Friday, March 27, 2020

Hadislerle İslam Cilt 3: İyilik-Kötülük


Hz. Peygamber ile bir arada yaşayan sahâbîler, istedikleri zaman gidip ona soru sorabiliyorlardı. Ancak o dönemde İslâm"ı kabul eden herkes, Peygamber"in yakın ashâbı kadar şanslı değildi. Hicretin dokuzuncu senesinde, kabilesinden on kişilik bir heyetle Medine"ye gelip Müslüman olan Vâbisa b. Ma"bed el-Esedî de bunlardan biriydi. O, Medine"nin yerlisi değildi ve Peygamber Efendimizden İslâm ile ilgili gerekli hususları öğrenip memleketine geri dönecekti. Medine"de kalacağı süre zarfında sorumluluklarını, nelerin sevap nelerin günah olduğunu öğrenip dönmek istiyordu. Bu amaçla, doğru Resûlullah"a gitti. Ne var ki, Hz. Peygamber"in etrafında oldukça kalabalık bir cemaat vardı. Ancak Vâbisa kararlıydı. Oradakileri kızdırmak pahasına da olsa, kalabalığı yararak ilerlemeye ve "yanı başında olmaktan en çok mutluluk duyacağım insan" diyerek niteleyeceği Sevgililer Sevgilisi"ne yaklaşmaya çalıştı. Vâbisa"nın bu telaşını takip eden Nebî (sav), “Yaklaş ey Vâbisa! Yaklaş ey Vâbisa!” dedi. Bunun üzerine dizi dizine değecek kadar yakınına gelen Vâbisa henüz sorusunu sormadan Allah Resûlü şöyle buyurdu: “Bana iyilik ve kötülüğün (sevap ve günahın) ne olduğunu sormaya mı geldin?” “Evet” dedi Vâbisa. Elleriyle Vâbisa"nın göğsüne dokunan Resûl-i Ekrem (sav):“Kendine danış ey Vâbisa! İyilik, gönlü huzura kavuşturan ve içe sinen şeydir; kötülük ise, insanlar sana fetva verseler (onaylasalar) bile, gönlü(nü) huzursuz eden ve iç(in)de bir kuşku bırakan şeydir.”  buyurdu.
Aynı soruyu on sekizinde İslâm"la şereflenen ve Allah"ın Resûlü"ne daha fazla soru sorup daha çok şey öğrenmek amacıyla bir yılını Medine"de geçiren Nevvâs b. Sem"ân da sormuştu. Onun aldığı cevap da Vâbisa"nınkinden pek farklı değildi: “İyilik, güzel ahlâktır; kötülük ise, vicdanını rahatsız eden ve insanların bilmesini istemediğin şeydir.” 

Hadislerle İslam Cilt 2: İtidal


İbadetlerde olduğu gibi toplumsal hayatta da ölçülü ve dengeli olmak, gerek Kur"an"da ve gerekse hadislerde emredilmiştir. “...(Allah"ın koyduğu) sınırları aşmayın. Çünkü Allah, haddi aşanları sevmez.”  buyuran Cenâb-ı Hakk"ın talimatına uygun olarak O"nun Elçisi, hayatın hiçbir alanında dengesizliği ve aşırılığı hoş karşılamamıştır. Bu bağlamda Peygamber Efendimiz, düşmanlıkta aşırı gitmeyi yasaklamış ve “Allah"ın en sevmediği kimse, husumette aşırı gidenlerdir.” buyurmuştur. Allah yolunda savaşırken düşmana karşı olsa bile, haksızlık ve hainlik yapmak, işkence etmek ve çocukları öldürmek gibi aşırılıklara karşı ashâbını uyarmıştır. Yine adam öldürme suçu için konulan kısas cezasının uygulanmasında meşru ölçülerin aşılmaması konusunda titizlikle durulmuştur. Bütün bu uyarılar, “Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın. Ancak aşırı gitmeyin! Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez.”  âyetinin bir izahı gibidir. Yine Kur"an"da inkârcılara karşı savaşmak emredilirken ve Hz. Peygamber"in ashâbı inkâr edenler karşısında çetin davranmalarıyla övülürken; müminlere karşı savaş açmayan, onlara baskı ve işkence gibi uygulamalarda bulunmayan müşriklere karşı iyi davranılmasında bir sakınca görülmemesi, Müslüman olmayan toplumlar ile ilişkilerdeki itidalin bir gereğidir.
Allah Resûlü, Müslümanların kendisine karşı olan saygı ve övgülerinin de bir ölçü içinde olmasını arzu etmiş ve Hıristiyanların Meryem oğlunu (İsa"yı) övmekte aşırı gittikleri gibi siz de beni övmede aşırılık göstermeyin. Şüphesiz ki ben Allah"ın kuluyum. Onun için bana "Allah"ın kulu ve resûlü" deyin.”  buyurmuştur. Ayrıca o, öfkesinde ve kederinde olduğu gibi sevincinde de mutedil davranmaya dikkat etmiş, Bir şeyi (aşırı) sevmen, (seni) kör ve sağır eder.  buyurarak duygulardaki kontrolsüzlüğün olumsuz sonuçlarına dikkat çekmiştir.

