Monday, November 15, 2021

Oğuz Atay ve aydın (2)

 


İlk romanlarının soyut mekânında daha çok varoluşsal bakış açısından, burjuva konformizminin sarmalında tutsak olan, dürüst ve açık bir biçimde ‘ kendi olmaya çabalamayan ’ aydına yönelen eleştiri, 1974 sonrası ‘ ikinci dönem ’ metinlerinde sosyokültürel bir renk almaya başlar. Atay’ın eleştirisinin bu dönemdeki hedefi, siyasal ya da kültürel ikonlar yaratarak birtakım sosyokültürel ucube ler oluşturan aydındır. Yaratıcılığının bu döneminde, bakış açısı eskiye oranla daha çok toplumsal boyut üzerinde dolaşan Atay, bu kez ‘ sosyokültürel açıdan kendisi olamayan ’ aydının ipliğini pazara çıkarıyordur. Bu romanda eleştiriden en fazla payını alan aydın kesimi kuşkusuz metnin odağında yer alan, bir bilim adamından çok donuk bir bürokrata ya da konformist bir burjuvaya, eylemci kimliğiyle ise bir western film kişisine benzeyen, Atay’ın ‘ yarı aydın ’ diye sözünü ettiği üniversite öğretim üyesidir.

Namus

 


Ben, sadece namuslu olmakla öğünen kişiyi adamdan saymıyorum; toplumu iyiye, güzele götürmek için kendi gibi namuslu insanlarla birlikte bir çaba harcamamışsa, çevresindeki uygunsuz gidişe başkaldırmamışsa, o kişi namussuzdur benim için. Benim de değerlerimin arasına bu çeşit nitelikler karışmışsa atmalıyım onları; onlarla öğünmemeliyim.









Saturday, November 13, 2021

Sinüse Mahçup Olmak

Ben idealistim. Geçen yıl, matematik asistanı, ‘Ben matematik yiyerek yaşıyorum,’ demişti. Benim de hayatımın kısm-ı âzamı matematikle geçiyor. Yemek yediğim saatlerin toplamı, matematik çalıştığım zamanla mukayese edilirse, günlük yaşantımda gülünç denecek kadar zavallı ve küçük bir yer tutar. Ben kendime ihanet etmiyorum. Sana bir dost gibi açılabilirim Selimciğim: dün gece sinüs ve kosinüsün münasebetleri yüzünden gözüme uyku girmedi.”

Selim: “Daha baştan, ciddiyetten uzaklaştığınızın zapta geçirilmesini istiyorum. Hangi münasebetten bahsediyorsun? Sinüsle kosinüs arasındaki münasebetten mi?”

Turgut: “Hayır, onlarla benim aramdaki münasebetten. Acaba sinüsü mü yoksa kosinüsü mü daha çok seviyorum diye öyle bir açmaza düştüm ki, sonunda ikisinin de karesini aldım; gene bir neticeye varamadım. Bir de, ‘Hayatın Koordinatları’ meselesi beni çok yoruyor.”

Selim: “Saçmalıyorsun. Bu meselelerin aslı yok. Beni ve edebiyatı şüpheye düşürmek için mahsus öyle yapıyorsun. Fakat ben, her ikisinin müşterek vekili olarak, seni ispata davet ediyorum.”

Turgut: “Bu davetlerde dişe dokunur bir şey sunamazsın sen adama. Demek sen aşkı, sinüs ve kosinüse çok görüyorsun. Soyut aşk kavramı sende henüz gelişmemiş. Sen ve senin gibiler, ancak beş elma ile on elmayı toplayabilen basit insanlarsınız. Elle tutulan şeylerle düşünebilir, elle tutulan şeyleri sevebilirsiniz yalnız. Siz A ve B’den değil, üç erkek ve beş kadından anlarsınız ancak.

Selim: “Bir dakika, sayın başkan; kendinizi aşıyorsunuz. Beni bu tatsız yere getirip, kendinizi ayrık tutmayı nasıl becerebildiniz?”

Turgut: “Sinüsün de sevebileceğini, ona da insan muamelesi yapılması gerektiğini yeteri kadar savunabileceğimi hissetmiyorum artık. Sinüsün entegralinin nasıl alınacağını birden unuttum; mahçup oldum sinüse gösterdiğim bu ihmal den. Fakat siz anlayamazsınız bu duyguları. Gene de ‘Hayatın Koordinatları’ hakkında bir açıklama yapmamı beklersiniz herhalde. Bak Selim! Öldürürüm seni! Bu meseleyi ilk defa duyduğun halde nasıl şaşırmamış görünürsün? Beni öldürmek için! Beni kudurtmak için! Nasıl sözlerimi hiç duymamış gibi yaparsın? Kıskançlıktan! Bir de nazariyemi bilsen, o zaman hasetten kurur, T cetveline dönersin.”

Selim: “Fena mı? Daha heyecanlı oluyor.”

Turgut: “Peki, bir kelime ile olsun ilgilendiğini söyleyemez misin?”

Selim: “İlgilendim. Yalnız, sonunun kötü bitmesinden korkuyorum.”

Turgut: “Sen ilgilen de sonunu değiştiririz biz, merak etme.”

Selim: “Anlat o halde.”

Turgut: “Evet bu nazariyeyi ben buldum! Değil seni, Gauss’u bile kıskandıracak, Leibniz’i ümitsizlikten intihara sürükleyecek bir ilim-hayal buldum. Minimini bir x ile canım bir y arasında başlayan bu...”

Selim: “Bıktım senin bu matematik masallarından. Uzatma, konuya gel.”

Turgut: “Dur geliyorum... çamaşırları sudan çıkarayım da... Nasıl, meraklandırdım değil mi? Öyleyse dinle:

Edebiyatçılar, Ahd-i Atik’ten beri gök kubbenin altında hiç bir şeyin değişmediğini bildikleri halde nasıl yazmağa devam ediyorlarsa, ben de aynı prensipten hareket ederek, bin altı yüz bilmem kaç yılında -yani bundan sittin sene kadar evvel- René Descartes’ın, beşeriyetten çirkinliğinin intikamını almak arzusuyla yarattığı ve o günden beri tıpkı büyük Sezar’ın -Rus-Çar- doğumundan beri karnıyarık doğum metodlarına sezaryen denilmesi gibi, kartezyen adı verilen ve herkesin bildiği koordinat sistemini, günümüzün icaplarına uydurmak ve pozitif bir bilim olduğu halde münek kitlerce biyokimya meselelerine gayri kabili tatbik bulunduğu asırlar boyunca iddia edilegelmiş, fakat nihayet ben, sen ve Kenan tarafından lâyık olduğu mevkie getirilmiş olan matematik, nâm-ı diğer riyaziye ilmini üniversel karakterine kavuşturmak hedef ve gayesi ile uykusuz geçen geceler ve ayakta uyuyarak geçirdiğim gündüzler pahasına ‘Hayatın Koordinatları’ yahut kısaca ‘Bir insanın nerede, ne zaman ve nasıl olursa olsun, ne yaptığının analitik geometri esaslarına göre açıklanmasına giriş’ adını verdiğim sistemi buldum.

