirlerin zamanla manâ değiştirmesi, yeni manâlar yüklenmesi veya manâ kaybına uğraması, kültür farklılıkları gibi faktörler, bir şahıs, hadise, dönem veya yeri değerlendirmede yanlışa ve kusura yol açan daha başka sebeplerdir. Değerlendirmeye hisler, taraftarlık veya düşmanlık, ideolojik tercihler, şahsî menfaat veya grup menfaati gibi faktörler de girerse, bu defa yanlışlık daha da artar. Dolayısıyla, bir ehl-i tahkik, yani hakikati arayan ve ortaya çıkarmaya çalışan bir insan, dalgıç gibi olmalıdır. İlgili bütün boyutlarıyla hadisenin, zamanın, mekânın, konunun içine girmeli; içinde bulunduğu şartlardan, zaman ve mekândan ve bunların tesirlerinden sıyrılmalı; elde ettiği bütün bilgileri, verileri şahsî bütün temayüllerinden de sıyrılarak, hikmete dayanan mantığın terazisinde tartmalı ve araştırdığı her meseleyi kendi kaynağında araştırmalıdır.

Gerçeğe Uzanan Yol

Gerçeği görmek ve doğruyu bulmak için, ayrıca, (kalb denilen) o aynayı mızmız, üstelik mızmızlığına bahaneler üreten çocuk tabiatından; sebepsiz yere düşman ama düşmanlığına mazeretler uyduran düşman karakter ve tavrından; ve yalnızca eksiği, kusuru gören müşteri bakışından da temizlemek gerekir. Sonra, tarttığımız zaman doğru tartmalı; karşılaştırmalarımızı tam yapmalı ve yolu aydınlatan işaretlerin birbiriyle karışıp kaynaşmasından ortaya çıkan hakikatin parıldayıp duran ışığını aydınlatıcı ve yol gösterici delil edinmeliyiz ki, arada sırada yolumuza düşen evham karanlıklarını def edebilelim. Hem, insafla, pür-dikkat ve sağlam, keskin bir kulakla dinlemeli; söz tamam olmadan da itiraz etmemeliyiz.


Demek ki, gerçeği görmek ve kabûl etmek istemeyen insan, mızmız çocuk gibi sürekli bahane üretir; temelinde yalan yatan ve yalan olan bir bahaneden başka bahaneye geçer.

Gerçeği kabûl edemeyen, bu konuda enaniyetini kıramayan insanın diğer hastalığı, sebepsiz yere veya tamamen nefsaniyet kaynaklı düşmanlık üretmesi, düşman tavrı takınması ve bu tavrını bırakamamasıdır.

Bir diğer hastalık da, müşteri gibi hep eksik ve kusurları görme, sürekli eksik–kusur aramadır. Özellikle müsbet ve aktif bir hizmet ve üretimin içinde bulunmayan insanlar, kendilerince mükemmeliyet arar, aradığı mükemmelin ne olduğunu da çok bilmez, gereksiz idealizm ve idealize etme peşine düşer ve dolayısıyla hiçbir şeyden memnun olmazlar, olamazlar; daima gayr-ı memnun olarak kalırlar. Böyleleri için Hz. Üstad, meselâ iyi bir idare konusunda “Onlardan birisi –Allah etmesin–bin sene yaşayacak olsa, âdeta mümkün hükümetin hangi suretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan tahrip meyliyle, o sureti bozmaya çalışacak.”der. Çünkü neyi aradıklarının farkında olmadıkları gibi, aslında kendi ataletlerine, beceriksizliklerine ve gerçeği kabûl etmeme tavırlarına mazeret arayışı içindedirler.

Hz. Üstad Bediüzzaman’ın bu müthiş ve özellikle günümüzde çok yaygın olan kalbî marazları teşhis eden tesbitleri, her insan için bir ilaç mahiyetindedir. Bu marazlar, belki kâmil insanları bile zaman zaman da olsa yoklayabilir.


Friday, April 10, 2015

Arzu ve Heves

Bazan arzu ve heves, fikir suretini giyer. Muhteris insan, nefsanî arzusunu fikir zanneder.

İnsan, çok defa arzularına, heveslerine fikir sureti giydirir; onları sanki birer fikirmiş gibi takdim eder. Özellikle hırslı ise, bu takdirde nefsanî arzularını ve heveslerini fikir zanneder veya onlara fikir elbisesi giydirir; hırslarını tatmin adına onları fikir olarak sunar.