Hadislerle İslam Cilt 2: Azimetler ve Ruhsatlar



Peygamber Efendimiz, bir Ramazan gününde hazırlıklarını tamamlayıp ashâbı ile birlikte bir sefere çıkmıştı. Dayanılmaz bir çöl sıcağı vardı. Sıcaktan kavrulan toprak ayakları, güneş ise başları kavuruyordu. Resûlullah (sav) yolda ilerlerken sıcağın ve orucun etkisiyle ashâbının yorulduğunu görünce dinlenmeye çekilmelerini istedi. Yeteri kadar gölgelenebilecek ağaç olmadığı gibi, çadır kurmak için de vakit yoktu. İnsanlar gölgelenmek için buldukları ağaçların altına sığınmaya çalışıyorlardı. Bu arada Peygamberimiz insanların toplandığını gördü. Seslerin geldiği yere vardığında bazı kimselerin bir ağacın gölgesinde baygın hâlde yatan Ebû İsrâil isimli sahâbînin başında toplandıklarını, yüzüne su serperek onu serinletmeye, rahatlatmaya çalıştıklarını gördü. Peygamberimiz durumu öğrenmek maksadıyla, “Bu arkadaşınıza ne oldu?” diye sordu. Onlar, “Ey Allah"ın Resûlü, o oruçlu.” dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz, “(Zorlanmanız yahut zarar görmeniz hâlinde) yolculukta oruç tutmak, fazilet değildir. Allah"ın size tanıdığı ruhsatı kullanın ve onu kabul edin.” buyurdu.
Allah"ın kullarını sorumlu tuttuğu çeşitli emirler ve yasaklar, helâller ve haramlar asıl hükümleri oluşturur ve bunlarla amel etmek “azimet” olarak anılır. Fakat bu hükümlerin uygulanması esnasında karşılaşılan zaruret, meşakkat ve ihtiyaç gibi ârizî durumlar sebebiyle bazı hükümlerde çeşitli kolaylıklar gösterilmiştir. İşte bu kolaylıklara da “ruhsat” adı verilir. Buna göre “azimetler” Allah"ın kulları üzerindeki hakkı, “ruhsatlar” ise kulların Allah"ın lütfundan aldıkları bir paydır. Ruhsatlar dini yaşamada bir gevşeklik değil, bilakis zorluk ve güçlüğün bulunduğu özel şartlarda dinin yaşanabilir olmasına imkân sağlayan özel ve geçici uygulamalardır. İnananlar öncelikle asıl yapmakla yükümlü oldukları hükümlerle yani azimetle amel ederler. Ancak güçlerini aşan bir zaruret, ihtiyaç ya da zorlukla karşılaştıklarında kendilerine verilen ruhsatlardan da istifade etmeleri gerektiğini bilirler. Bu nedenledir ki Cenâb-ı Hak, zorluk doğurabilecek bazı durumlarda bir çıkış yolu olarak ruhsatları da bildirmiştir. Örneğin Müslümanlara orucu farz kılmış, hastalık veya yolculuk durumunda orucun ertelenip daha sonra uygun bir zamanda kaza edilebileceği, buna imkân olmaması hâlinde de fidye verilebileceğini bildirerek güçlüğü ortadan kaldırmış ve “Allah sizin için kolaylık diler, zorluk dilemez!” buyurmuştur. Yine, “Yeryüzünde sefere çıktığınız vakit kâfirlerin size saldırmasından korkarsanız, namazı kısaltmanızdan ötürü size bir günah yoktur...” buyrulmuştur. Bu bağlamda Allah Resûlü de savaş ve sefer hâlinde öğle ve ikindi namazlarını birlikte, akşam ve yatsı namazlarını da birlikte kılmıştır (cem" etmiştir).
Ancak Sevgili Peygamberimiz kimi zaman ruhsata uymak istemeyenleri de zorlamamıştır. Nitekim Hamza b. Amr el-Eslemî (ra), “Ey Allah"ın Resûlü! Yolculukta iken oruç tutabilecek gücü kendimde bulabiliyorum. Böyle yapmamda bir sakınca var mı?” diye sormuş, bunun üzerine Allah Resûlü (sav),“Bu, Allah"ın verdiği bir ruhsattır. Kim bunu alıp uygularsa güzel olur. Ama kim de oruç tutmak isterse bunu yapmasında bir sakınca yoktur.” buyurarak tercihi kişinin kendisine bırakmıştır.
Peygamber Efendimizin bu tutumunu bilen sahâbe de kendi durumuna uygun hareket ediyordu. Hatta bazı yolculuklarda Hz. Peygamber dışında sadece bir kişinin oruç tuttuğuna bile rastlanıyordu. Ancak aynı ortamda farklı uygulamalar içinde olan ashâb birbirlerini hoşgörüyle karşılamaktaydı. Ebû Sâid el-Hudrî anlatıyor: “Biz Peygamber (sav) ile beraber Ramazan ayında savaşa çıkardık. Aramızda oruç tutan da vardı tutmayan da. Oruç tutanlar tutmayanları, tutmayanlar da tutanları kınamazdı. (Ashâb) kendisini güçlü hissedip oruç tutanın da, zayıf hissedip tutmayanın da yaptığını hoş görürdü.” 
Sahâbe arasında, ruhsatlardan yararlanmayıp daha çok azimeti tercih eden hatta çok fazla ibadet yapmak isteyenler vardı. Bu özelliğiyle bilinen Abdullah b. Amr b. Âs, Peygamberimiz ile arasında geçen bir konuşmayı şöyle anlatmıştı: “Bir gün Allah Resûlü bana, "Ey Abdullah! Gündüz oruç tuttuğun, geceleri de ibadetle meşgul olduğun kulağıma geldi, gerçekten öyle mi?" diye sordu. Ben, "Evet, ey Allah"ın Resûlü!" diye cevapladım. Efendimiz, "Böyle yapma. Oruç tut, bazen de tutma! (Gece) namaz kıl, bazen de uyu! Çünkü vücudunun sende hakkı var, gözünün sende hakkı var, hanımının sende hakkı var, misafirinin sende hakkı var. Her ay üç gün oruç tutman yeterlidir. Çünkü işlediğin her iyilik için on kat sevap vardır. Bu da yılın tamamını oruçlu geçirmek anlamına gelir." buyurdu. Ancak ben ısrar ettim ve "Ey Allah"ın Resûlü! Benim gücüm kuvvetim yerinde, (daha fazlasını yapabilirim)." dedim. Bu defa o, "Öyleyse Allah"ın peygamberi Dâvûd"un (as) orucundan tut. Daha fazlasını yapma!" dedi. Ben, "Allah"ın peygamberi Dâvûd"un (as) orucu nasıldı?" diye sordum. Efendimiz, "Bir gün oruç tutup bir gün tutmamak suretiyle yılın yarısı(nı oruçlu geçirmek şeklindeydi)." diye cevapladı.”

**
Azimetler de, ruhsatlar da Yüce Allah"ın kullarının yararına vermiş olduğu hükümlerdir. Normal şartlarda azimetle amel eden Müslümanlar, yeri ve zamanı geldiğinde ruhsatlarla da amel edebileceklerini bilmelidirler. Bu ikisinden birini tercih ederken belki de ölçü, “zararın def edilmesi, menfaatin celp edilmesi” olacaktır. Azimetler de ruhsatlar da Rabbimizin verdiği ikramlardır. Rahmet Elçisi"nin ifade buyurduğu gibi, “Allah, yasakladıklarının yapılmasından nasıl hoşlanmıyorsa, tanıdığı ruhsatların kullanılmasından da öylece hoşnut olur.”