Bu sistemi açıklamak için aşağıda vereceğim aşağılık izahatı dinlerseniz, (kelime oyunu yoktur; izahat gerçekten aşağılıktır. Kelime oyunu olacak korkusuyla gerçeklerden kaçamazdım elbette) meselenin, yukarıdaki cümleden de karışık bir mahiyet aldığını göreceksiniz.

Her zaman kendi kendime düşünür dururdum. (Ben kendi kendime düşünürüm. Selim gibi, birini aramam düşünmek için.)

Not: Bu kısım, Selim tarafından, muhalefet şerhi ile imzalanmıştır.

Her zaman kendime sorardım: neden noktaların, doğruların eğrilerin -ister düzlem, ister uzay şekiller olsun- koordinatları var da daha mükemmel bir varlık olan insan ve onun ayrılmaz bir cüzü olan hayatın koordinatları yok? Bu mesele, hayatımı zehir eder; fakat, mevzu hakkındaki bilgisizliğim ve yetersizliğim elimi kolumu -nasıl yapıyordu bunu bilmiyorum- bağlardı. Bir gün gene böyle (yani, elim kolum bağlı ve hayatım zehir olmuş bir vaziyette iken) karnımın çok, ama pek çok, acıktığını hissettim. Yemekten kalkalı daha çok zaman geçmediğini gayet iyi bildiğim için, ‘Hayırdır İnşallah,’ dediğimi hatırlıyorum. Olağanüstü bir durum olduğunu seziyordum; fakat, ilham geldiğini anlayamamıştım tabiî. Yerimden kalktım, mutfağa gittim. Bir iki lokma bir şeyler yedim. Tekrar odama dönüp divanda, boş bırakmış oldu ğum kalıbımın üstüne, bir önceki durumda yattım. Ne var ki, içimdeki, tarifi imkânsız ve benim bu gibi ruhi vaziyetlere alışık olmamam hasebiyle yanlış olarak açlık diye adlandırdığım kemirici duygu, yatışacak yerde büsbütün alevlendi. Çaresiz, divanda, bana iyice alışmış olan yerimi bırakarak, tekrar mutfağa gittim. Eskisine nisbetle daha çok yedim. Yani, bir örnek vermek gerekirse: ilk gittiğimde, diyelim, beş birim yemişsem, ikinci gidişimde, sekiz birim filân yemiştim. Fakat bu oburluk, beni tıkayacak yerde, büsbütün acıktırdı. Artık yerimde duramaz olmuştum. Mutfakla divandaki yerim arasında -tâbir caizse- mekik dokuyordum; bir heyecan ağı örüyordum. Dolapları, rafları, annemin misafirleri için kurabiye, bisküvi, şeker, çikolata ve findık sakladığı büfe gözlerini, gardrobu ve orada özellikle, babamın ceketlerinin asıldığı bölmenin arkasında, karanlık olup da annemin görmeyeceğimi zannettiği yeri altüst ediyor, durmadan atıştırıyordum. O duruma gelmiştim ki, neredeyse, babamın, siyah elbisesinin yeleğinin alt cebindeki anahtarı alıp, özel dolabında sakladığı siyah havyarı bile yiyecektim. Bu son arzumun dehşeti ve imkânsızlığı, çılgınca tutkularımın beni nereye götürdüğünü anlamamda başlıca âmil oldu; işte, ancak o zaman kendime geldim ve bende bir gariplik olduğunu sezmeye başladım. Bu duygu, muhakkak, bedenî açlıktan öte, tanımadığım bir şeydi. Evet! Bu, maddî bir açlık olamazdı; çünkü maddeler dünyasının elemanları ile tatmin olmuyordu. Peki, ama neydi? Basit bir ‘olmayana ergi’ metoduyla, bunun manevî açlık olduğu neticesine vardım. Evet! Bu, manevî bir açlıktı; bu, ilim açlığıydı. Bu açlık, beni bir hafiye gibi takip eden yüksek düşüncelerimin, tatmin edilemiyen ilmî emellerimin verdiği açlıktı. Artık dayanamıyordum. Gözüm, çevremde hiç bir şeyi görmüyordu. Kâğıt kalem aldım. Divandaki yerimi süratle terkederek, masanın sert iskemlesine oturdum. Ne yaptığımı bilmeden, kâğıdın üstüne önce bir koordinat eksen ta kımı çizdim. Ellerim bana itaat etmiyordu. Sanki, görünmez bir kuvvetin tesiriyle bilmediğim bir yörüngenin üstünde hareket ediyordum. Silkinip, kendime gelmeye çalıştım. Acaba biraz daha yemek mi yeseydim? Fakat, karnım o kadar şişmişti ki, bu fikre bedenim isyan etti. Tekrar çizmeye başladım. Önce, belirsiz şekiller gibi görünen bu esrarlı çizgiler yavaş yavaş, anlaşılır sistemler hâline gelmeye başladı. Kâğıdın üstü, uzay şekiller, formüller ve ilk bakışta okunamayan notlarla dolmuştu. Ben de bitmiştim; bütün içimin boşaldığını hissediyordum. Masadan kalktım ve divanda, artık bana büyük görünen eski yerimi doldurdum güçlükle. Farkında olmadan, kâğıdı da elime almışım. Önce, bu iki boyutlu nesneye boş nazarlarla baktım: Ne demekti bütün bunlar? Gevşek bir gayretle, yazdıklarımı, çizdiklerimi çözmeye çalıştım. İlk bakışta anlamsız görünen karalamalar gittikçe önem kazanmaya başladı. Bu karanlıkta, yavaş yavaş bütün unsurlar, şaşılacak bir düzenle yerini buldu. Görünüşte bedenimde bir hareket olmadığı halde, içimin şiddetle sarsıldığını duyuyordum. Gerçekten sarsıcı, müthiş bir gerçekle karşı karşıya kalmıştım: ben, yeni bir sistem bulmuştum. Kâğıdın üstündeki o kargacık burgacık çizgiler arasında (halbuki, bilirsin benim yazım okunaklıdır) ‘Hayatın Koordinatları’ nazariyesinin esasları yatıyordu.” 





