Tuesday, January 26, 2016

İLÂHÎ RAHMET VE ADALET, HAYVANLAR ÂLEMİ VE “NATÜREL SELEKSİYON”





Etobur vahşî hayvanların helâl rızıkları, hayvanların hadsiz cenazeleridir; hem zemin yüzünü temizlerler, hem de rızıklarını bulurlar. Sağ hayvanları öldürüp rızık yapmaları, Şeriat-ı Fıtriye’ce haramdır.

Hz. Bediüzzaman’ın tesbit ve ifade buyurduğu bu küllî düstur ve hakikat, hayvanlar âleminde gördüğümüz realite ile zahirde çelişmektedir. Bu çok önemli hakikatın üzerindeki zahirî çelişkiyi kaldırmak, hem insanlık tarihine, hem hukuka, özellikle ceza hukukuna, hem tıb ilmine, hem Darwinizm’in tabiî seçmecilik (natüral seleksiyon) iddiasına ışık tutacak ve pek çok gerçeği aydınlatacaktır.

Bediüzzaman (r.a.), Mesnevî’de de şöyle yazar:

Arkadaş! Masum bir insana veya hayvanlara gelen felâketlerde, musibetlerde, beşerin idrak edemediği bazı sebepler ve hikmetler vardır. İlâhî Meşiet’in (Dileme) düsturlarını ihtiva eden Şeriat-ı Fıtriye’nin, (yani Cenab-ı Allah’ın kâinat için koyduğu kanunlar mecmuasının) hükümleri, aklın varlığına tâbi değildir ki, aklı olmayan varlıklara tatbik edilmesin. O Şeriat’ın hükümleri ve hikmetleri kalb, his ve istidada bakar. Bunlardan meydana gelen fiillere o Şeriat’ın hükümleri tatbik edilir ve dolayısıyla bu fiiller, ceza veya mükâfatını görür. Meselâ, yetişmiş insan olarak senin aklın bir çocuğa tokat atmana mâni olmaz ama, çocuğun şefkati mâni olur. Dolayısıyla, çocuğun şefkati senin aklından daha ötede, sorumluluk ve mükâfat veya ceza gerektiren bir meleke olur. İşte, eğer bir çocuk eline aldığı bir kuş veya bir sineği fıtratına konan şefkate ters olarak öldürse, Şeriat-ı Fıtriye’nin hükümlerinden olan şefkat hissine muhalefet etmiş olacağı için düşüp başı kırılırsa müstehaktır. Çünkü bu musibet, o muhalefete cezadır. Veya dişi bir kaplan, kendi evlâdına olan şiddet-i şefkat ve himaye duygusunun aksine davranarak zavallı ceylanın yavrucuğunu parçalar ve yavrularına rızık yapar. Sonra bir avcı tarafından öldürülür. İşte hiss-i şefkat ve himayeye muhalefet ettiğinden, ceylana yaptığı aynı musibete maruz kalır. Kaplan gibi hayvanların helâl rızıkları, ölü hayvanlardır. Sağ hayvanları öldürüp rızık yapmak, Şeriat-ı Fıtriye’ce haramdır.


Hz. Üstad Bediüzzaman’ın bu açık ifadelerini hayvanlar âlemindeki avlanma ile nasıl te’lif etmek gerekir? Natürel seleksiyona da karşı çıkan bazı Müslüman ilim ve düşünce adamları, hayvanlar âlemindeki avlanmaya şu açıklamayı getirmektedirler: Etobur vahşî hayvanlar, ceylan, yaban sığırı gibi hayvanlar içinde ya zayıflara ya da çok yaşlılara saldırmakta ve bu şekilde ceylan veya yaban sığırı sürülerinin daha iyi yaşamasına yardımcı olmaktadır. Ayrıca, bu şekilde tabiatta bir gıda zinciri oluşmaktadır.