Hadislerle İslam Cilt 2: Sadaka


Kutlu Nebî, sadakanın insan psikolojisi üzerindeki faydalarına işaret ederek sadaka vermekle kişinin şahsiyetini geliştirebileceğine dikkat çekmiştir. Meselâ, katı kalpli olmaktan şikâyet eden bir sahâbîye yufka yürekli olabilmesi için ihtiyaç sahiplerine yedirme ve yetimin başını okşama suretiyle sadaka vermesini tavsiye etmiştir. “Hastalarınızı sadaka ile tedavi edin.”  buyuran Peygamber Efendimiz, ihtiyaç sahiplerine yardımcı olan ve onların duasını alan kişinin karşılığını bulacağına işaret etmiştir.
“...Suyun ateşi söndürdüğü gibi, sadaka da hataları söndürür (ortadan kaldırır)...” buyuran Hz. Peygamber"in sünnetinde sadaka vermek, hataların tashihi için değerlendirilmesi gereken iyi bir fırsattı. Kişinin yaptığı hatalara karşılık sadaka vermesi, bu davranışlarından pişmanlık duyup kendi nefsine karşı bir nevi müeyyide uygulaması anlamına geliyordu. Yine bu anlamda, “Bir kişi, ailesi, malı, nefsi, çocuğu ve komşusu ile imtihana çekilir. Oruç, namaz, sadaka ve iyiliği emredip kötülükten sakındırma ise, bu imtihan için kefaret olur.” buyuruyordu. Bir gün tüccarlarla sohbet ederken de, “Ey tüccar topluluğu! Muhakkak ki alışveriş esnasında boş söz ve yemin bulunur. Bu nedenle alışverişi sadakayla karıştırın (ki hatalara kefaret olsun).” tavsiyesinde bulunuyordu.

Hadislerle İslam Cilt 2: Teravih


Bu rivayetlerden, Rahmet Elçisi"nin, ümmetine zahmet vermemek için teravih namazını düzenli bir şekilde kıldırmadığı, namaza çok düşkün olan ashâbının devamlılığını görünce farz olması endişesiyle onlara bu namazı kıldırmaktan vazgeçtiği, Enes rivayetinde olduğu üzere, onlara kıldırırken kısa tuttuğu, ancak Kadir gecesi olma ihtimalini dikkate alarak 23. 25. ve 27. geceleri süreyi gittikçe artırıp saatler süren uzunlukta namaz kıldırdığı anlaşılmaktadır. Peygamber Efendimizin Ramazan"da nafile olan gece namazını her gece düzenli olarak kıldırmamasının, hatta evlerde kılınmasını tavsiye etmesinin ardında yatan sebep, farz kılınır da, sonra ümmetinin bunu yerine getirmeye gücü yetmez şeklindeki endişesidir.

**


Burada dikkat çekilmesi gereken bir başka husus da, Peygamberimizin ancak sekiz Ramazan geçirdiğidir. Oruç, hicretin ikinci senesinde farz kılınmıştır. Aynı senenin Ramazan ayında Bedir Savaşı gerçekleşmiştir. Hicretin sekizinci yılı Ramazan ayında da Mekke"nin fethi vuku bulmuştur. Bu savaşlar esnasında büyük bir ihtimal ile Hz. Peygamber ve ashâbı teravih namazı kılmaya fırsat bulamamıştır. Dolayısıyla teravih namazının oldukça uzun süre sekiz rekât olarak kılınması Allah Resûlü"nün sünneti olup, yirmi rekâta tamamlanması ise sahâbenin uygun gördüğü üzere asırlarca yaşatılan bir Ramazan geleneğidir.
Hz. Peygamber"in pek çok hadisini nakleden tâbiînin büyük hadisçisi İbn Şihâb ez-Zührî"nin dediği gibi, Resûlullah vefat ettiğinde teravih namazının durumu yukarıda anlatıldığı gibiydi. Hz. Ebû Bekir"in hilâfetinde ve Hz. Ömer"in hilâfetinin ilk zamanlarında da böyle devam etti.
İnsanları teravih namazı için tek bir imamın arkasında ilk toplayan Hz. Ömer oldu. II. Halife, hicretin on dördüncü senesinde, bütün bölgelere tebligat göndererek teravih namazı kılmalarını emretti. Erkeklere ayrı, hanımlara ayrı imamlar tayin etti. Hz. Ömer"in ilk defa Medine"de böyle bir kararı nasıl aldığını, Hz. Peygamber döneminde doğduğunu bildiğimiz Abdurrahman b. Abd el-Kârî şöyle anlatır: “Bir Ramazan gecesi Ömer ile birlikte mescide çıktık. Bir de baktık ki, insanların kimisi kendi başına namaz kılıyor, kimisi de başkalarının namazına uyarak kılıyordu. Hz. Ömer, "Dağınık şekilde namaz kılan bu insanları tek bir imamın arkasında toplarsam sanırım daha iyi olacak." dedi. Sonra buna kesin kararını verdi ve (ertesi gece) onları Übey b. Kâ"b"ın imamlığı arkasında topladı (ve böylece teravih namazı cemaatle kılınmağa başlandı). Sonra bir başka gece yine Hz. Ömer ile beraber mescide çıktık. İnsanlar imamlarına uyup namaz kılıyorlardı. Hz. Ömer bu manzarayı görünce: "Ni"meti"l-bid"atü hâzihî! (Teravihin böyle cemaatle kılınması) ne güzel bir yenilik (bid"at) oldu! Fakat şimdi uyuyup, gecenin sonunda kalkıp kılanlarınki, şu anda kılanlarınkinden daha faziletlidir." dedi. Çünkü o (cemaatle kılan) insanlar, bu namazı gecenin evvelinde kılıyorlardı.”
Hz. Ömer, insanların mescitte tek tek veya gruplar hâlinde namaz kıldıklarını görünce, Hz. Peygamber"in Ramazan"da topluca nafile namaz kılmaya devam etmesine engel olan “farz kılınma endişesinin” ortadan kalktığını, şayet onlar dağınık bir şekilde devam ederlerse, zamanla Müslümanların bu mübarek ayın ihyası konusunda gevşeyebileceklerini düşünmüş olmalıdır. Ayrıca o, mescittekileri tek bir cemaat yapmanın, Müslümanların birliği açısından önemli mesajları içerdiğinin bilincindedir ve bu doğrultuda hareket etmeyi daha yararlı bulmuştur.
Rivayetlerde, Hz. Ömer dönemindeki teravih uygulamasının detayları da yer almaktadır. Tâbiînin büyük âlimlerinden Hasan-ı Basrî"den rivayet edildiğine göre, Hz. Ömer, insanları Übey b. Kâ"b"ın arkasında topladı. Übey onlara yirmi gece teravih kıldırır, son on gün mescitten ayrılıp namazını evinde kılardı. Bunun üzerine insanlar da “Übey kaçtı!” derlerdi.
Hz. Ömer döneminde Medine çarşısının sorumlularından biri olan Sâib b. Yezid anlatıyor: “Halife Ömer, Übey b. Kâ"b ve Temîm ed-Dârî"ye Ramazan geceleri cemaate imam olarak on bir rekât namaz kıldırmalarını emretti. İmam namazda âyet sayısı yüzden fazla olan sûrelerden okuyordu, öyle ki uzun süre ayakta durmaya mecalimiz kalmıyor, bastonlara dayanıyorduk. Namazdan ancak şafak yaklaşınca dönüyorduk.” “İmam, Bakara sûresini sekiz rekât teravih namazında okuyordu. Bu sûreyi on iki rekâtta okuduğu vakit, cemaat "(İmam) kısa tuttu." diye düşünüyorlardı.” Bazı rivayetlere göre, Müslümanlar Hz. Ömer"in hilâfeti zamanında Ramazan"da vitir dâhil yirmi üç rekât namaz kılıyorlardı.  Hz. Osman ve Hz. Ali zamanında ve daha sonraları da uygulama bu şekilde devam etmişti.
İmam Tirmizî"nin de tespit ettiği üzere, Ramazan gecelerindeki bu ibadet konusunda âlimler arasında farklı görüşler ve uygulamalar söz konusudur.