Korkuyu Beklerken

 


Düzyazı-anlatı, Oğuz Atay’ın, kendini dile getirirken en çok el attığı edebiyat türüdür. Bu türün sınırları içinde ise roman dışında kullandığı diğer bir dal da öyküdür. 1972 eylülünde ikinci romanı “ Tehlikeli Oyunlar ”ı yazarken, “ Yeni Dergi ”de daha sonra “ Beyaz Mantolu Adam ” adını alacak olan ilk öyküsü yayımlanır: “ Mantolu Adam ”. Onu aynı yılın kasım ayında yine aynı dergide yayımlanan “ Unutulan ” isimli öykü izler. Uzun bir öykü olan “ Korkuyu Beklerken ” de aynı dönemin ürünüdür. 30.9.1972 tarihli röportajda bu uzun öyküyle ilgili olarak şöyle diyordur: “ Bugünlerde hikâye yazıyorum. Kısa yazmaktan başka bir meselem yok; çünkü 60 sayfalık bir hikâye yazdım. Bastırmak güç oluyor dergilerde. ” Bu uzun öyküye 1973 yılı “ Sinan Yıllığı ”nda yer bulur Atay.

Atay’ın bu ilk üç öyküsü kendi aralarında bütünlük gösterirler; üçü de Atay’ın yazarlık döneminin ilk evresinin özelliklerini taşırlar; “ Tutunamayanlar ” ve “ Tehlikeli Oyunlar ”a özgü poetikayı öykü düzleminde sürdürürler. Bu öykülerin en önemli ortak özelliklerinin başında, tümünün dokusuna yoğun biçimde sinmiş olan ‘ kafkaesk ’ öge gelir. Birçok dilde gün delik kullanım dağarcığına girmiş olan kafkaesk sözcüğü, ‘ korku/güvensizlik/yabancılaşma/umarsızlık/umutsuzluk/yalnızlık/anlamsızlık/iletişimsizlik/terör/dehşet/suç/ceza/yargı’ gibi anlamların bir bileşkesidir; Kafka’nın kurmaca dünyasındaki imgelerden beslenir. Atay’ın ilk öykülerini, 20. yüzyılın bu en sıradışı anlatı ustasının güçlü etkisi altında oluşturduğu su götürmez. 20. yüzyıl modernizminin açtığı yolda ilerleyen yazarlar arasında Kafka’nın etki alanına girmemiş olanı yok gibidir. Atay da “ Tutunamayanlar ” yayımlandığında kendisiyle yapılan söyleşilerde, sevdiği yazarların başında Kafka ve Dostoyevski’nin adlarını sayıyordur art arda. “Tutunamayanlar ” romanında da, özellikle Selim’i ölüme götüren bunalımlı bölümlere sık fırça darbeleriyle kafkaesk bir koyuluk atmıştır Atay. Kimi yerde Selim’e doğrudan Kafka’nın adını andırır; “ [b]ugün Kafka’yı okumaya çalıştım. Olmadı. Birden göğsümde bir tıkanma hissettim, ” (T.547) diyordur Selim. Onun trajik sonuna, Kafka okumaları ile ilgili bir çağrışım ağı eşlik eder: “ İnsan Kafka’yı okuyamazsa...bitiktir işi. ” (T.549)

**

Atay’ın bu ilk üç öyküsü kendi aralarında bütünlük gösterirler; üçü de Atay’ın yazarlık döneminin ilk evresinin özelliklerini taşırlar; “ Tutunamayanlar ” ve “ Tehlikeli Oyunlar ”a özgü poetikayı öykü düzleminde sürdürürler. Bu öykülerin en önemli ortak özelliklerinin başında, tümünün dokusuna yoğun biçimde sinmiş olan ‘ kafkaesk ’ öge gelir. Birçok dilde gün delik kullanım dağarcığına girmiş olan kafkaesk sözcüğü, ‘ korku/güvensizlik/yabancılaşma/umarsızlık/umutsuzluk/yalnızlık/anlamsızlık/iletişimsizlik/terör/dehşet/suç/ceza/yargı’ gibi anlamların bir bileşkesidir; Kafka’nın kurmaca dünyasındaki imgelerden beslenir. Atay’ın ilk öykülerini, 20. yüzyılın bu en sıradışı anlatı ustasının güçlü etkisi altında oluşturduğu su götürmez. 20. yüzyıl modernizminin açtığı yolda ilerleyen yazarlar arasında Kafka’nın etki alanına girmemiş olanı yok gibidir. Atay da “ Tutunamayanlar ” yayımlandığında kendisiyle yapılan söyleşilerde, sevdiği yazarların başında Kafka ve Dostoyevski’nin adlarını sayıyordur art arda. “Tutunamayanlar ” romanında da, özellikle Selim’i ölüme götüren bunalımlı bölümlere sık fırça darbeleriyle kafkaesk bir koyuluk atmıştır Atay. Kimi yerde Selim’e doğrudan Kafka’nın adını andırır; “ [b]ugün Kafka’yı okumaya çalıştım. Olmadı. Birden göğsümde bir tıkanma hissettim, ” (T.547) diyordur Selim. Onun trajik sonuna, Kafka okumaları ile ilgili bir çağrışım ağı eşlik eder: “ İnsan Kafka’yı okuyamazsa...bitiktir işi. ” (T.549) Bunalım tırmanmaya başladığında ise, küvetin içinde gördüğü “ dev bir hamamböceği ”nden söz ediyordur Selim, Kafka’nın “ Değişim ” öyküsünü anarak (T.555).

Atay’ın ilk üç öyküsündeki kafkaesk tonlama, yalnızlık/yabancılaşma/ iletişimsizlik ekseninde üreyen bir anlam ağıyla kısıtlı değildir. Bu öyküler, kurgu/yapı düzleminde de Kafka izleri taşırlar; Ferit Edgü’nün Kafka/Beckett tonlamalı öyküleriyle birlikte Türk öykücülüğündeki ilk Franz Kafka etkisinin örnekleridir. Bu üç öykünün kurgu/yapı düzlemindeki ortak özelliği; metinlerin, Kafka kurmacasında ilk örneklerine rast ladığımız, modernizmin soyut imge örgüsüyle dokunmuş olmalarıdır. Kafka’nın metinlerinin odağındaki bu yeni metaforik öge imge, geleneksel edebiyatın alegorisine de simgesine de benzemeyen bir oluşumdur. Ne “ Şato ” romanındaki ‘ şato ’yu, ne “ Dava ” romanındaki ‘ mahkeme ’yi ne de “ Değişim ” anlatısındaki ‘ böcek ’i geleneksel tanımlar içinde çözümlemek mümkündür. Çokkatmanlı yeni metinlerin anlam alanını genişleten bir kurgu ögesidir modernist imge; onu tek bir anlama çevirerek dizginlemek olanaksızdır. Her anlamlandırma/yorumlama girişimi onun yalnızca bir bölümüne yönelir, hiçbir zaman tüm varlığını kapsamına almaz: o kendine özgü bir varlıktır, dış dünya gerçeğinden tümüyle bağımsızdır. Yalnızca estetik düzlemde soluk alan bu oluşumlar modernist anlatının da mitleridir.

