Monday, August 31, 2015

Kırık Pencereler Teoremi ve Bağlamın Gücü


Kırık Pencereler, James Q. Wilson ve George Kelling adlı iki suçbilimcinin fikriydi. Wilson ve Kelling’e göre suç düzensizliğin kaçınılmaz sonucudur. Eğer bir pencere kırıksa ve onarılmadan      bırakılırsa, oradan geçen insanlar hiç kimsenin umursamadığını ve oranın bir sorumlusunun olmadığını düşünürler. Kısa bir süre içinde daha fazla pencere kırılır ve anarşi algısı binadan o binanın baktığı caddeye doğru yayılır ve “olur böyle şeyler, normaldir” mesajını verir. Wilson ve Kelling’e göre bir kentte   duvar  yazıları, kamusal düzensizlik ve dilencilik gibi görece küçük sorunların tümü bu kırık pencereler gibidir, yani daha ciddi sorunların davetçisidir. Bu konuda şöyle yazmışlardır:

Saldırganlar ve soyguncular, ister bir fırsatını bulduğunda isterse profesyonel olarak bu işleri yapıyor olsunlar, potansiyel kurbanların ortama egemen olan koşullar tarafından ürkütülmüş olduğu sokaklarda iş yaparlarsa yakalanma, hatta teşhis edilme olasılıklarının düşeceğine inanırlar. Eğer bir mahalle, rahatsız edici bir dilenciyi gelip geçene sataşmaktan alıkoyamıyorsa bir hırsız buradan şöyle bir sonuç çıkaracaktır: Potansiyel bir saldırganı teşhis etmek için polise başvurulması   ya da bir gasp sırasında olaya müdahale edilmesi çok daha düşük bir olasılıktır.

Bu, bulaşıcı suç kuramıdır. Suçun –tıpkı bir moda  akımı gibi– bulaşıcı olduğunu, kırık bir pencereyle başlayıp topluma yayılabileceğini ifade eder.

**
Psikiyatrlar suçluları psikolojik gelişimi engellenmiş, anne babalarıyla patolojik ilişkiler kurmuş, yeterince rol modelden yoksun kalmış insanlar olarak niteler.           
Bazı bireyleri suça itme ya da suçtan uzaklaştırma olasılığı olan genlerden söz eden görece yeni bir literatür de vardır. Popüler kanatta ise suçu çocuklarına artık doğruyu ve yanlışı öğretmeyen anne babaların, toplumların, okulların ahlaki yetersizliğinin bir sonucu olarak gören muhafazakârların yazdığı sayısız kitap var. Bu kuramların tümü, farklı yollarla da olsa temel olarak suçluluğu bir kişilik tipi olarak görmektedir; normal toplumun  normlarına duyarsızlığıyla ayrışan bir kişilik tipi olarak. Psikolojik gelişimi engellenmiş insanlar sağlıklı bir ilişki kurmayı bilmez. Şiddete genetik bir eğilimi olan insanlar, normal insanların soğukkanlılıklarını korudukları durumlarda zıvanadan çıkarlar. Kendilerine neyin doğru neyin yanlış olduğu öğretilmemiş insanlar, neyin uygun bir davranış olduğuna neyin uygun bir davranış olmadığına dikkat etmezler. Yoksulluk içinde, babasız ve ırkçılıkla örselenerek büyümüş insanlar sosyal normlara sağlıklı orta sınıf evlerde büyümüş olanların duyduğu bağlılığı duymazlar.