Hadislerle İslam Cilt 2: Yatsı Namazı


Yüce dinimizin temel unsurlarından olan günlük beş vakit namazın son halkası, yatsı namazıdır. Akşam namazının vakti çıktıktan sonra yatsı namazının vakti girer ve sabah namazı vaktine kadar devam eder. Yatsı namazı, uyumadan önce günün son demlerinde Rabbin huzuruna durmayı, günü O"na ibadet ile sonlandırmayı ifade eder. Bu sebeple bir günün bitiminde yapılacak en son iş olması ve mümkün olduğunca geç kılınması tavsiye edilmiştir. Bununla ilgili olarak Muâz b. Cebel (ra) bir hatırasını şöyle anlatır: “Yatsı namazı için Resûlullah"ı bekledik. O kadar gecikti ki, artık gelmeyeceğini zannettik. İçimizden biri, "(Herhalde) Resûlullah namazını kıldı (bize namaz kıldırmaya) çıkmayacak." dedi. Bir müddet sonra Resûlullah (sav) çıkageldi. Kendisine: "Ey Allah"ın Resûlü! Senin gelmeyeceğini zannettik. Hatta içimizden biri, "(Herhalde) Resûlullah namazını kıldı (bize namaz kıldırmaya) çıkmayacak." bile dedi." deyince, Resûlullah şöyle buyurdu: "Bu namazı gece karanlığında kılın (geciktirin)! Bu namaz nedeniyle diğer ümmetlere üstün kılındınız, çünkü sizden önce bunu hiçbir ümmet kılmadı."” 

Bedevîlerin gece karanlığına kadar develeriyle meşgul olmalarından ötürü yatsı namazını “ateme (karanlık)” diye isimlendirmelerine karşı çıkan Yüce Peygamber (sav), bu namaza Allah"ın Kitabı"nda anıldığı üzere “ışâ” yani “ortalık kararınca kılınan namaz” denilmesini istemiştir. Münafık tabiatlı insanlara son derece zor gelen iki namazdan biri yatsı namazı, diğeri de sabah namazıdır. Böyle olunca da bu iki namaza devam etmek, kişinin Allah"a teslimiyetinin ve inancındaki samimiyetin bir göstergesi kabul edilebilir. Hatta yatsı ve sabah namazlarını cemaatle kılan kişinin, o gecenin tamamını namaz kılarak geçirmiş gibi ecir kazanacağı Peygamberimiz tarafından müjdelenmiştir. Bu kadar önemine ve faziletine rağmen yine de insanların değerlendiremedikleri bu nadide vakitler, Hz. Peygamber tarafından, aslında yerlerde sürünerek de olsa gidilip kaçırılmaması gereken namazlar olarak tanımlanmıştır.

Wednesday, March 25, 2020

'Ben varım ve umudumu kaybetmedim'


“Dargeçit, gerçek adıyla Kerburan, üstüne kara bir ruhun çöktüğü yerlerdendi. Kasabanın bir kenarı askeri garnizondu; onun yanı, atılmış poşetlerin uçuştuğu kel bir sahada, somon rengine boyanmış kaymakamlık binası, memur lojmanları. 1993-94’te onlarca kişi güpegündüz evinden alınıp öldürülmüş. Garnizonun etrafında sabaha kadar süren çatışmalar olmuş. Gittiğimizde kaymakamlık dahil birçok binada kurşun izleri duruyordu. Hemen her aileden birkaç kişi ya hapiste ya dağdaymış, ya da aylardan veya yıllardan beri “kayıp”.

Bir gözü açık olanın görebileceği şeylerdi bunlar. İki gözün açıksa daha fazlasını görürsün. 1970’lere dek buranın Kürtçe konuşan Süryanilerin memleketi olduğunu bilirsin. Vahşetin bir önceki döngüsünde onlar sürülmüş; evleri soyulmuş, malları mülkleri gasp edilmiş. Gitmeye gücü veya cesareti yetmeyenler din değiştirip Kürtleşmiş. Ana caddedeki kiliseyi gösterdiler. Dört duvarının yıkıntısı kalmış, içini çöple doldurmuşlar; derisi kemiğine yapışmış onbeş yirmi tane köpek çöplerin arasında eşeleniyor.

Otobüste coşkulu konuşmalar yapıldı. Erkek-egemen feodal yapı. Kadınların özgürleşmesi. Kadınlara ulaşmak. Kadınların kendi sesini kazanması. Eğitimin önemi. Cinsel bilgilendirme. Mikrofonu aldım. Biraz tarih anlattım. Bu insanlar bin senedir bu lanetli topraklarda bir şekilde yaşamış. Onlara eğitim vermeden önce siz onlardan bir şeyler öğrenmeyi deneseniz? Buyurun fırsat, hemen hepiniz ilk defa buralara geliyorsunuz. İnsan biraz susar, dinler, değil mi?