Atay’ın ilk üç öyküsünün odağında da ‘ kafkaesk alegori ’ ya da ‘ modernist imge ’ diye adlandırabileceğimiz türden estetik oluşumlar bulunur. İlk yayımlanan öyküsü “ Beyaz Mantolu Adam ”da tüm öykü ögeleri, böyle bir imgeyi oluşturmak için seferber edilmiş gibidir. Kloş etekli beyaz ve uzun bir kadın mantosunun içinde dolaşan, hiç konuşmayan, ayrıksı görünümlü grotesk adam ile, karşısında tek bir organizmaymışçasına devinerek onu kullanan farklı bir evrenin insanları, Atay’ın metninde oluşturmaya çalıştığı bu odak imgenin iki ana yapıtaşıdır. Ancak, Atay’ın yarattığı bu grotesk imge, Kafka’nın kimi metinlerinde gördüğümüz, anlamdan iyice soyutlanarak bağımsızlaşan imgesinden farklıdır; anlamlandırılmaya daha yatkın olan alegoriye göz kırpar. “Beyaz Mantolu Adam ” öyküsü ve onun grotesk ana figürü, daha çok ‘ birey-insanın topluma yabancılaşma ’sını alegorize eder: Bu öykünün, çoğul anlamlara çağrı çıkaran bir yapısı yoktur; imlediği başlıca anlam budur. Atay, iki romanının da ana motiflerinden biri olan ‘ yabancılaşma ’yı, bu öyküsünde tek başına imge düzlemine taşır.

Oğuz Atay ve Türk Aydını

 


Oyunu kaleme aldığı günlerde üzerinde çalıştığı makale de doğrudan bu konuyla ilgilidir: “ Yeni yılda yeni makale – ya da ilk makalem (...) Türk aydını ülkesine yabancılaşmıştır. (...) İnsanımız bütün boyutlarıyla kendisine sahip çıkacak aydınları bekliyor. (...) Kötü yöneticiler, aydınlar halkla ilişki kurmasını becerebildiği halde, biz halkı sevmediğimiz için kendimizi ülkemizde istenmeyen bir misafir gibi hissediyoruz. Bu yüzden onu tanımak, onun derinliğini, ruhunu hissetmek istemiyoruz. (...) Bazımız Batıdan korkuyoruz, bazımız Doğudan ve en çok da halktan korkuyoruz. ” (G.134) “ Oyunlarla Yaşayanlar ” tümüyle bu düşüncelerin ışığında yazılmıştır. Gerçi oyundaki yoğun ironi kullanımının ve oyun-içinde-oyun tekniğinin etkisiyle, metnin eksenini oluşturan bu düşünceler, bir yabancılaştırma sisinin ardından okura ulaşıyor, çoğu yerde de ‘oyun mu yoksa gerçek mi’ ya da ‘ alay mı yoksa ciddi mi’ olduğu kuşkularını beraberinde getiriyordur.

Atay’ın bu yeni aydını, halktan uzaklaşmasının suçunu kendinde bulmaktadır: “ Halkın anlamadığı bir dille konuşuyorsun, kendine yeni kelimeler buldun. Okuma-yazmayı bilmeyenler ülkesini yazılarla doldurdun. Şimdi hayat sellerinin ortasında kendi ıssızlığının çölünde yaşıyorsun. Kendi kendine oynadığın oyunlarla avunmaya çalışıyorsun. ” (OY.85) Atay’ın aydına yönelttiği en büyük suçlamalardan biri de, onun Batı değerlerini sorgulamaksızın tek doğru olarak benimsemesidir. 1975 yılında Kemal Tahir’in ölüm yıldönümünde yaptığı konuşma tümüyle bu konuya odaklanmıştır: “ Birçok Doğulu aydın gibi Türk aydını da kendini anlayabilmek için Batıdan yola çıkmıştır, kendini ve toplumunu Batıdaki örneklere benzetmeye çalışarak açıklama çabasına girişmiştir, ” diyordur, “ Kemal Tahir ve Doğu-Batı Sorunu ” başlığıyla yayımlanan bu konuşmasında: “ Batıya özenen Türk aydınının kalıpları aldığı gibi uygulama kolaylığına kaçması onu bir çeşit ruh ve düşünce tembelliğine sürüklemiştir. Doğuya getirmeyi özlediği dinamizmi bu yüzden gerçekleştirememiş ve bir türlü Batının gerçek değerini sezememiş, sonunda bitmek tükenmek bilmeyen anlamsız tartışmaların içinde yaratıcı yeteneklerini yitirip gitmiştir. ” Kurmaca düzlemde ise bu düşünceleri Yunan tragedyası atmosferi içinde, oyunun aydın kişisi Coşkun Ermiş’in ağzından şöyle dile getiriyordur Atay: “ Ey talih! Neden ecnebi malumatın kölesi yaptın beni? Neden halkımdan uzaklaştırdın? Lanet olsun sana kör talih! ” (OY.83)

Aynı tarihlerde yazdığı makalelerin ve günlük notlarındaki düşüncelerin kimilerinin kurmaca düzlemdeki karşılığını “ Oyunlarla Yaşayanlar ”ın satırları arasında bulmak mümkündür: Günlüğünde, “ [h]alkın içinden gelen aydınlar bile hemen burjuvalaşıyor (...) halkının şivesini taklit ederek halkını burjuvaya turistik bir eşya gibi satmaya kalkıyor, ” diyen Atay, oyununun kurmaca düzleminde, “ [o]nun ağzından konuşarak, halkın yazdıklarını taklit ederek facialar yazmadım mı? ” (OY.83) dedirtiyordur oyun kişisine. “Böylece şehirli aydın gibi, köyden gelen aydın da köklerinden kopuyor, bir salon serserisi, bir meyhane gezgini oluyor, ” dediği günlük notunun kurmaca yankısında ise Coşkun ve tiyatrocu arkadaşlarına meyhanede sosyal içerikli konuşmalar yaptırır, “ [h]alkım için meyhanelerde bunca gözyaşını kim döktü? ” (OY.83) dedirtir Atay.