Elbette iyi niyetle ve müşahedeye dayalı olarak da yapılmış olsa bu açıklama, Hz. Bediüzzaman’ın hem ilgili daha başka ifadelerine terstir, hem de natürel seleksiyonu ret değil, kabûl ifade eder. Hz. Bediüzzaman, eserlerinin farklı yerlerinde şu önemli gerçeğe de parmak basar:

En zayıf, en aptal hayvan, en iyi beslenir: meyve kurtları ve balıklar gibi. En âciz, en nazik mahlûk, en iyi rızkı o yer: çocuklar ve yavrular gibi. Evet, helâl rızkı çeken güç ve irade değil, belki acz ve zayıflıktır: balıklar ile tilkilerin, yavrular ile canavarların, ağaçlar ile hayvanların mukayesesi, bunu göstermeye kâfidir.

İlâhî Rahmet ve Şefkat, zayıflar, âcizler, kimsesizler, yavrular ve yaşlılar üzerinde çok daha yoğun tecelli eder ve onları daha çok korur. Nasıl kâinatta Şeriat-ı Fıtriye’nin hükmünün bu yönde tecelli ettiğini müşahede ediyorsak, Dinî Şeriat’ın hükmü de bu yöndedir. Dolayısıyla, İlâhî Şefkat ve Merhamet’in, yavruları üzerine annelerin titrediği hayvanlar âleminde de yavruların, zayıfların ve yaşlıların etobur vahşî hayvanlara helâl rızık olmasına müsaade etmesi ve bazı hayvan sürülerinin hayatlarını daha iyi şartlarda devam ettirmesinde bunu bir faktör yapması kesinlikle düşünülemez. Meselenin gerçeği Allahü a’lem şu olsa gerektir:

Yaratılışta ve kâinatta aslolan, mutlak adalettir, yardımlaşıp dayanışmadır, sulh ve sükûndur ve sağlıktır; cidal, savaş, hastalık ve cezalandırma değildir. Şeriat-ı Fıtriye’nin hayvanlar âlemi dâhil bütün kâi-nattaki hükmü budur ve bunu kâinatın irade ve şuur sahibi olmayan, dolayısıyla sorumluluğu bulunmayan varlıkların hayatı dışında kalan bütün bölümlerinde ve tabakalarında gördüğümüz gibi, günaha istidadı olmayan meleklerin hayatlarında da müşahede etmekteyiz. İnsanlık âle-minde hastalıklar gibi, savaş da arızîdir; bazılarının sulh ve sükûnu, Allah’ın insanları üzerinde yarattığı aslî model olan fıtrî düzeni bozup, bu fıtrî düzenin kanunlarından ibaret olan Din’i yaşanmaz hale getirmesi karşısında, yani fitne çıkarması durumunda bu fitnenin izalesi ve düzen ve intizamın yeniden te’sisi için yapılır.

Dolayısıyla, savaş hukuku da aslî hukuk değildir. Kısmî şuur ve irade sahibi olmakla birlikte, asıl hisleri, fıtratları ve istidatları itibariyle Şeriat-ı Fıtriye’nin hükümlerine tâbi olan hayvanlar âleminde de aslolan, birbirlerini avlamak, birbirlerini öldürmek değil, helâl rızklarıyla geçinip, bir arada sulh ve sükûn içinde yaşamaktır.

Öldürme, kan dökme ve fesat çıkarma kendisine kesinlikle yasaklanmış ve yeryüzündeki hilâfet vazife ve misyonuna en ters olan insanlığın hayatında da ilk dönemde tam bir sulh ve sükûn vardı. İhtilâf ve çatışma yoktu. Kâinat ağacı kendisini meyve versin diye yaratılan, dolayısıyla kâinat hizmetine sunulan insanın hilâfet vazife ve misyonu, nasıl cinlerin ona tâbi olmasını gerektirmişse, hayvanlar âleminin de yine ona tâbi olmasını haydi haydi gerektirir. İnsanlık âleminde Din ve iyilik galipse, cinler âleminde de aynıdır; küfür ve kötülük galipse, cinler âleminde de farklı değildir. İnsanlık âleminde ilk ihtilâfın çıkıp, ilk kanın dökülmesi ve bozgunculuğun çıkmasıyla ilk fıtrî sulh ve sükûn düzeni de bozuldu. Ve bunun üzerine Şeriat’la birlikte peygamberler gönderilmeye başlandı. Aşağıdaki âyet, bu konuda gayet açıktır.