Çocuk meselesine geldim. Hukukun olmadığı bir yer burası; biri sana omuz atsa ne polis var seni koruyacak, ne mahkeme, ne sivil toplum örgütü. Böyle yerde geniş aile demek insanın ayağını yere sağlam basması demektir, başı dik yürümesi demektir, farkında mısınız? Kimliğinin ve onurunun ayaklar altına alındığı bir memlekette çocuk doğurmak “ben varım ve umudumu kaybetmedim” demektir, hiç düşündünüz mü? Sen bu adama “çocuk doğurma” diyorsun. Onun ne işittiğini biliyor musun? “Sen hiçsin; hayvan olarak bile kıymetin yok. Bari üreme.

 “Aman Sevan abartıyorsun,” dediler, konuyu değiştirdiler.”


Adam Olmanın 5 Şartı


“Hapisteyken bir gün Tavit Köletavitoğlu ziyaretime geldi. Turizm Yatırımcıları Derneğinin başkanı, büyük turizm projelerinin duayeni, her daim zarif, hapishanenin küflü havasına hiç yakışmayan bir insan.

Aslen Malatyalıymışlar. Babasının bir sözünü aktardı. Dermiş ki, adam olmak için beş şey yapmış olman gerekir. Bir, askere gideceksin. İki, sevip ayrılacaksın. Üç, birinin yanında çalışacaksın. Dört, iş kurup batıracaksın. Beş, hapis yatacaksın.

Sanırım hayatta duyduğum en derin sözlerden biridir. Kulağıma küpe oldu. Adam olabildiğim söylenemez gerçi, ama Allaha şükür beş şartın beşini de yerine getirdim, hem de defalarca. Bir tanesini bile eksik bırakanın hep biraz ham kalacağını düşündüm. Acı çekmeden insan olgunlaşamaz ki?”

**
“Adam olabildiğimi ileri sürecek değilim, ama beş şartın beşini de yerine getirmiş olmaktan şikâyetçi değilim.
Sıkıntı çekmek kayıp mıdır, kazanç mıdır? Esas soru o. Sanırım “adam olmak” diye tarif edilen şeyin ilk koşulu, sıkıntı çekmenin kazanç olduğunu anlamaktan geçiyor.”



“Hakiki bir kütüphane nasıl bir nimettir yarabbi!”



Cardiff’ten dönerken kar bastırdı. O saatten sonra daha Londra’ya varacağım, otel arayacağım, park yeri bulacağım: gözüm yemedi. Kardan yarı kapanmış Oxford tabelasını gördüm, oraya saptım. Pakistanlının işlettiği bir B&B bulup yattım. Ufak yerde hayat daha kolaydır.

Sabah arabanın üstü bir metre kar, sokaklar kapanmış, hayat durmuş; birkaç günden önce bir yere gidemeyeceğim belli oldu. Hayatta ilk kez Oxford’a gelmişim, ne yapalım, tadını çıkarırım dedim. O sırada kafamda Kafkasya projesi var, belki kütüphanede işe yarar bir şey bulurum.

Kütüphaneyi kullanmak için bir profesörden referans getirin lütfen dediler. Herhangi bir profesörün kapısını çaldım, projeyi anlattım, düşünmeden kâğıdı verdi. Bodleian’a daldım. Yediyüz yıllık kütüphane: yediyüz yıldan beri hiç yağmalanmamış, fetih görmemiş, kamulaştırılmamış, yakılmamış, harf devrimine uğramamış. Fatih Sultan Mehmet’ten bilmem kaç sene evvel o raflara kim ne koyduysa, aşağı yukarı, halâ orada.

Sene 1991, Sovyetler Birliği’nin kapıları yeni aralanmış. Batı dillerinde Kafkasya hakkında son yetmiş senede basılmış tek ilginç kitap yok. O yüzden ben de eski seyyahların yazdıklarının peşine düşmüşüm, kırk küsur kitaplık bir kaynakça çıkarmışım, ama bulması cidden zor kitaplar. Baron von Haxthausen’ın Guriya ve Mingreliya gezileri, mesela, 1847 basımı, üstelik Almanca ve gotik hurufatla, başka dile çevirisi yok. Pallas’ın 1776’da, Klaproth’un 1812’de Rus çarı için yazdıkları Kafkasya raporları. Binbaşı Cunyngame’in Dağıstan ve Çeçenya gezileri, sınırlı baskı, 1872. Freshfield’ın Elburz vesaireye tırmanışıyla ilgili muhteşem gravürlü ciltleri. Nagel’in 1903 basımı Rusya gezi rehberi, filan. Daha önce Frankfurt Üniversite kütüphanesine bunları aramışım, ki fena bir kütüphane değildir, bir ya da iki tanesini ancak bulabilmişim.

Danıştım; Wardrop koleksiyonuna bak, aradığını orada bulursun dediler. Görevliye listeyi verdim: yediyüz yıldan beri hep oradaymış gibi duran yaşlı bir centilmen. Şu var, şu var, şu var, şu var, hepsi var! Ayrıca, dedi, sir, bu konuyla ilgilendiğinize göre size 1680 baskısı şu Fransızca kitabı da tavsiye edebilirim. Ayrıca Rus Kraliyet Akademisinin binsekizyüz bilmem kaç tarihli mufassal Kafkasya haritası. Ayrıca Latinceniz varsa…

Tam bir hafta o odadan dışarı çıkamadım, kitaplara gömüldüm. Hakiki bir kütüphane nasıl bir nimettir yarabbi! 1918 Paris Barış Konferansında Gürcü Menşeviklerinin dağıttığı broşürler mi lazım? Var. Tiflis’te 1836’da çıkan Ermenice gazetelerin eksiksiz koleksiyonu mu lazım? Var. Rus İçişleri Bakanlığının yıllara göre etnik durum istatistikleri mi lazım? Var. Karnım acıktıkça sokağın karşısındaki The King’s Arms’da ayaküstü bir bardak ale, bir steak and kidney pie tıkınıyorum. Kar erimesin diye dua ediyorum. Sonra gece yarısına kadar gene kitapların başına. Kimselere haber de vermedim nerede olduğumu. İz bırakmadan, dünyadan kayboldum.