Şuursuzluk Gayesizlik Değildir

Yaptıklarının şuurunda olmayan varlıkların, faaliyetlerindeki gayeleri bilmiyor olmaları, o faaliyetlerde o gayelerin olmadığını göster-mez.

Şuurlu olmayan varlıklar, gördükleri vazife ve hizmetlerdeki gayenin farkında olmayabilirler. Ama onların bunun farkında olmaması, onların faaliyetlerinde ve yaptıkları işlerde sayısız gayelerin takip edilmediğini göstermez. Nasıl saat vakti göstermek gibi çok önemli bir hizmet gördüğünü bilmez, ama onun bunu bilmemesi kimseyi saatin varlığının gayesini inkâra götürmezse, bunun gibi, kâinattaki bazı varlıkların neyi niçin, hangi gayeye yönelik yaptıklarını bilmemeleri de, onların faaliyetlerinin gayesiz olduğu gibi bir sonuç doğurmaz. Kısaca, bilmemek, olmamaya delil değildir.



İLİMLERİN VARLIĞI, HZ. ALLAH’A DOĞRUDAN DELİLDİR

Varlıkların her bir türüne dair bir ilim dalı teşekkül etmiştir. Her bir ilim, kendine ait “kanun” denilen küllî kaidelerden ibarettir. Kanun veya küllî kaidelerin varlığı, mutlak nizam ve intizama işaret eder; bu nizam ve intizamın güzelliğini gösterir. Çünkü nizamın olmadığı yerde kanun ve küllî kaide olmaz. Bu nizam da, Nâzım’ı, yani Nizamı Kuran ve Devam Ettiren’i gösterir.

Evet, kâinatı inceleyen bütün (b)ilimler, kâinattaki mutlak düzen ve intizama dayanır. Düzen ve intizam olmazsa, ilimleri meydana getiren ve kanun denilen intizamdan çıkarılan sonuçlar veya küllî kaideler olmaz. Kanun denilen bu sonuçlar, dolayısıyla ilimler var olduğuna göre, mutlak düzen ve intizam da vardır. Mutlak düzen ve intizam, düzen ve intizamı kuranı ve devam ettireni gösterir. Ayrıca, bütün varlık türlerini ve türlerin fertleri dâhil olmak üzere bütün kâinatı kusursuz bilen bir İlm’e, bu düzeni kurup devam ettiren Kudret’e işaret eder. Düzen ve intizam, ayrıca gayeyi, gayeliği, gayelik ve gaye, yine kâinatın tamamını tanıyan İlmi, gayeyi takip eden, intizamı tayin buyuran ve her şeyi gayesine sevkeden İrade’yi ve bütün bunları mümkün kılan Kudret’i gösterir. İşte gafil veya inanmak istemeyen ya da akılları gözlerine inmiş nefisler, baş gözüyle görülen ve sadece bir kısmını zikrettiğimiz kâinat gerçeklerinin Allah’a, Birliği’ne, Sıfatları’na ve İsimleri’ne ne kadar açık deliller olduğunu akıl gözleriyle göremez veya görmek istemez de, Allah’ı bizzat eşyanın içinde Zâtı’yla görmek ister. O’nun eşya cinsinden olmadığını, olamayacağını da düşünmez veya düşünmek istemez.

Dimağda Üretilen Her Şey, İlim Değildir


Dimağda ilmin mertebeleri vardır ve bu mertebeler birbiriyle iç içe olup, çok defa birbirine karıştırılır.

Dimağda üretilen her şey, ilim değildir. İlim, dimağ ile birlikte kalbin ürünüdür ve kesinlik taşır. Dimağa gelen ve ilimle karıştırılan malûmat, ilim oluncaya kadar pek çok işlemlerden, mertebelerden ve imbiklerden geçer. Kalbin ışığında yol alan dimağda üretilen ilim insanı imana ve Kur’ân-ı Kerim’de buyrulduğu gibi, Allah’a derin saygıya götürür ve götürmesi gerekir. Bir diğer ifadeyle, ilim ile iman birbiriyle özdeş görülebilir. Fakat örfî kullanımda, insanı harekete geçiren çok defa ilim değildir. Çünkü nice bilen vardır ki, bildiğini yaşamaz, tatbik etmez. Öyleyse, bunların bildiğine ilim değil, ilmin malzemesi olarak ‘malûmat’ demek gerekir.