Aydının halkla ilişkisindeki yapay/içtenliksiz tutumun uç noktasında ise oyun metninin içine serpiştirilmiş nutuk parodileri bulunur. Bunlar, kullanıla kullanıla aşınmış, başlangıçta taşıdıkları içerikten soyutlanmış, zamanla hamasi tören nutuklarının malzemesine dönüşüp kitschleşmiş kimi marş dizeleri, söylev kesitleridir. Kimi yerde “ Dağ başını duman almış ” marşının bir dizesini anımsatan “ güneş daha doğmadan” (OY.14) çarpar kulağımıza; kimi yerde “ Törenlerde konuşan içimdeki yabancı, ” diye başlayan ve “ Hangi deli kendisine zincir vurur şaşarım, ” (OY.49) diye biten “ İstiklâl Marşı ” esintili bir şiir duyarız. Aşağıdaki nutuk parodisi, içerdiği güçlü ironi ve aydın eleştirisiyle Atay’ın oyun metnindeki doruklardan biridir: “ Ey zavallı milletim dinle! (Durur.) Şu anda hepimiz burada seni kurtarmak için toplanmış bulunuyoruz. Çünkü ey milletim, senin hakkında az gelişmiştir, geri kalmıştır gibi söylentiler dolaşıyor. Ey sevgili milletim! Neden böyle yapıyorsun? Neden az gelişiyorsun? Niçin bizden geri kalıyorsun? Bizler bu kadar çok gelişirken geri kaldığın için hiç utanmıyor musun? Hiç düşünmüyor musun ki, sen neden geri kalıyorsun diye durmadan düşünmek yüzünden, biz de istediğimiz kadar ilerleyemiyoruz. Bu milletin hali ne olacak diye hayatı kendimize zehir ediyoruz. ” (OY.50)

**

Türkiyeli aydının kendini sürekli bir ‘Mesih’ gibi sanmasıyla için için eğlenir yazar. ‘VE ONU KURTARMAK İÇİN SİZ GÖNDERİLDİNİZ.’ Herkesin kurtarıcı kesildiği bir ortamda, gerçek kurtarıcı gücü küçümsemesinin sıkıntısı değil midir ikiyüz yıldır çektiğimiz büyük sıkıntı, ”8 diyordur Murathan Mungan. Metinde Osmanlı paşasının cahil nefere yaklaşımı; halkı küçümseyen, onunla iletişiminde anlaşılmaz bir dil kullanan, Tanzimat’tan bu yana adım adım halktan uzaklaşmış Türk aydınının, Atay’ın kara mizahı ile bütünleşmiş bir yansımasıdır: “ Ey nefer-i bîhaber! Muharebe-yi âzamın bu şedit lâhzasında bu denlû gaflet ve dalâlet ve hatta hiyanet içinde ne halt ediyorsun? (...) Düşman topçusunu gozluyom paşam. (...) Bu cahil nefer paşanın sözlerini nasıl anladı? (...) Fakire yalnız son iki kelimesi yetti. Okumuş yazmış takımı genellikle halkın anlayacağı birkaç söz ederler nutuklarının sonunda (...) Halkla aramızda ‘diyalog’ kurulsun diye. ” (OY.56)

“Oyunlarla Yaşayanlar ”ı kaleme aldığı günlerde günlüğüne şöyle yazıyordur Atay: “ [H]alka örnek olabilmek için aydının kendisiyle hesaplaşma vakti gelmiştir. ” (G.142) Oyun metninde de, halkına yabancılaşmış aydının kendisiyle hesaplaşmasını, yaptıklarından pişmanlık duyup ‘ doğru yola girişini ’ kurmaca düzleme taşır Atay: “ [M]illetime hesap vermek istiyorum, kendimle hesaplaşmak istiyorum. Yazmaya çalıştığım yarım yamalak oyunlarda değil, gerçekten hesaplaşmak istiyorum kendimle, ” (OY.51) diyordur Atay’ın oyun kişisi: “ Aşktan da üstün şeyler var artık benim için. Milletim için çalışacağım artık. (...) Ona gerçek oyunlar yazacağım artık. ” (OY.70) “ [Eskiden] şu zavallı milletime yabancı gelen oyunlarla uğraşıyordum, ” (OY.55) demektedir; bundan böyle halka dönük, yerli oyunlarla uğraşacaktır. Atay’ın oyun kişisi, gençlik yıllarının toplumsal hizmet görevlisi Oğuz Atay’ını anımsatan bir dille konuşmaktadır. Yeşermekte olan bu yeni bilinci, yaşamındaki en büyük kazanım olarak gördüğünü söyletiyordur metninin ana kişisi Coşkun’a ölümünden önce: “ [B]azı şeylerin, mesela zavallı milletimin farkına varmaya başlıyordum. ” (OY.103)

Atay’ın aynı dönemde kaleme alınmış olan günlük sayfaları, onun, metin kişisi Coşkun’la duygu ve düşünce birliği içinde olduğunu gösterir: “ Türk milleti – ya da halkı evrenseldir. Osmanlı İmparatorluğunun anlamı bundadır. (...) Biz geri kalmış bir ülke değiliz, fakir düşmüş bir soyluya benzetilebiliriz ancak. ” (G.132) Oyun kişisi Coşkun da “ [b]en gerçek dediğiniz şeyi buldum (...) Bizim gerçeğimizi,” diyordur: “ Biz büyük bir milletiz. ” (OY.47) Aynı zamanda da “ her şeye çocuk gibi sevinir, çocuk gibi üzülürüz (...) Demek istiyorum ki dünyada bizden başka hiçbir millet (...) bu heyecanı anlayamaz. ” (OY.48) Günlük notları, Coşkun’un oyun metninde yeni ayırdına vardığı bu düşüncenin açımlamaları ile doludur: “ Amerikalı, Avrupalı kendi dışındaki kültürleri sadece inceler; bizim samimiyetimiz ve sıcaklığımızla benimsemez. (...) Batılı değerlendirir, biz severiz. ” (G.132) Bu metninde kullanacağı temalarla ilgili olarak günlüğüne aldığı notlar arasında bulunan “ çocuklar ülkesi ” (G.126) tanımı, Atay’ın bu konuya oyununda iyi bir yer vermeyi düşündüğünü gösterir. Ana kişisinin karşıtlıklar üzerine kurulu ‘ Coşkun Ermiş’ ismini oluştururken de, Türk insanının, bir yandan “ soylu ” bir geçmişten gelen, gerçeğin farkında olan (“ Ben oldum artık. ”) (OY.47) öte yandan “ çocuk kalmış ”/saf ‘ coşku ’lar yaşayan bu karma yapısını göz önünde bulundurduğu düşünülebilir. Atay’ın bu yeni kurmaca kişisinin ulusal düzlemdeki özgüveni, “ Tutunamayanlar ” ve “ Tehlikeli Oyunlar ”ın roman kişilerine oranla çok daha güçlüdür. Metinde sürekli yanıp sönen ironi ışıltılarının arasında, ara sıra hamasetle sarmallanmış şoven bir renk göze çarpıyor olsa da, ironi bu rengin fazla gözalmasını engeller.