“Körolası emperyalistler, aşkımı süpürmüşler”


Reagan hükümeti kuruldu, Brzezinski akademiye döndü. Amerikan dış politikasının sorunları hakkında çok baba bir ders vereceği duyuldu. Bütün bölüm heyecana kapıldı; yüzelli kişilik amfi tıklım tıklım doldu. Adam, Başkan Carter’ın ulusal güvenlik danışmanı, dört yıl süreyle imparatorluğu bilfiil o yönetmiş. Ayrıca ta eskiden beri Soğuk Savaş’ın baş ideologlarından biri. Sovyetler Birliğini çökerten adam olarak tarihe geçecek.

(Dersi alanlardan biri de o tarihte undergrad üçüncü sınıfta siyaset bilimi okuyan Barack Obama imiş. Bizden epey küçüktü. Tanışmadık. Sonradan arkadaşlar “nasıl hatırlamazsın,” diye çıkıştılar. Hatırlamadım.)

Nefes kesici bir ders oldu. Sanırım o güne dek tanıdığım en keskin zekâlı insandı: mütehakkim, alaycı, kendinden – fazlasıyla – emin. Dümenin arkasından görünen dünyayı, unutulmayacak bir berraklıkla anlattı. Yanısıra dümen odasında olup bitenleri tahlil etti; Metternich’vari bir yükseltiden, küçük adamların hatalarını, cahilliklerini, küçük kavgalarını ibret aynasına yansıttı; şahsi savaşlarını sürdürdü. Büyük egolara has bir gösteriydi. Dünyayı anlatırken aslında kendini anlatıyordu.

Sınavı zor olacak diye söylenti dolaştı. Yüz kitaplık okuma listesi var: millet onları hatmetme telaşına düştü. CB ile ben de almıştık dersi. Departmanın ağır topları günlerce bizim eve doluştu, cram session’lara daldılar – Rob, Ellen, mıymıntı Michael, başkaları. Stres tırmandı. Ben ise ayrı havalardayım. Bu kadar kendine hayran bir adam başkasının kitabından soru sormaz. Siyasi gücü bu kadar yakından gözlemlemiş biri teorik literatüre yüz vermez. Adamın bakış açısını yakala yeter, başka şey okumaya gerek yok.

Tavrımı gıcıklık olarak değerlendirdiler, ukalalıkla suçladılar. Sınavdan önceki akşam, hadi çalışmayı bırakın sinemaya gidelim diye tutturdum. Sinirler gerildi, acıtıcı sözler söylendi. Lanet olası Türk, kariyer derdi de yok ki? Çekip gittim, tek başıma oturup Woody Allen filmi izledim.

Enfes bir sınavdı. Dünyanın dört bucağından yüz kadar potansiyel kriz sayılmış. Bunlardan birini seçeceksin. Soru bir: Ulusal Güvenlik Kurulu’nu acil toplantıya çağıran notu yaz, kimlere dağıtılacağını belirt. Soru iki: Ulusal Güvenlik Danışmanının toplantıdan önce Başkana yapacağı sözlü sunumu hazırla. Soru üç: Toplantıda Dışişleri Bakanının sunacağı opsiyon kâğıdını yaz, en az üç seçenekli olsun. Soru dört: Başkanın gerekçeli kararını yaz. Suudi Arabistan’ı seçtim. Sabahın köründe haber geliyor ki genç subaylar darbe yapmış. Kraldan haber alınamıyor, muhtemelen ölü. Ne yaparsın?

Bir hafta sonra sonuç açıklandı. Yüzelli kişi içinde yalnız bir kişi A almış, kulunuz. Öbürleri hep B, C, çakanlar da var. Patron çağırdı, tebrik etti. Geleceğe dair planlarımı sordu. Ertesi sömestr için asistanlık teklif etti. El sıkıştık, anlaştık.

Aslanlı Yol - Sevan Nişanyan



Pazar günleri dedemlerle hep beraber yemek yemek adettendi. Sofrada on-onbeş kişiden eksik olunmazdı. Adı duyulmadık uzak akrabalar, Samatya’dan kırk yıl önceki komşular, yalnızlığı çenesine vurmuş kokona teyzeler gelip anneannemlerde bir hafta, on gün yatıya kalırlardı. Hayat boyu bana eşlik eden büyük aile tutkumu muhtemelen o sofralarda edindim. Çekirdek aileye oranla büyük ailenin bireysel özgürlüğe daha fazla pay bıraktığını orada idrak ettim. Kaçış imkânları daha fazladır, saatlerce ortadan kaybolsan kimse fark etmez.

“Ataerkil” görünen ailelerin aslında kadınlar saltanatı olduğu gerçeğiyle de ilk o ortamlarda tanışmış olmalıyım. Hakiki ağayı sahtesinden ayıran şey o bilgidir. Patron ben görüneyim, ara sıra homur somur edeyim yeter. Son tahlilde kadınlar tayfasına itaat etmekten başka çare olmadığını bilirim.

**
Benim niyetim üniversiteden sonra Türkiye’ye dönmek. Heyecan burada, sosyalist devrim geldi geliyor, orada kalıp ne yapayım? 1979’da diplomayı aldıktan sonra gelip beş-altı ay kaldım da. 

Kalsam ne olurdu? 12 Eylül darbesinden hasarsız kurtulur muydum? Sanmıyorum. Sağ kalsam bile, o travmadan sonra bir daha Marksizm illetinden kendimi kurtaracak gücü bulur muydum? Yoksa bugün Murat Belge’ler, Ertuğrul Kürkçü’ler gibi ben de hâlâ o laf batağında debelenip durur muydum, “inandığımız her şey çökse de biz sosyalistler yanıldığımızı itiraf etmeyiz” inadıyla?

**
Hikâye, uyumsuzluğun panzehiridir. “Ben sizden değilim,” diye anlatırsın. “Aa ne hoş,” diye ağzı açık dinlerler.






Tuesday, March 24, 2020

Night - Eli Wiesel




“Never shall I forget that night, the first night in camp, that turned my life into one long night seven times sealed.
Never shall I forget that smoke.
Never shall I forget the small faces of the children whose bodies I saw transformed into smoke under a silent sky.
Never shall I forget those flames that consumed my faith forever.
Never shall I forget the nocturnal silence that deprived me for all eternity of the desire to live.
Never shall I forget those moments that murdered my God and my soul and turned my dreams to ashes.
Never shall I forget those things, even were I condemned to live as long as God Himself.
Never.”