İnsan, düşünme ve ilim üretme sürecinde önce hayal eder (tahayyül) veya çevreden bazı manzaraları alır, ya da beş duyusuyla hisseder. Sonra bunlardan bir suret oluşturur, yani bunlara zihninde bir biçim verir (tasavvur). Ardından, bu biçim veya şekil üzerinde sistemli olarak, etraflıca ve derin derin düşünür, muhakemede bulunur (taakkul, tefekkür, muhakeme). Neticede bir tasdike ulaşır; yani zihninde işleme tâbi tutulan malûmat veya mahsûsatın, duyularla elde edilen malzemenin tamamını ya da bir kısmını doğrular veya doğruya ulaştırır, doğru ile buluşturur (tasdik). Tasdikten sonra ‘iz’an’, yani kesin kanaat hâsıl olur. Kanaat, insanı benimsemeğe ve taraftarlığa sevkeder (iltizam). Nihayet ‘itikad’, yani bütünüyle bağlanma gelir. Aslında bu nihaî mertebe, bir bakıma ilmin kendisidir.

Zihinde malûmat veya çevreden alınan manzaralardan, teoriden, mahsûsattan elde edilen malzemeden ilme yürürken geçilen mertebelerin her biri bir hükme sebep olur. Her ne kadar insanlar zaman zaman hayallerine ilim süsü verseler de, sadece hayal, genellikle safsata doğurur. Tasavvurun da ilim ve gerçekle alâkası yoktur. Tasdik benimsemeye yol açarken, iz’an tutunmaya, alıp kabûl etmeye, iltizam, yani taraftarlık ise taassuba, fanatizme kaynaklık eder. Ancak itikad, yani doğruluğuna mutlak inanma ve sımsıkı bağlanmadır ki, artık kesin ve hiçbir şüpheyle sarsılmaz ilim ve inanç demektir.

Sunday, March 22, 2015

O (c.c.) Razı İse


Kalkmadan önceki son sözleri şunlardı: “Böyle bir teşbih doğru mu bilmiyorum ama manevî bağışıklık sistemini güçlendirmeli. Eskimeden, yıpranmadan, günahlara batıp çıkmadan hayatı sürdürmek çok zor. Öyle virüsler musallat oluyor ki işte o zaman şeytan çöküyor başımıza ve manevî savunma mekanizmamız iflâs ediyor. Çok küçük argümanlara alt-üst ediyor manevî hayatımızı.”

Odasının kapısını açarken, “Dua etmeli.” diyordu bize. “Dua...”

***
Beynim öylesine dolu ki her bir neronun üzerinde elli tane problem var.” dedi üç-dört kişinin bulunduğu salonda öğlenden sonra. Kaç günden beri iç dünyasına kapanmış; halk ile beraber olmada zaruret sınırlarının dışına çıkmıyor. Namazda, dua saatinde kendisini görme şansınız var. Rabbisi ile baş başa, kimseye açmadığı, açamadığı ve ihtimal açsa da kimsenin anlamayacağı dertleri ile hemhal. Yaşanmaz bir hayat. Stres değil katiyen. İmanı olan, eşya ve hâdiselerin perde ötesine nüfuzu olup kaderi planda her şeyi görebilen veya yorumlayabilen kişilerin stresi olmaz. Kendisi demişti yıllar önce böylesine bir sözü. “Müminde stres olmaz.” diye. Bu tespitin izahı bir önceki cümlede gizli. Onun için birkaç gündür devam eden bu hâle, kutsal hafakan da diyebiliriz kutsal hüzün de. Hüznün, gamın, kederin sadece Allah için duyulduğu bir zirve burası. Hayatı kendisi için yaşayanların değil; daha ötesi ferdî planda dünyada ukbayı kazanmak için mücadele edenlerin de değil; “Milletimin imanını selâmette görürsem Cehennem alevleri içinde yanmaya razıyım.” diyen yaşatma ideali ile dopdolu insanların ancak ulaşabilecekleri bir zirve.
***
“İmanını marifetle bezeyemeyen, yol yorgunluğundan kurtulamaz. Marifetini aşk u muhabbetle derinleştiremeyen, formalitelerin ağında can çekişir durur. Aşk ve muhabbeti Sevgiliye ulaşma yolunda kulluğa bağlamayanlar da, sadakatlerini ifade etmiş sayılmazlar.”
***
“Bir insanın kadrini kıymetini bir yaptıklarından bir de düşmanlarından hareketle takdir edebilirsiniz.”