 

Wednesday, November 10, 2021

'Bana öyle geliyor ki biz çocuk kalmış bir milletiz'


“İnsanlarımızın, daha doğrusu benim ilgilendiklerimin dünyaya nasıl baktıklarını (...) bu arada anlatmak istiyorum. Batı dünyasından bütünüyle farklı bir görüşü anlatmayı bilmem nasıl becermeli? (...) İçinde, düşünenin fark etmediği bir ‘humor’ olan, saf diyebileceğim bir görüş. Bana öyle geliyor ki biz çocuk kalmış bir milletiz ve daha olayları ve dünyayı, mucizelere bağlı bir şekilde yorumluyoruz en ciddi bir biçimde. ” (G.26) 1970 kasımında romanının kurgusuyla ilgili fikir üretirken günlüğüne bu sözleri yazan Oğuz Atay, gerçeği “ ‘irrational’ ve ‘çocuksu’ yorumla[yan] ” (G.30) ülkesinin insanını anlatabilmek için en uygun kurgu modelini, oyun ögesini çok boyutlu kullanarak oluşturur. “Modern Türk edebiyatında kültürümüzdeki ‘oyunsu’ niteliği fark eden ilk yazar, çoğu ilk ve teklerin haklı sahibi Tanpınar’dır. (...) ‘Oyun’u fark etmek için hayata düzayak değil kapsayıcı bir kuşbakışından bakmak gerekiyordur kuşkusuz. Bu yüzden de, Tanpınar’dan sonra (Aziz Nesin’in iyi hikâyedeki çizgisel, ama sırf yinelenmeleriyle korkunç gündelik oyunları, Bilge Karasu’nun formel oyunlarını saymazsak) hayatımızdaki oyun unsuruna yeni bir gözle bakabilecek kadar perspektif, sezgi ve mizah sahibi bir yazara kavuşmak için Oğuz Atay’ı beklememiz gerekti,” diyordur Fatih Özgüven.

Oğuz Atay’ın biyografik yaşamına, oyun olgusuna odakladığımız perspektiften baktığımızda, okul yıllarından olgun yaşlarına değin, yakın çevresinde olayları oyunlaştıran, giderek oyunun irrasyonel düzleminde kendini ifade etmekten hoşlanan biriyle karşılaşıyoruz. Atay’ın yaşamı oyunlaştırma eğili mi, çocuk dergilerindeki tekerlemeler eşliğinde oluşturduğu oyunsu ortamdan, Teknik Üniversite’deki arkadaş grubunun ortaoyununu andıran şakalaşmalarına, oradan da yakın çevresinde doğaçlama kurguladığı ‘tek kişilik oyun’lara değin uzanır. “Duyguları söz konusu olduğunda içine kapanıktı. Kendini ifade etmek için oyunlar kuruyordu. Meselâ, birinden bir kolye alır, takar, sonra sahnedeymiş gibi anlatmaya başlardı. Dışardan bakıldığında, insana hoş ve eğlenceli gibi gelirdi. Ama o hoşluğun içinde nevrotik bir gerilim de vardı,” diye anlatır Barlas Özarıkça. Oğuz Atay, gerçeklik ve mantık kategorilerinin, oyunun irrasyonel ortamında yumuşayarak köşelerini yitirmesiyle birlikte gelen anlatım özgürlüğünü, hem biyografik hem de kurmaca dünyalarında kullanır.

“Tehlikeli Oyunlar” romanının kurgusunu belirleyen ana düşünce, karşıt gerçeklik düzlemleri arasındaki geçişimlilik ve bunun yarattığı belirsizlik efektidir. Atay bu efekti; metaforik/imgesel bir doku oluşturarak, kaygan/geçişimli/esnek/oynak/ labil bir taban üzerinde farklı disiplinlere bağlı gerçeklik katmanlarını yüzdürerek, onlara sınırlarını yitirterek, onları birbirlerinin içinde eriterek elde eder. Geleneksel estetiğin bütünsel yapısını dinamitleyen bu kaygan dokuyu oluşturmak için çeşitli yöntemler kullanır Atay. Önce, “ Tutunamayanlar ”da yaptığı gibi, üç farklı ontolojiyi üç farklı anlatı düzleminde yaşama geçirdiği bir yapı kurar: 1) Romanın reel gerçeklik düzlemi: Hikmet’in biyografik yaşamı. Aynı zamanda onun Albay’la birlikte kurmaca metinler yazdığı düzlem. 2) Kurmaca düzlemi: Hikmet’in ve diğer roman kişilerinin kurguladığı metin içi ada öyküler/oyunlar/düşler: Dilsel yaşam düzlemi. 3) Hikmet’in iç dünyası : Anılar, iç konuşmalar.

Bu üç düzlemden, reel adını verdiğimiz ilkinin gerçekliğini ise yazar daha metnin başında kuşkulu kılar. Romanın ana kişisi Hikmet gecekonduya gelmeden önce uyur (TO.35). Romanın sonunda ise, Hikmet’in ölümü uyku simgeseli ile belirsizleştirilir; belki de Hikmet “ rahatça uzanmış uyuyordu[r]” (TO.465). Romanını uyku parantezine alır Atay. Bu uyuma edimi, birinci düzlemin de düşsel/kurmaca bir özellik taşıdığı nı vurgulamak amacıyla metin boyunca sıkça yinelenir; neyin gerçek neyinse düş ya da oyun olduğu metin genelinde belirsiz bir duruma getirilir. Kendisi de romanında gerçekleştirmek istediği bu kurgusal yapıyı günlüğünde açıklıyordur: “ Artık -okuyan için de- oyun ve gerçek karışmıştır.” (G.68) Hikmet’in gecekondu yaşamına geçişini anlatan tümceler esrik bir tonlama taşır, belki bir düştür, belki de “ mavi boyalar[ın] kapının üzerinden ince şeritler halinde ak[makta] ” (TO.23) olduğu bu gecekondu, henüz kurumamış bir yağlıboya tablodur, gerçekte yoktur: Bu boyalar “ [h]angi şehirde akıyordu? Taşrada akıyordu. Kim? Göğsüme doğru yükselen boşluk. Hangi şehirde? Kollarıma, bacaklarıma... sözlerimi gayrı ciddiye...ellerimi bu korkunç boşluğa...sus...uyanınca düzelecek.” (TO.23) Uyku ile uyanıklık arasındaki bu sancılı ruh durumu, kurgusal düzlemde gecekonduya geçişi anlatır, somut düzlemden iç dünyanın soyut bölgelerine doğru bir geçiştir bu.



**

Romandaki dil kullanımı da, metindeki bu çoğulcu kurgunun bilinçli bir uzantısı görünümündedir. Burada da “ Tutunamayanlar ”da olduğu gibi ‘yaşayan’ dili kullanır Atay. Tüm metni saran Osmanlıca parodileri ise, dönemin Öztürkçeci aydın dilinin dışında olan bir dil anlayışının metindeki yansımalarıdır. Sıradışı bir dil kullanımıdır bu; ele avuca sığmayan, daldan dala atlayan, son derece devingen, coşku/tutku dolu -ve her şeyden önce de- oyunbaz bir dildir; soluk alıp veren canlı bir organizma gibidir; yazarının iç dünyasındaki dirimselliğin tüm elektriğini içinde taşır. Kısaltmalı resmi yazışma dilinden arkaik çeviri diline, ansiklopedi dilinden gazete ilanlarında kullanılan dile değin çeşitli parodilerle örülmüş olan roman dilindeki en çarpıcı kullanımlar “ Tutunamayanlar ”da olduğu gibi, Atay’ın Osmanlıca ile parodi düzleminde oynadığı bölümlerde ortaya çıkar. Romana başlamadan, “ [e]ski Türk edebiyatı ile ilgili ” (G.24) okuması gerektiğini yazıyordur günlüğüne. Roman, gerçekleştiğini düşündüğümüz bu okumaların izlerini taşıyan dil kullanımları ile dolup taşar. Romanın estetik düzlemdeki en büyük zenginliklerinden biridir eski dil/edebiyat parodileri.