İnsanlar, başlangıçta (rızık ve benzeri hususlarda ayrılığa düşmemiş, kavgasız-nizasız) tek bir ümmet idi. (Derken ihtilâfa düştüler) ve Allah, (iman ve salih amelin karşılığında af, rahmet ve mükâ-fatıyla) müjdeleyici, (her türlü dalâlet yollarına ve bu yolların sonuçlarına karşı) uyarıcılar olarak peygamberleri gönderdi; beraberlerinde de, ihtilâf ettikleri konularda insanlar arasında hükmetmesi için kendisi bizatihî hak olan ve inişi esnasında da kendisine bâtılın asla yol bulamadığı Kitabı indirdi. O Kitap hakkında, ancak kendilerine o Kitabın verildiği topluluklar, hem de onlara apaçık deliller, gerçeği gün gibi gösteren âyetler geldikten sonra aralarındaki haset ve rekabetin yol açtığı tecavüzler sebebiyle ihtilâfa düştüler. Allah, hak mevzuunda ihtilâf ettikleri hususlarda iman edenlerin önünü açtı ve izniyle onları hidayete erdirdi. Allah, dilediğini dosdoğru bir yola hidayet eder.

İşte, insanlık tarihinde sulh ve sükûnun tam hakim olduğu ilk fıtrî düzen döneminde kurt kuzu ile, arslanlar ve kaplanlar ceylanlarla birlikte otlardı. Tilkiler, tavuklara saldırmazdı. Bu dönem, efsane gibi anlatılsa da, aslında eski tarihlerde geçmektedir. Derken insanlık âleminde ilk kan dökülüp ilk bozgunculuk çıkınca, bu bozulma hali veya fesat, artık kara ve denizde, dolayısıyla kara ve deniz hayvanlarının hayatlarında da düzenin, âhengin, sulhün, helâl rızkların, ölen hayvanların lâşelerinin vahşî hayvanlara da rahatça kâfi geldiği fıtrî ekosistemin bozulmasına da sebep oldu. Neticede, vahşi denilen hayvanların tabiatları da bozuldu ve onlar, fıtratlarını suistimal etmeye başladılar. Neticede, nasıl insanlık tarihinde savaşlar başlamışsa, hayvanlar âleminde de mücadeleler, birbirini boğazlamalar ortaya çıktı. Şu âyet ve Bediüzzaman’ın aşağıdaki ifadeleri, bu gerçek konusunda gayet sarihtir:

İnsanların bizzat kendi elleriyle işledikleri kötülükler ve dolayısıyla kazandıkları günahlar yüzünden denizde ve karada bozgunculuk ortaya çıktı, nizam bozuldu.

Peygamberliğin içtimaî (sosyal) hayattaki düstur ve neticelerinden ve güneş ve aydan tut, tâ bitkiler hayvanların imdadına ve hayvanlar insanın imdadına, hattâ bütün gıda zerrecikleri bedenin hücrelerinin imdadına ve yardımına koşturulan yardımlaşma düsturu, kerem yasası ve ikram kanunu nerede? Felsefenin içtimaî hayattaki düsturlarından ve yalnız bir kısım zalim ve canavar insanların ve vahşî hayvanların fıtratlarını sûistimallerinden kaynaklanan cidal düsturu nerede? Evet cidal (kavga, çatışma) düsturunu o kadar esaslı, aslî ve küllî kabûl etmişler ki, “Hayat bir cidaldir.” diye ahmakça hükmetmişler.




Çocukların ve Hayvanların Başına Gelen Musibetler


Çocuklar gibi masum insanlara veya hayvanlara gelen felâketlerde, musibetlerde, insan aklının ilk anda kavrayamayacağı sebepler ve hikmetler vardır. İlâhî Meşîet’in düsturlarını ihtiva eden Şeriat-ı Fıtriye’nin hükümleri aklın varlığına tâbi değildir ki, aklı ve/veya aklî sorumluluğu olmayan varlıklara tatbik edilmesinler.