**
Peki, Kırık Pencereler ve Bağlamın Gücü bu konuda ne diyor? Tam tersini. Bu iki kuram diyor ki aslında suçlu asli, içkin nedenlerle harekete geçen ve kendi dünyasında yaşayan biri olmaktan uzaktır çevresine son derece duyarlı, her tür işaret  ve ipucuna karşı tetikte duran ve çevresindeki dünya algısına dayanarak suç işlemeye yönelen biridir. Bu, son derecede radikal ve bir anlamda inanılmaz bir fikirdir. Ama burada daha radikal bir boyut var. Bağlamın Gücü çevresel bir argümandır. Davranışın sosyal bağlamın bir sonucu olduğunu savunur. 1960’larda, liberaller benzer bir argüman ileri sürmüşlerdi ama onlar çevrenin öneminden söz ederken temel sosyal faktörleri kastediyordu. Suçun sosyal adaletsizlik, yapısal ekonomik eşitsizlikler, işsizlik, ırkçılık, yıllardan beri devam eden kurumsal ve toplumsal ihmalciliğin bir sonucu olduğunu söylüyorlardı. Bu nedenle eğer suçu ortadan kaldırmak istiyorsanız son derece büyük adımlar atmanız gerekiyordu. Ama Bağlamın Gücü’ne göre, aslında önemli olan küçük şeylerdir. Bağlamın Gücü’ne  göre, Bernie Goetz ile o dört genç arasında metroda meydana gelen hesaplaşmanın sonuç itibariyle Goetz’ün   karmaşık psikolojik patolojisiyle de ona sataşan dört gencin geçmişi ve yoksulluklarıyla da   fazla    bir ilgisi yoktur; duvar yazılarını ve turnikelerdeki düzensizlikleri gönderdiği mesajla ise çok ilgisi vardır.


Bağlamın Gücü’ne göre, suç sorununu çözmek için büyük sorunları çözmeniz gerekmez. Suçu sadece duvar yazılarını silip temizleyerek ve kaçak yolcuları tutuklayarak önleyebilirsiniz.

Kıvılcım Ânı


  • İnsanlar haber izlerken önyargıları filtreleme gereksinimi duymazlar, yani haber sunucusunun     ifadesine karşı durmak zorunda olduklarını düşünmezler. Haberler herhangi birinin bu aday sizin oyunuzu hak eden çok iyi bir adaydır demesine benzemez. Bu, otomatik olarak sonuna kadar ayak direyeceğimiz bir sözlü mesaj değildir. Bu, çok daha incelikli ve bu nedenle çok daha sinsi ve kendimizi korumamızın çok daha zor olduğu bir şeydir. 

  • Bu araştırmaların sağladığı ikinci ipucu, sözlü olmayan işaretlerin sözlü işaretler kadar ya da  onlardan daha önemli olduğu. Bir şeyi söyleme şeklimiz, söylediğimiz şeyden daha önemli olabiliyor. 

  • Mükemmel bir Satıcıyı sıradan bir satıcıdan ayıran şey potansiyel müşterilerin ortaya koyduğu yaygın itiraz ve çekincelere verdikleri yanıtların sayı ve kalitesidir.

  • İnsanlardan grup halinde bir konuyu değerlendirmeleri ya da bir karar vermeleri istendiğinde aynı şeyleri tek başına yapmaları halinde ortaya çıkacak sonuçlardan çok daha farklı sonuçlar çıkar. Bir grubun parçası olduğumuzda   hepimiz akran baskısına, toplumsal normların etkilerine açık hale geliriz ve bunlar salgınların bizi de etkilemesinde çok önemli bir rol oynayabilir.


Friday, August 28, 2015

İhlâs

Hizmette ihlâsla çalışanlar usanç duydukları vakit şefkâtli bir tokat yer, uyanarak yine o hizmete devam ederler.

**
Kur'ân hizmetinde bulunana ya dünya küsmeli ya da o dünyaya küsmeli. Tâ ki ihlasla ciddiyetle hizmette bulunsun.

Bekâ






Thursday, August 13, 2015

Overmotivation and High Bonuses

The conclusion was clear: paying people high bonuses can result in high performance when it comes to simple mechanical tasks, but the opposite can happen when you ask them to use their brains—which is usually what companies try to do when they pay executives very high bonuses. If senior vice presidents were paid to lay bricks, motivating them through high bonuses would make sense. But people who receive bonus-based incentives for thinking about mergers and acquisitions or coming up with complicated financial instruments could be far less effective than we tend to think—and there may even be negative consequences to really large bonuses.