Okurun da katılabileceği bir yaratıcılık

 


 20. yüzyılın deneysel metinleri, karmaşık/çokkatmanlı dokularıyla yoruma ‘ açık metin ’lerdir. Anlamın göreceleştiği bu çağın okuru, anlamı kendi üretmekle, metni yeniden kurmakla yükümlüdür. Yeni edebiyatın odağında okur vardır. Atay, okurun edebiyattaki bu yeni konumunun bilincindedir. 1971 yılı başlarında, “ Tehlikeli Oyunlar ” romanını yazmakta olduğu günlerde, okurun da “ katılabileceği bir yaratıcılık[tan] ” söz ediyordur. Romanında da üstkurmaca düzlemin satır aralarından açık ya da örtük mesajlar gönderir okuruna. Kimi yerde, roman kişisi Hikmet aracılığıyla metnin nasıl okunması gerektiğini doğrudan anlatır okuruna; ona, “ herkesin kendisine uygun bir sonuç çıkarmakta serbest olduğunu, ” (TO.308) söyler. “Tehlikeli Oyunlar” ın son tümceleri ise, yeni edebiyattaki rolünü hâlâ kavrayamayan ve romanın imgelerini çözümlemek yerine, yüzeysel düzlemdeki konu kesitleriyle sonuca varmaya çalışan geleneksel okura satır arasından taşlamacı göndermelerle doludur. Romanın son paragrafı, “ Tehlikeli Oyunlar ” romanını okumuş olan geleneksel okurun parodisi dir: “ ‘Bana kalırsa biraz karışıktı,’ dedi genç adam. ‘Bazı yerlerini anlamadım.’ ‘Canım,’ dedi kız, ‘Sonunda çocuk ölüyor işte.’ ‘Aptal,’ dedi delikanlı ‘o kadarını biz de anladık.’” (TO.473-474)

Tehlikeli Oyunlar'ın Oyunları


Toplumsal yaşam Oğuz Atay’a göre -Berne’ün terminolojisiyle konuşursak- bir ‘ bad game ’ yani ‘kötü oyun ’dur. Toplum içindeki yaşamda “ [g]erçek, başkalarının bize uygulamaya çalıştığı tatsız bir ölçüdür ” (TO.110). “Ülkemiz büyük bir oyun yeridir. Her sabah uyanınca, biraz isteksiz de olsak, hepimiz sahnenin bir yerinde, bizi çevreleyen büyük ve uzak dünyanın sevimli bir benzerini kurmak için toplanırız. Küçük topluluklar olarak, birbirimizden bağımsız davranarak ve birbirimizi seyrederek günlük oyunlarımıza başlarız.” (TO.351) Roman kişisi Hikmet ise bu oyuna katılmak istememektedir, ‘oyuna gelmemek ’ için gecekonduya taşındığını söyler. Oyun, romandaki en geniş anlam oylumuna sahip imgedir. Oyun sözcüğü metinde, olumludan olumsuza geniş bir yelpaze içinde, somut ve soyut birçok kullanımıyla birlikte yer alır: hepsini oyun diye adlandırır Atay; aralarındaki karşıtlıkları/nüansları vurgulamaz; neyin hangi tür bir oyun olduğunu çözmeyi ise okuruna bırakır. “Tehlikeli Oyunlar ”ın; anlamın kesin sınırlar içinde sunulmadığı modernist, yoruma ‘açık yapıt’ larla kesiştiği noktaların en önemlilerinden biridir bu.

Başlığı ‘ oyun ’ olan bir tablo oluşturuyormuşçasına, tualin her karesini uygun renklerle beziyordur Atay. Kimi yerde roman kişisine kimlik geliştirme oyunları oynatıyordur; “ [b]izden de iyi bir oyun çıksın. Mış gibi yapmaktan usandım, ” (TO.411) diyordur Hikmet. Olumlu bir oyundur bu; roman kişisini, gecekonduda kurmak istediği gerçek ‘Ben ’ine ulaştıracaktır. Metnin kimi yerinde de varoluşsal hesaplaşmasını yaparken “ meselenin ciddiyetine dayanama[mış], oyunlarla durumu örtbas etmek iste[miştir]” (TO.334); bu oyun, Berne’ün ‘ kötü oyun’ dediği olumsuz türdendir, kaçışı amaçlar. Belki, yine romanda yer alan ve doruk noktasını da evlilik konulu olanın oluşturduğu ‘ kötü ’ damgalı burjuva yaşam oyunlarından daha masumdur, ama aldatmaya yönelik olduğu için ‘ kötü oyun ’dur. Romanın içinde oyun çeşitlemeleri aramak için bir gezintiye çıktığımızda; mistik içerikli kutsal üçleme oyunu, yazma oyunu, tiyatro oyunu, romanın ana düşüncesinin sahnelendiği ‘ büyük oyun ’... diye uzayıp giden bir liste oluşturabiliriz. Tablosunu; at yarışı oyunu, bilye oyunu, iskambil oyunu, çocuk oyunu, futbol oyunu, sözcük oyunu... gibi farklı alanlardan oyun türleriyle donatır Atay; ‘ oyun ’ sözcüğü içeren deyişler, deyimlerle renklendirir onu; ‘ oyuna gelmek ’ deyimini sıkça kullanır, Hikmet kızdığında, “ burada oyun oynanmıyor ” (TO.467) dedirtir ona.