İnsan iradesi gibi, irade sahibi varlıkların iradesinin sözkonusu olmadığı her yerde ve olup biten her şeyde mutlaka pek çok manâlar ve hikmetler vardır. Ancak insan ve cinler gibi günaha istidatlı irade sahibi varlıklardır ki, onlardan abes işler çıkabilir. Fakat Cenab-ı Allah’a ait hiçbir icraatta zulüm, manâsızlık ve hikmetsizlik olmaz. Ne var ki, insan aklı, bunların hepsini kavrayamayabilir. Kâinatta geçerli ve Cenab-ı Allah’ın icraatının unvanları olan ‘kanun’ dediğimiz kaideler veya isimler, nitelemeler, bir açıdan İlâhî Meşîet’in vücut verdiği düsturlardır. Cenab-ı Allah’ın Meşîet’i ile İrade’si arasında, bazen aynı manâda kullanılsalar da fark vardır. Meselâ, Cenab-ı Allah hiçbir zaman günah, zulüm ve kötülük irade etmez; bunları istemez, asla emretmez ve bunlardan razı olmaz. Fakat bunlar da, Cenab-ı Allah’ın Meşîet’ine dâhildir. Meşîet, bir bakıma İlâhî Kader’in, bir diğer açıdan İlm-i İlâhî’nin bir nev’i unvanıdır ve Hikmet’e birlikte, varlıkların fiilleri dâhil, kâinattaki her şeyin ve her hadisenin yaratılmasına bakar. Meşîet’in Kader ve insan iradesi münasebeti noktasında insan iradesiyle de münasebeti sözkonusudur. İlâhî İrade ise, daha ziyade, insanlar gibi sorumlu varlıkların özellikle Din’e dâhil olarak yapmaları ve yapmamaları gereken ameller ve bunlara ait hükümlerle alâkalıdır. Denebilir ki, Meşîet, kâinatın yaratılış ve işleyiş kanunları, bir diğer ifadeyle, Cenab-ı Allah’ın içindeki her şeyle birlikte kâinatı yaratma ve idare etmekle ilgili icraatının unvanlarının teşkil ettiği Şeriat-ı Tekvîniye veya Fıtriye’nin kaynağı olup, İrade ise, daha çok Şeriat-ı Garra’daki hükümlere bakar.

İşte, İlâhî Meşîet’in düsturlarından ibaret olan Şeriat-ı Tekvîniye ve Fıtriye’nin hükümlerinin en azından bir kısmı, insan gibi akıllı varlıkların akıllarının varlığına bağlı değildir. Yani, Şeriat-ı Garra’nın hükümlerine muhatap olmada akıl veya aklı bulunma esas olup, âkıl-bâliğ olmamış kişiler, yani çocuklar ve deliler bu Şeriat’ın hükümleriyle sorumlu değilseler de, aklı, şuuru, iradesi olsun olmasın her varlık, her şey, Şeriat-ı Tekvîniye’nin hükümlerinden mesuldür. Çünkü Şeriat-ı Tekvîniye’nin bazı hükümleri, kalb, his ve istidada, yani kapasiteye bakar. Meselâ, bir çocuğun Şeriat-ı Tekvîniye veya Fıtriye’nin hitap ettiği ve temel aldığı düsturlardan olan şefkati, kuş olsun sinek olsun, bir canlıyı öldürmeye temelde mânidir. Hattâ, yetişkin bir insanın aklı o insanın bir sinek, böcek veya kuşu öldürmesine mâni olmayabilir; fakat çocuğun şefkati ve merhameti, yetişkinin aklından daha kuvvetli olarak, böyle bir öldürmeye esasen mânidir. Fakat bir çocuk, bu şefkate ve merhamete muhalefetle bir sineği, böceği, kuşu öldürürse, ceza olarak düşer kolunu kırar veya bir başka yerini yaralar. Yine, dişi bir kaplan, kendi çocuklarına olan şiddetli şefkatine rağmen, bu şefkati bir başka hayvanın, meselâ bir ceylanın yavruları için kullanmaz ve o yavruları parçalarsa, bu defa, avcının okuna veya kurşununa hedef olur. Çünkü, üzerinde ayrıca durulacağı üzere, etobur vahşî hayvanların Şeriat-ı Tekvîniye’ce meşrû gıdaları, ölmüş hayvanların cesetleridir. Fakat bir kaplan veya aslan veya çakal, Şeriat-ı Tekvîniye’nin düsturu olan fıtratındaki şefkat hissine muhalefet ederek, kendisi için meşrû olmayan ceylanı veya yavrularını parçalarsa, Şeriat-ı Fıtriye veya Tekvîniye de, buna ceza olarak, onun, sözgelimi avcının kurşunlarına hedef olmasına hükmeder. Ceylanın ve yavrularının parçalanmasında da yine Şeriat-ı Fıtriye’nin esaslarından olan İlâhî hikmet ve rahmete ait kaideler ve düsturlar vardır. Fakat biz, hayvanlar âleminde olup biten her şeyi küllî ve cüz’î yanlarıyla bilemediğimiz için, her kevnî hadiseyi hikmetleri, sebepleri ve neticeleriyle kavrayamayız. İşte, masum çocukların ve hayvanların başlarına gelen felâketlerde bu türden hikmetler ve sebepler vardır. Kur’ân-ı Kerim’de Kehf Sûresi’nde anlatılan Hz. Musa ve Hz. Hızır kıssasında ve bilhassa bu kıssa içinde anlatılan Hz. Hızır’ın masum bir çocuğu öldürmesi hadisesinde İlâhî Meşîet ve Kader’e ait hikmetler ve sebepler nazara verilmektedir.