***
“Fakirlik ne büyük nimet değil mi? Hiç kimseye diyet ödemek zorunda kalmıyor insan.”

***
“Allah katında en faziletli cihat, zalim sultanın önünde doğruyu söylemektir.” (Hadis)
***
“Bazen müminin rekabeti kafirin küfründen daha fazla zarar verir.”

***
İnsanın medeniyet tasavvuru inançlarına ve kabullendiği değerler sistemine göre oluşur, şekillenir. Şöyle ki, aşağıdan yukarıya üçe bölünmüş bir piramit düşünün. En üstünde insanın inancı ve o inancın insana yap veya yapma şeklindeki emir ve yasaklarının mefhumundan çıkartılan ilkeler ve prensipler vardır. İnsan amelleri bu ilke ve prensiplerin ete kemiğe bürünmüş şeklidir ve piramidin ikinci bölümünü yani ortasını oluşturur. İmanının derecesine, seviyesine göre meselâ namaz kılar veya kılmaz, hırsızlık yapar veya yapmaz, faiz alır veya almaz. Söz konusu ameller aynı zamanda insan kimliğini, şahsiyetini ve karakterini oluşturan en önemli unsurdur. Zira Müslüman kimlik Kur’ân âyetleri ve peygamber buyrukları, ulema içtihadının üst sırada yer aldığı soyut ilkelerle değil, onların hayata yansıtıldığı somut amellerle belirlenir. Piramidin üçüncü ve el alt kısmında yer alan şey ise sözünü ettiğimiz amellerin cereyan ettiği ve edeceği sosyal, siyasal, kültürel, dinî zemindir. Medeniyet bu üçünün birlikteliği ile oluşur ve hayata geçer. Bu üçü arasındaki uyum veya uyumsuzluk medeniyetin adını, şeklini, rengini, desenini, mahiyetini belirler.

Efendimiz ve hulefa-i raşidin dönemi sözünü ettiğim uyumun zirve noktasında yaşandığı dönemdir. Zemin de, ameller de, ilkeler de birbirini desteklemiş ve karşımıza bugün bile övünerek söylediğimiz İslâm medeniyeti zuhur etmiştir. Daha sonraki dönemlerde bu üçü arasındaki birlikteliğin aynı şekliyle devam ettiğini söylemek imkânsızdır.

Neden devam etmemiştir? İnsan fıtratı, zaafları, ihtiyaçları, zaruretleri devreye girmiş ve bunlar zaman zaman da olsa en alt zeminde hayatını devam ettiren insanların önce amellerine, sonra da inançlarına etki etmiştir. “Faiz haram ama bu devirde başka çare yok.” İşte tam da bu anlattığımız hususa örnek verilebilecek bir tekerlemedir. İnsanın para ihtiyacı veya para kazanma hırsı onun amelini inancına rağmen yapmasını netice vermiştir. Kim bilir bazılarında olduğu gibi belli bir müddet sonra bu inanç kırılması onu “Faiz de alış veriş gibidir.” noktasına kadar götürecek ve ortada ne inanç, ne de ona bağlı ilke ve prensip kalacaktır.

Thursday, March 19, 2015

Sifonlu Tuvalet

“Günümüzde on insandan dördü hiçbir biçimde tuvalete erişemiyor ve işini açık havada hallediyor. Her dakika dört çocuk ishalden ölüyor ve bu vakaların yüzde 90'ının nedeni bu atıklara maruz kalmaları.

Atıklar hastalık yuvasıdır. Sadece bir gram atıkta, 10 milyon virüs ve bir milyon bakteri, 1000 parazit yumurtası ve 100 kurt yumurta bulunur. Günümüzde 7 milyarı aşan dünya nüfusu artmaya da devam ediyor ve 2045 yılında bu rakam 9 milyara dayanacak. Bu cümleyi okumayı bitirdiğinizde dünyaya 12 insan daha gelmiş olacak. Bu gerçekleri göz önüne aldığımızda, 2007'de British Medical Journal (İngiliz Tıp Dergisi) dergisinin okurlarının sıhhi temizliği geçen iki asırdaki en büyük tıbbi buluş olarak seçmeleri şaşırtıcı değildir.”