**
Matematiksel/entelektüel aklın, bütünsel aklın yalnızca bir bölümü olduğunun Atay farkındadır. Bunun için de, bilinçaltının dehlizlerine inerek Descartes’ın yüzeysel bilincini aşmasına karşın determinist/materyalist bir eğilimle her sorunu libido aracılığıyla çözmeye çalışan Freud’dan çok, kendini, aşkın bir düzlemde yoluna devam eden Jung’a yakın hissettiğini söyler. Pirsig’in, karşıt görünümlü iki disiplini bir araya getiren sıradışı kitabı “ Zen ve Motosiklet Bakım Sanatı ”nı bir süre başucu kitabı yapmış olmasının nedeni de; onun, tek yönlü değil, bütünsel bir akıl arayışı içinde olmasından kaynaklanır. Bu çok sevdiği kitapla ilgili olarak şöyle diyordur günlüğünde: “ [B]atılı motosikleti ile -teknolojisi ile- Zen’i -yüce değerleri- bağdaştırmak istiyor. Pirsig istiyor ki, Plato ve Buda uzlaşsın. ‘Rationality’ ile duyarlığı bağdaştırmak istiyor (...) Teknoloji ile sevgi birleşsin is tiyor. ” (G.232) Sedat Düzkan, Atay’la duygusal akıl ve sezgi konusunda konuştuklarını anımsıyordur: Yalnızca sanatta değil, bilimde de sezginin önemli olduğunu, çok değer verdiği bilim insanı Cahit Arf’ten yola çıkarak şöyle anlatıyordur Atay: “ Cahit Arf’in bilim adamı olarak bir üstünlüğü de şuradan kaynaklanır. Diyelim ki bir problemde altı tane çözüm yolu görülmektedir. Bunlardan bir tanesi doğru yoldur. Sıradan bir bilim adamı ilk yolu dener önce, sonra ikinciye geçer. Cahit Arf ise sezgi boyutunu devreye sokar. Diyelim ki beşinci alternatiften başlar. ”




Sunday, November 7, 2021

Oğuz Atay ve roman



Birey-insan ve onun eleştirel bilincinin tarih sahnesinde yerini almaya başladığı Rönesans ve Aydınlanma dönemlerinde ortaya çıkan roman türü, başlangıcından bu yana, bu yeni insanın tabu tanımayan arayışlarının ve yasallaşmış gerçeklikle savaşımının kurmaca dünyadaki mekânı olmuştur. Ortaçağ sonlarında, Don Kişot’un başı çektiği deli/mecnun/serseri/ picaro türü toplum dışı kahramanlar aracılığıyla ortaya konan, muhalif/alternatif bilinç, Marquis de Sade’ın şatosunun sadoseksüel koridorlarında dolaştıktan ve Laclos’nun tutkulu insanlarının birbirlerine uyguladıkları acımasız stratejilerde kendini gösterdikten sonra, 19. yüzyılda Dostoyevski’nin geleneksel etik kategorileri altüst eden roman kişilerinde doruğa ulaşır. 20. yüzyıl ise bir kara anlatı cenneti olur. Hümanizmin materyalizmle yer değiştirdiği, insansal ölçütlerin maddenin girdabında yok olduğu bir çağın kara anlatısı; modernist biçimciliğin merceğinde amorf/grotesk/yabancı bir görünüm alır; Canetti’nin sayfalarında mahşersi alevler içinde kalır, dışavurumcuların akıl aracılığıyla nesneleştirilmiş bir dünya karşısında duydukları “böceksi ” korkuyu Kafka’nın ürkütücü imgeleriyle edebiyata taşır; yok olmakta olan birey-insanın içsel bulantı larını Sartre’ın, Camus’nün kaleminden aktarır. Joyce, Gide, Musil, Hesse, Grass, Bachmann, Bukowski, Thomas Bernhard, Yusuf Atılgan, Ferit Edgü, Leyla Erbil, Bilge Karasu, Metin Kaçan... diye uzayıp giden bir liste dolusu yazar, geçtiğimiz yüzyılda dünyanın içine girdiği tinsel karanlığı ve insanın içindeki kuytuda yaşamını sürdüren şeytansı benlik parçasını dile getirme çabası içine girer.

“İyiliğin tuttuğu taraf boyun eğmenin, itaatin safıdır. Özgürlük daima isyana açılan bir kapıdır, ” diyordur Georges Bataille “Edebiyat ve Kötülük” te. Sanatın özgünlüğü; artistik düzlemde yeni biçim arayışlarıyla bütünleşen bir deneysellik, içerik/motif düzleminde de insanı tutsak kılan yerleşik toplumsal ölçütlerin dışına çıkma yürekliliğiyle birlikte oluşur. İnsanın yapısındaki sanatçı bileşenin özsuyu, yaratıcılığın gizilgücü, kaynağını çoğu kez karanlığın içindeki acıdan, yalnızlıktan, aykırılıktan, şizofrenik parçalanmışlıktan alır. Yaşamın ve insanın karanlık bölgesiyle uğraşanların genelde avangardist sanatçılar olması, bu nedenle hiç de şaşırtıcı değildir. Edebiyatın kara anlatı ile beslenmesi, gelişmesi için gereklidir.


….

Oğuz Atay’ı yaşamı boyunca derinden etkileyen yazarların tümü, insanın bu “ daha düşük düzeydeki ” yanıyla hesaplaşma yürekliliği gösteren, onu metinlerinin odağına yerleştirenler olmuştur. Bunların başında, “ İnsan ruhu şeytanın Tanrıyla çarpıştığı bir savaş alanıdır, ” diyen ve tüm romanlarında bu savaşı anlatan Dostoyevski ile, “ İçimizde bizden daha güçlü, daha büyük, daha güzel, daha karanlık bir şeylerin bulun[duğunu] ” söyleyen ve bu karanlığı yalnızca romanlarında yaşayan Musil gelir. Atay’ın yazarlarından biri olan Hesse’nin tüm romanlarında insanın karşısına dikilen karanlık bileşen, “ Bozkırkurdu ”nda bir kurda dönüşür. Hesse insanın üst insana evrilebilmesi için içindeki kurtla yüzleşmesini ön koşul olarak görür. Atay’ın yakın çevresindeki yazarlar içinde, insandaki karanlı ğın en diplerine ulaşanlardan biri de Laclos’dur. Laclos, 18. yüzyılda insan doğasının bu öteki yüzünü şaşırtıcı bir yüreklilikle metninde sergiler. Türk edebiyatında, insandaki içsel ‘ karanlık ’ın adını romanının başlığına taşıyan, “ İçimizdeki Şeytan ”ın yazarı Sabahattin Ali de, Atay’ın çevresinde oluşturduğu kara anlatıcıların Türkiye’deki uzantısıdır. Sabahattin Ali’nin kahramanını avucunun içine alan bu karanlık benlik parçası, “ buz gibi elleri ensemizde dolaşan ve bizi hiçbir yere kaçırmayıp sımsıkı yakalayan, bizi sıska bir çocuk gibi karşısında ürpertip titreten bir kuvvet ”tir. Türk edebiyatındaki karanlık esintinin en güçlü kalemlerinden biri olan Vüs’at Bener de derinliklerdeki yuvasından su yüzüne çıktığında insan doğasını allak bullak eden karşıt kimlik parçasını, şeytan simgeseli çerçevesinde, dışavurumcu sinik bir anlatımla yansıtır: “ Ama, sızıntısı dinmiyor kuşkulu kanının içine ığılayan, iblise teslim olmuş inançsızlığın; boğsa da tükürüklere o çatal dilli, kuyruklu zebani sırıtıyor, zifir bağlamış kazma dişlerini göstererek. ”