Friday, January 22, 2016

Eleştirel Düşünce

Günümüzde “eleştirel düşünce” adına bu tenkitçilik tavrı alabildiğine yaygındır. Kendisine yargıç makamı biçen ve herkesi, her şeyi tenkit etme mevkiinde görenler, eleştirel düşünce adına ortada kabûl edilecek hakikat, tutunacak dal bırakmamakta, buna karşılık, kabûl edilecek başka bir hakikat ve tutunacak başka bir dal da gösterememektedirler. “Hür düşünme, hür düşünceli olma” adına Batı’dan gelen ve öncelikle Din’e, dinî hakikatlere karşı geliştirilen bu akım, aydın olma felsefesinin de temelini oluşturmaktadır. Dolayısıyla, aydın olma ile tenkit bir bakıma aynı manâya gelir olmuştur.

Bediüzzaman, tenkit hakkında bir başka yerde de şunları söyler:

En müthiş maraz ve musibetimiz, cerbeze ve gurura dayanan tenkittir. Tenkidi eğer insaf bile işletse, hakikati rendeler. Onu eğer gurur istihdam etse, bu defa hakikati tahrip eder, parçalar. O müthişin en müthişi, tenkidin iman hakikatlerine ve dinî meselelere yol bulmasıdır. Zira iman, hem tasdik, hem iz’an, hem iltizam (taraftarlık gösterme, tutma), hem teslim ve imtisal (tutunma, tatbik), hem manevî timsal (kalbi ve hayatı şekillendirme)dir. Şu tenkit, imtisali, iltizamı, iz’anı kırar. Tasdikte de bîtaraf kalır. Bilhassa şu tereddüt ve evham zamanında (bırakın tenkidin imanî ve dinî meselelere yol bulmasını,) iz’an ve iltizamı besleyip takviye eden nuranî sıcak kalblerden çıkan müsbet düşünceleri ve teşvik edici açıklamaları hüsn-ü zan ile karşılamak ve “görmek gerekir. İmanî gerçekler hususunda “bîtarafane muhakeme” (objektif değerlendirme) dedikleri şey, geçici bir dinsizliktir. Ona ancak sözkonusu gerçeklere yeni baştan müşteri olmak isteyen başvurur.

Hz. Bediüzzaman, özellikle dindarların, Din’e hizmet edenlerin, birbirlerini, kardeşlerini tenkitten şiddetle kaçınmaları gerektiğine dikkat çeker ve Müslümanlar içinde ehl- ilim ve ehl-i diyanetin, hem de müthiş yılanların hücumu zamanında sineklerin ısırması gibi basit kusurları bahane ederek birbirlerini tenkitle zındık münafıkların tahriplerine ve kendilerini onların elleriyle öldürmelerine yardımcı olduklarından yakınır.

Araştırmacı Dalgıç Gibi Olmalı


Gerçeği arayan (araştırmacı), dalgıç gibi olmalı; zamanın tesirlerinden sıyrılabilmeli; mazinin derinliklerine dalmalı; mantığın terazisiyle tartmalı; her şeyin kaynağını bulmalıdır.