To summarize, using money to motivate people can be a double-edged sword. For tasks that require cognitive ability, low to moderate performance-based incentives can help. But when the incentive level is very high, it can command too much attention and thereby distract the person’s mind with thoughts about the reward. This can create stress and ultimately reduce the level of performance.

**
As it turns out, overmotivation to perform well can stem from electrical shocks, from high payments, or from social pressures, and in all these cases humans and nonhumans alike seem to perform worse when it is in their best interest to truly outdo themselves.




Loss Aversion

Loss aversion is the simple idea that the misery produced by losing something that we feel is ours—say, money—outweighs the happiness of gaining the same amount of money. For example, think about how happy you would be if one day you discovered that due to a very lucky investment, your portfolio had increased by 5 percent. Contrast that fortunate feeling to the misery that you would feel if, on another day, you discovered that due to a very unlucky investment, your portfolio had decreased by 5 percent. If your unhappiness with the loss would be higher than the happiness with the gain, you are susceptible to loss aversion. (Don’t worry; most of us are.)



Tuesday, August 11, 2015

Glossophobia

When preparing to give a speech, most people do just fine when they practice their talk in the privacy of their offices. But when it’s time to stand up in front of a crowd, things don’t always go according to plan. The hypermotivation to impress others can cause us to stumble. It’s no coincidence that glossophobia (the fear of public speaking) is right up there with arachnophobia (fear of spiders) on the scary scale.



The Upside of Irrationality



BY NOW I hope it’s clear that if we place human beings on a spectrum between the hyperrational Mr. Spock and the fallible Homer Simpson, we are closer to Homer than we realize. At the same time, I hope you also recognize the upside of irrationality—that some of the ways in which we are irrational are also what makes us wonderfully human (our ability to find meaning in work, our ability to fall in love with our creations and ideas, our willingness to trust others, our ability to adapt to new circumstances, our ability to care about others, and so on). Looking at irrationality from this perspective suggests that rather than strive for perfect rationality, we need to appreciate those imperfections that benefit us, recognize the ones we would like to overcome, and design the world around us in a way that takes advantage of our incredible abilities while overcoming some of our limitations. Just as we use seat belts to protect ourselves from accidents and wear coats to keep the chill off our backs, we need to know our limitations when it comes to our ability to think and reason—particularly when making important decisions as individuals, business executives, and public officials. One of the best ways to discover our mistakes and the different ways to overcome them is by running experiments, gathering and scrutinizing data, comparing the effect of the experimental and control conditions, and seeing what’s there.

Tuesday, August 4, 2015

Şiddet-i Zuhurundan Gizli Olmak

Cenab-ı Hakk’ın eşi, menendi, benzeri, zıddı, niddi bulunmadığından, yani zıtlarıyla tanınıp bilinebilecek durumda olmadığından O (celle celâluhu), şiddet-i zuhurundan gizlenmiştir. Her şey O’ndandır. Ve her tecellinin verâsında, o verânın da verâsında O vardır. Ancak bütün eşya ve hâdiseleri görebilecek bir göz lazım ki, eşya ve hâdiselerin dışına sıyrılıp çıksın da bu Hakikat-i Uzma’yı tam müşâhede etsin. Mümkin bir varlık olan insan için bu mümkün değildir. Çünkü insan kendi hakikatinin üstüne çıkamaz. Eşya ve hâdiseleri rahatlıkla aşamaz. Bütün âlem ne ise kendisi de odur. O, evrensel umumi tecelliden sadece bir parçadır. Binaenaleyh insan, bütün eşya hakkında sağlam ve isabetli bir hükme varamaz. Şayet bütün eşya ve hâdiseleri birden görmek mümkün olsaydı, belki o zaman insan bu mevzuda hakikate yakın bir hüküm verebilirdi. İnşâallah bir gün görmenin, duymanın, hissin binde binine ulaşılacak bir âlem gelecek ki o, ruhun bedene hâkim olmasının zuhur ettiği andır. İşte o zaman ruh merciini bilecek, bulacak, tanıyacak ve o büyük hakikate erecektir.