Saturday, March 21, 2020

Searching the Meaning of Life


There is nothing in the world, I venture to say, that would so effectively help one to survive even the worst conditions as the knowledge that there is a meaning in one’s life. There is much wisdom in the words of Nietzsche: “He who has a why to live for can bear almost any how.” I can see in these words a motto which holds true for any psychotherapy. In the Nazi concentration camps, one could have witnessed that those who knew that there was a task waiting for them to fulfill were most apt to survive. The same conclusion has since been reached by other authors of books on concentration camps, and also by psychiatric investigations into Japanese, North Korean and North Vietnamese prisoner-of-war camps.

**
It can be seen that mental health is based on a certain degree of tension, the tension between what one has already achieved and what one still ought to accomplish, or the gap between what one is and what one should become. Such a tension is inherent in the human being and therefore is indispensable to mental well-being. We should not, then, be hesitant about challenging man with a potential meaning for him to fulfill. It is only thus that we evoke his will to meaning from its state of latency. I consider it a dangerous misconception of mental hygiene to assume that what man needs in the first place is equilibrium or, as it is called in biology, “homeostasis,” i.e., a tensionless state. What man actually needs is not a tensionless state but rather the striving and struggling for a worthwhile goal, a freely chosen task. What he needs is not the discharge of tension at any cost but the call of a potential meaning waiting to be fulfilled by him. What man needs is not homeostasis but what I call “noö-dynamics,” i.e., the existential dynamics in a polar field of tension where one pole is represented by a meaning that is to be fulfilled and the other pole by the man who has to fulfill it. And one should not think that this holds true only for normal conditions; in neurotic individuals, it is even more valid. If architects want to strengthen a decrepit arch, they increase the load which is laid upon it, for thereby the parts are joined more firmly together. So if therapists wish to foster their patients’ mental health, they should not be afraid to create a sound amount of tension through a reorientation toward the meaning of one’s life.

**
It can be seen that mental health is based on a certain degree of tension, the tension between what one has already achieved and what one still ought to accomplish, or the gap between what one is and what one should become. Such a tension is inherent in the human being and therefore is indispensable to mental well-being. We should not, then, be hesitant about challenging man with a potential meaning for him to fulfill. It is only thus that we evoke his will to meaning from its state of latency. I consider it a dangerous misconception of mental hygiene to assume that what man needs in the first place is equilibrium or, as it is called in biology, “homeostasis,” i.e., a tensionless state. What man actually needs is not a tensionless state but rather the striving and struggling for a worthwhile goal, a freely chosen task. What he needs is not the discharge of tension at any cost but the call of a potential meaning waiting to be fulfilled by him. What man needs is not homeostasis but what I call “noö-dynamics,” i.e., the existential dynamics in a polar field of tension where one pole is represented by a meaning that is to be fulfilled and the other pole by the man who has to fulfill it. And one should not think that this holds true only for normal conditions; in neurotic individuals, it is even more valid. If architects want to strengthen a decrepit arch, they increase the load which is laid upon it, for thereby the parts are joined more firmly together. So if therapists wish to foster their patients’ mental health, they should not be afraid to create a sound amount of tension through a reorientation toward the meaning of one’s life.

**
Those things which seem to take meaning away from human life include not only suffering but dying as well. I never tire of saying that the only really transitory aspects of life are the potentialities; but as soon as they are actualized, they are rendered realities at that very moment; they are saved and delivered into the past, wherein they are rescued and preserved from transitoriness. For, in the past, nothing is irretrievably lost but everything irrevocably stored.

Thus, the transitoriness of our existence in no way makes it meaningless. But it does constitute our responsibleness; for everything hinges upon our realizing the essentially transitory possibilities. Man constantly makes his choice concerning the mass of present potentialities; which of these will be condemned to nonbeing and which will be actualized? Which choice will be made an actuality once and forever, an immortal “footprint in the sands of time”? At any moment, man must decide, for better or for worse, what will be the monument of his existence.

Usually, to be sure, man considers only the stubble field of transitoriness and overlooks the full granaries of the past, wherein he had salvaged once and for all his deeds, his joys and also his sufferings. Nothing can be undone, and nothing can be done away with. I should say having been is the surest kind of being.

Logotherapy, keeping in mind the essential transitoriness of human existence, is not pessimistic but rather activistic. To express this point figuratively we might say: The pessimist resembles a man who observes with fear and sadness that his wall calendar, from which he daily tears a sheet, grows thinner with each passing day. On the other hand, the person who attacks the problems of life actively is like a man who removes each successive leaf from his calendar and files it neatly and carefully away with its predecessors, after first having jotted down a few diary notes on the back. He can reflect with pride and joy on all the richness set down in these notes, on all the life he has already lived to the fullest. What will it matter to him if he notices that he is growing old? Has he any reason to envy the young people whom he sees, or wax nostalgic over his own lost youth? What reasons has he to envy a young person? For the possibilities that a young person has, the future which is in store for him? “No, thank you,” he will think. “Instead of possibilities, I have realities in my past, not only the reality of work done and of love loved, but of sufferings bravely suffered. These sufferings are even the things of which I am most proud, though these are things which cannot inspire envy.”





Logoteraphy


I am reminded of the American doctor who once turned up in my office in Vienna and asked me, “Now, Doctor, are you a psychoanalyst?” Whereupon I replied, “Not exactly a psychoanalyst; let’s say a psychotherapist.” Then he continued questioning me: “What school do you stand for?” I answered, “It is my own theory; it is called logotherapy.” 

“Can you tell me in one sentence what is meant by logotherapy?” he asked. “At least, what is the difference between psychoanalysis and logotherapy?” “Yes,” I said, “but in the first place, can you tell me in one sentence what you think the essence of psychoanalysis is?” This was his answer: “During psychoanalysis, the patient must lie down on a couch and tell you things which sometimes are very disagreeable to tell.” Whereupon I immediately retorted with the following improvisation: “Now, in logotherapy the patient may remain sitting erect but he must hear things which sometimes are very disagreeable to hear.”