Zamanın hem düşünce hem de davranışlar üzerinde tesiri vardır; dolayısıyla bir söz, bir davranış, hattâ kişiler, içindeki yaşadıkları zaman, mekân ve şartlar içinde değerlendirilmelidir. Eğer geçmişe, geçmişte yaşanmış bir hadiseye, geçmişte söylenmiş bir söze ve geçmişte yaşayıp gitmiş insanlara bugünün şartları ve ilmî seviyesi açısından bakarsak yanılır ve yanlış sonuçlara varırız. Her hadise, söz ve kişiyi bir yandan kendi şartlarında değerlendirirken, bir yandan da değerlendirmeyi yapan kişi, o zaman, mekân ve şartlara gidebilmelidir.

İkinci olarak, mübalâğa, tam görememe, eksik değerlendirme, bilgi noksanlığı, aktarma ve haber vermedeki yanlışlar, hattâ kelime ve tabirlerin zamanla manâ değiştirmesi, yeni manâlar yüklenmesi veya manâ kaybına uğraması, kültür farklılıkları gibi faktörler, bir şahıs, hadise, dönem veya yeri değerlendirmede yanlışa ve kusura yol açan daha başka sebeplerdir. Değerlendirmeye hisler, taraftarlık veya düşmanlık, ideolojik tercihler, şahsî menfaat veya grup menfaati gibi faktörler de girerse, bu defa yanlışlık daha da artar. Dolayısıyla, bir ehl-i tahkik, yani hakikati arayan ve ortaya çıkarmaya çalışan bir insan, dalgıç gibi olmalıdır. İlgili bütün boyutlarıyla hadisenin, zamanın, mekânın, konunun içine girmeli; içinde bulunduğu şartlardan, zaman ve mekândan ve bunların tesirlerinden sıyrılmalı; elde ettiği bütün bilgileri, verileri şahsî bütün temayüllerinden de sıyrılarak, hikmete dayanan mantığın terazisinde tartmalı ve araştırdığı her meseleyi kendi kaynağında araştırmalıdır.


Jediler ve Öğrenciler

Dünyada yüz milyonlarca hayranı olan Star Wars filmleri, birçoğumuz için oldukça ilginç dersler içeriyor.

Öncelikle insan yetiştirme konusunda filmin öyküsündeki uygulamalar, bizim dünyadaki uygulamalarımızdan bir hayli farklı. Tipik bir öğrenci, okula gider gelir ve hayatta kendi yolunu bulması beklenir. İş hayatı da bundan çok farklı değildir. İşyerinde sınıf eğitimleri ve kurslar olsa da çalışan sonunda iş macerasının içinde yalnızdır. Star Wars'taki Jedi-Padawan ilişkisi ise oldukça farklı. Dünya karşılığı olarak usta-çırak ilişkisi olarak tanımlayabileceğimiz Jedi-Padawan ilişkisi, Padawan açısından bakıldığında oldukça yol gösterici.
Bir üniversite öğrencisi, kendisine yol gösterecek bir Jedi-bir usta bulmalıdır. Bu usta, iş dünyasından profesyonel bir yönetici veya bir girişimci olabilir. Ustalık bilgelikten çok, tecrübeyle ilgilidir. Bir işi yapmayı öğrenmiş olmak, bilgelik değildir ama bir başkasına yol göstermek için yeterlidir. Bir üniversite öğrencisi bir iş insanını kendine usta olarak seçerse, onun profesyonel yeteneklerine odaklanmalıdır.
Star Wars'un usta-çırak ilişkisinde en çok öne çıkan şey, usta ve çırağın neredeyse mümkün olan tüm zamanlarda birlikte olmalarıdır. Usta, çırağının önünde tam bir örnek oluşturmaktadır. Çırak da ustaya gerektiği zaman işlerini hızlandırma konusunda destek olur. Ustanın en önemli işlevlerinden biri çırağa hem kendi hem de çırağın eylemleri hakkında bilgi vermek ve analizler yapmaktır. Ustaların çırağı bulduklarında ukala bir tavırla, sürekli nasihat vermeleri çırağı rahatsız edebilir. İşin nasihat veya öğretmenlik kısmı yeri geldiğinde yapılmalıdır. İlişkide belirli bir olgunlaşmadan sonra çırak da ustasına, ustasının eylemleri hakkında nezaket sınırları içinde geri bildirim verebilir.
Ustanın çırağın yetişmesine katkıda bulunmak için mümkün olan her fırsatı kullanması gereklidir. Dışarıda yemek yemek, spor yapmak, uygun olan seyahatler, sunumlar ve benzeri toplantılar çırağın gelişmesine fırsat verecektir.
Çırakların en önemli değerlerinden biri eylem insanı olmalarıdır. Söylenen şeyi hemen yapmaları, onları kıymetli yapar. Bu anlamda bu yazıyı okuyan bir üniversite öğrencisi olsaydım, bu yazıyı hemen keser, aklımdaki bir yöneticiye gidip yazıyı gösterir ve çırağı olmak istediğimi söylerdim.