**
Günümüzde her yıl milyonlarca tuvalet satılıyor, ama yine de dünya genelinde hala 2,5 milyar insan tuvaletten yoksun. Her yıl Dünya Tuvalet Örgütü insan atığı hakkında konuşma tabusunu yıkıp tuvalet veya sıhhi temizlikten mahrum insanlara çözümler sunmak için uluslararası konferanslar düzenliyor. Tüm bunlar size komik gelebilir, ama genel sıhhi temizlik hayatımıza girdikten sonra ortalama insan ömrünün 20 yıl arttığını da akıldan çıkarmamak gerekiyor.

Açık Anahtarlı Şifreleme

İleri teknoloji ürünü gibi durmasına rağmen, veri güvenliği binlerce yıl öncesine dayanır. Mezopotamya'da bulunan, çivi yazısıyla ve şifreli yazılmış küçük bir kil tablet, MÖ 1500 civarına aittir. Mesajların yaratıcı biçimde gizlenmesinin tarihi de eskilere kadar gider: Eski Yunanda gizli mesajlar kölelerin tıraşlanmış kafalarına dövme ile kazınır, böylece saçlar uzadıkça mesajlar düşmanların gözlerinden gizlenmiş olurdu, ta ki mesajı alan kişi tarafından kölenin kafası yeniden tıraşlanana kadar. Bu çoğu zaman işe yarardı, ama alıcı hangi kölenin kafasının tıraşlanması gerektiğini bilmek zorundaydı. Ayrıca düşman taraf da duruma uyanıp mesajı ele geçirebiliyordu.

Ortadoğu uygarlıkları çok daha güvenilir ve gelişmiş bir sistem kullanmışlardı. Buna göre yazılı mesajlar gönderen tarafından şifreleniyor, alıcı tarafından da deşifre ediliyordu. Bu sistemlerde şifreli bir metin yaratmak için düz bir metnin harflerinin yerine önceden anlaşılmış bir sisteme göre harfler yerleştiriliyordu. Fakat biri hangi harflerin yerleştirildiğini anlarsa şifreyi kolaylıkla çözebiliyordu.

Dokuzuncu yüzyılda Arap alimi el-Kindi şifre çözmenin farklı yollarını geliştirerek ciddi bir ilerleme kaydetti. Onun geliştirdiği yöntemler arasında "sıklık çözümleyicisi" yöntemi de vardı. Bu yöntem bazı harflerin diğerlerinden daha sık kullanılması temeline dayanıyordu; örneğin İngilizcede "e" harfi metnin yaklaşık yüzde 12'sini oluşturur, dolayısıyla şifreli metinde daha sık kullanılan harfleri analiz ederek metni çözebilirsiniz. Bunu önlemek için aynı harfi temsil eden farklı şifre harflerin kullanıldığı "çok alfabeli" şifrenin icadı genellikle on beşinci yüzyılda yaşayan İtalyan bir alime atfedilse de, söz konusu yöntemi el-Kindi'nin de bildiğine dair kanıtlar bulunmaktadır.

Matematik

“Matematik hayati önemdedir, çünkü bilimin dilidir. Önce matematiğini yapmadan bir köprüyü inşa edemezsiniz. CERN'deki Büyük Hadron Çarpıştırıcısı'nda ne olup bittiğini anlamak istiyorsanız, bütün parçacıkların temelinde yatan matematiği analiz etmeniz gerekir. Domuz gribi virüsünün hızını denetlemek istiyorsanız, ne olacağını tahmin etmek ve onu nasıl kontrol edeceğinizi öğrenmek için matematiğe ihtiyacınız var. Matematik geleceğe bakmak için harika bir dildir."

Marcus du Sautoy

Çin ve Matematik

Çinli öğrenciler Batılı öğrencilere kıyasla matematikte daha başarılılar. Bunun bir nedeni eğitim sistemlerine bağlanabilir, bütün üniversite öğrencileri ileri trigonometri ve cebir sınavlarından geçmek zorundalar, ama araştırmalar doğanın da bunda payı olduğunu gösteriyor.

Dalian Teknoloji Üniversitesi'nde manyetik rezonans görüntüleme cihazı kullanılarak yapılan yakın zamanlı bir inceleme, Çinli deneklerin beynin sayıları kullanmanın görsel tezahürüyle ilgilenen bölümlerini daha çok kullandıklarını, buna karşın Batılı deneklerin sözcüklerin anlamlarını değerlendiren bölümlerini daha çok kullandıklarını saptamıştır. Yani görünüşe göre, Çinli denekler sayıları gerçekten daha iyi "görüyorlar". Bilimde yükselen süper güç olarak kabul edilen Çin'in geleceği için iyi bir haber bu.