Dört Kelime

Niyet gibi, bakış açısı da, âdetleri ibadete çevirir.

Bakış açısı, inanıp inanmamada, değerlendirmelerde, her türlü, özellikle ilmî çalışmalarda son derece önemlidir. Hz. Bediüzzaman, şöyle yazar:

Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsil hayatımda yalnız dört kelime ile dört kelâm (söz) öğrendim. Kelimeler: Manâ-yı harfî, manâ-yı ismî, niyet ve nazardır.

Thursday, January 21, 2016

Arzu-Heves-Fikir


Bazan arzu ve heves, fikir suretini giyer. Muhteris insan, nefsanî arzusunu fikir zanneder.

İnsan, çok defa arzularına, heveslerine fikir sureti giydirir; onları sanki birer fikirmiş gibi takdim eder. Özellikle hırslı ise, bu takdirde nefsanî arzularını ve heveslerini fikir zanneder veya onlara fikir elbisesi giydirir; hırslarını tatmin adına onları fikir olarak sunar.”


Sunday, January 17, 2016

Nifak ve İnfak


‘İnfak’, Ne-Fe-Ka fiil kökünden ‘rubâî’, yani dört harfli ‘if’âl’ bâbına (kipine) aktarılmış bir masdardır. ‘Nifak’ (münafıklık) kelimesi de, aynı fiilin ‘sülâsî’, yani üç harfli aslî halinden masdardır. Arapça’da ‘if’âl’ bâbı, değişik kullanımlarının yanısıra ‘izâle’, yani giderme de ifade eder. Buradan anlıyoruz ki, nifaka, yani münafıklığa en önemli bir sebep fazla rızk, fazla mal, servet, yüksek statü gibi şeyler, bunlara olan tutkunluk ve bunlardan infakta bulunamama, başkalarını faydalandıramama, malı, serveti biriktirme olup, nifakı giderecek veya onun yolunu kapayacak en önemli amel de infaktır.



Gerçeğe Uzanan Yol


Gerçeği görmek ve doğruyu bulmak için, ayrıca, (kalb denilen) o aynayı mızmız, üstelik mızmızlığına bahaneler üreten çocuk tabiatından; sebepsiz yere düşman ama düşmanlığına mazeretler uyduran düşman karakter ve tavrından; ve yalnızca eksiği, kusuru gören müşteri bakışından da temizlemek gerekir. Sonra, tarttığımız zaman doğru tartmalı; karşılaştırmalarımızı tam yapmalı ve yolu aydınlatan işaretlerin birbiriyle karışıp kaynaşmasından ortaya çıkan hakikatin parıldayıp duran ışığını aydınlatıcı ve yol gösterici delil edinmeliyiz ki, arada sırada yolumuza düşen evham karanlıklarını def edebilelim. Hem, insafla, pür-dikkat ve sağlam, keskin bir kulakla dinlemeli; söz tamam olmadan da itiraz etmemeliyiz.

GERÇEĞE UZANAN YOL

Demek ki, gerçeği görmek ve kabûl etmek istemeyen insan, mızmız çocuk gibi sürekli bahane üretir; temelinde yalan yatan ve yalan olan bir bahaneden başka bahaneye geçer.

Gerçeği kabûl edemeyen, bu konuda enaniyetini kıramayan insanın diğer hastalığı, sebepsiz yere veya tamamen nefsaniyet kaynaklı düşmanlık üretmesi, düşman tavrı takınması ve bu tavrını bırakamamasıdır.

Bir diğer hastalık da, müşteri gibi hep eksik ve kusurları görme, sürekli eksik–kusur aramadır. Özellikle müsbet ve aktif bir hizmet ve üretimin içinde bulunmayan insanlar, kendilerince mükemmeliyet arar, aradığı mükemmelin ne olduğunu da çok bilmez, gereksiz idealizm ve idealize etme peşine düşer ve dolayısıyla hiçbir şeyden memnun olmazlar, olamazlar; daima gayr-ı memnun olarak kalırlar. Böyleleri için Hz. Üstad, meselâ iyi bir idare konusunda “Onlardan birisi –Allah etmesin–bin sene yaşayacak olsa, âdeta mümkün hükümetin hangi suretini görse, hülya ile yine razı olmayacak. Şu hülyanın neticesi olan tahrip meyliyle, o sureti bozmaya çalışacak.” der. Çünkü neyi aradıklarının farkında olmadıkları gibi, aslında kendi ataletlerine, beceriksizliklerine ve gerçeği kabûl etmeme tavırlarına mazeret arayışı içindedirler.

Hz. Üstad Bediüzzaman’ın bu müthiş ve özellikle günümüzde çok yaygın olan kalbî marazları teşhis eden tesbitleri, her insan için bir ilaç mahiyetindedir. Bu marazlar, belki kâmil insanları bile zaman zaman da olsa yoklayabilir.

Bilmemek Olmamaya Delil Değildir





Yaptıklarının şuurunda olmayan varlıkların, faaliyetlerindeki gayeleri bilmiyor olmaları, o faaliyetlerde o gayelerin olmadığını göstermez.

Kâinatta hiçbir şey, hiçbir varlık, boşuna yaratılmamıştır. Her biri, kâinatın sistemi içinde pek çok vazife görmektedir. Cemadât ve bitkiler, insan ve daha başka bazı faktörler tarafından engellenmedikçe vazifelerini tam ve mükemmel yaparlar. Çok cüz’î irade ve şuur sahibi, dolayısıyla cüz’î öğrenme ve farklı davranabilme kabiliyeti geliştirebilen hayvanlar âlemi de, vazifelerini çok cüz’î şuur ve iradelerinin yol açtığı çok az suistimaller dışında yine mükemmel yerine getirir. İnsan vücudu da, yine bizzat insanın ve insan tarafından değiştirilen çevre ve beslenme şartları gibi faktörlerin sebep olduğu kusur ve noksanlar dışında yine mükemmel çalışır. Kâinatta şuurlu ve sorumlu olan insanlar ve cinler dışında her varlığın vazifesini mükemmel veya mükemmele yakın yaptığına ve bu varlıkların her biri gibi, onların her hareketinin, gördükleri her vazifenin onlarca, yüzlerce, binlerle gayeye hizmet ettiğine en açık delil, kâinatın mükemmel düzeni ve bu düzenin, düzendeki intizamın hiç bozulmadan devam etmesidir. Bugün, bir yandan materyalistler ve Darwinistler neticede mutlak ilim, irade ve kudret sahibi Yaratıcı’ya işaret edeceği için bu gayeliği görmek istemeseler de, aslında insanlık, hiçbir insan bu gayelikten kaçamamakta, çevrecilik, çevre bilinci, çevreyi veya ekosistemi koruma üzerine hassasiyetle eğilmezlik edememektedir.

Şuurlu olmayan varlıklar, gördükleri vazife ve hizmetlerdeki gayenin farkında olmayabilirler. Ama onların bunun farkında olmaması, onların faaliyetlerinde ve yaptıkları işlerde sayısız gayelerin takip edilmediğini göstermez. Nasıl saat vakti göstermek gibi çok önemli bir hizmet gördüğünü bilmez, ama onun bunu bilmemesi kimseyi saatin varlığının gayesini inkâra götürmezse, bunun gibi, kâinattaki bazı varlıkların neyi niçin, hangi gayeye yönelik yaptıklarını bilmemeleri de, onların faaliyetlerinin gayesiz olduğu gibi bir sonuç doğurmaz. Kısaca, bilmemek, olmamaya delil değildir.