Of course, this was meant facetiously and not as a capsule version of logotherapy. However, there is something in it, inasmuch as logotherapy, in comparison with psychoanalysis, is a method less retrospective and less introspective. Logotherapy focuses rather on the future, that is to say, on the meanings to be fulfilled by the patient in his future. (Logotherapy, indeed, is a meaning-centered psychotherapy.) At the same time, logotherapy defocuses all the vicious-circle formations and feedback mechanisms which play such a great role in the development of neuroses. Thus, the typical self-centeredness of the neurotic is broken up instead of being continually fostered and reinforced.

To be sure, this kind of statement is an oversimplification; yet in logotherapy the patient is actually confronted with and reoriented toward the meaning of his life. And to make him aware of this meaning can contribute much to his ability to overcome his neurosis.

Let me explain why I have employed the term “logotherapy” as the name for my theory. Logos is a Greek word which denotes “meaning.” Logotherapy, or, as it has been called by some authors, “The Third Viennese School of Psychotherapy,” focuses on the meaning of human existence as well as on man’s search for such a meaning. According to logotherapy, this striving to find a meaning in one’s life is the primary motivational force in man. That is why I speak of a will to meaning in contrast to the pleasure principle (or, as we could also term it, the will to pleasure) on which Freudian psychoanalysis is centered, as well as in contrast to the will to power on which Adlerian psychology, using the term “striving for superiority,” is focused.


Suffering is an ineradicable part of life



In attempting this psychological presentation and a psychopathological explanation of the typical characteristics of a concentration camp inmate, I may give the impression that the human being is completely and unavoidably influenced by his surroundings. (In this case the surroundings being the unique structure of camp life, which forced the prisoner to conform his conduct to a certain set pattern.) But what about human liberty? Is there no spiritual freedom in regard to behavior and reaction to any given surroundings? Is that theory true which would have us believe that man is no more than a product of many conditional and environmental factors—be they of a biological, psychological or sociological nature? Is man but an accidental product of these? Most important, do the prisoners’ reactions to the singular world of the concentration camp prove that man cannot escape the influences of his surroundings? Does man have no choice of action in the face of such circumstances?

We can answer these questions from experience as well as on principle. The experiences of camp life show that man does have a choice of action. There were enough examples, often of a heroic nature, which proved that apathy could be overcome, irritability suppressed. Man can preserve a vestige of spiritual freedom, of independence of mind, even in such terrible conditions of psychic and physical stress.

We who lived in concentration camps can remember the men who walked through the huts comforting others, giving away their last piece of bread. They may have been few in number, but they offer sufficient proof that everything can be taken from a man but one thing: the last of the human freedoms—to choose one’s attitude in any given set of circumstances, to choose one’s own way.

And there were always choices to make. Every day, every hour, offered the opportunity to make a decision, a decision which determined whether you would or would not submit to those powers which threatened to rob you of your very self, your inner freedom; which determined whether or not you would become the plaything of circumstance, renouncing freedom and dignity to become molded into the form of the typical inmate.

Seen from this point of view, the mental reactions of the inmates of a concentration camp must seem more to us than the mere expression of certain physical and sociological conditions. Even though conditions such as lack of sleep, insufficient food and various mental stresses may suggest that the inmates were bound to react in certain ways, in the final analysis it becomes clear that the sort of person the prisoner became was the result of an inner decision, and not the result of camp influences alone. Fundamentally, therefore, any man can, even under such circumstances, decide what shall become of him—mentally and spiritually. He may retain his human dignity even in a concentration camp. Dostoyevski said once, “There is only one thing that I dread: not to be worthy of my sufferings.” These words frequently came to my mind after I became acquainted with those martyrs whose behavior in camp, whose suffering and death, bore witness to the fact that the last inner freedom cannot be lost. It can be said that they were worthy of their sufferings; the way they bore their suffering was a genuine inner achievement. It is this spiritual freedom—which cannot be taken away—that makes life meaningful and purposeful.

An active life serves the purpose of giving man the opportunity to realize values in creative work, while a passive life of enjoyment affords him the opportunity to obtain fulfillment in experiencing beauty, art, or nature. But there is also purpose in that life which is almost barren of both creation and enjoyment and which admits of but one possibility of high moral behavior: namely, in man’s attitude to his existence, an existence restricted by external forces. A creative life and a life of enjoyment are banned to him. But not only creativeness and enjoyment are meaningful. If there is a meaning in life at all, then there must be a meaning in suffering. Suffering is an ineradicable part of life, even as fate and death. Without suffering and death human life cannot be complete.

The way in which a man accepts his fate and all the suffering it entails, the way in which he takes up his cross, gives him ample opportunity—even under the most difficult circumstances—to add a deeper meaning to his life. It may remain brave, dignified and unselfish. Or in the bitter fight for self-preservation he may forget his human dignity and become no more than an animal. Here lies the chance for a man either to make use of or to forgo the opportunities of attaining the moral values that a difficult situation may afford him. And this decides whether he is worthy of his sufferings or not.

Do not think that these considerations are unworldly and too far removed from real life. It is true that only a few people are capable of reaching such high moral standards. Of the prisoners only a few kept their full inner liberty and obtained those values which their suffering afforded, but even one such example is sufficient proof that man’s inner strength may raise him above his outward fate. Such men are not only in concentration camps. Everywhere man is confronted with fate, with the chance of achieving something through his own suffering.

Take the fate of the sick—especially those who are incurable. I once read a letter written by a young invalid, in which he told a friend that he had just found out he would not live for long, that even an operation would be of no help. He wrote further that he remembered a film he had seen in which a man was portrayed who waited for death in a courageous and dignified way. The boy had thought it a great accomplishment to meet death so well. Now—he wrote—fate was offering him a similar chance.

Those of us who saw the film called Resurrection—taken from a book by Tolstoy—years ago, may have had similar thoughts. Here were great destinies and great men. For us, at that time, there was no great fate; there was no chance to achieve such greatness. After the picture we went to the nearest café, and over a cup of coffee and a sandwich we forgot the strange metaphysical thoughts which for one moment had crossed our minds. But when we ourselves were confronted with a great destiny and faced with the decision of meeting it with equal spiritual greatness, by then we had forgotten our youthful resolutions of long ago, and we failed.

Perhaps there came a day for some of us when we saw the same film again, or a similar one. But by then other pictures may have simultaneously unrolled before one’s inner eye; pictures of people who attained much more in their lives than a sentimental film could show. Some details of a particular man’s inner greatness may have come to one’s mind, like the story of the young woman whose death I witnessed in a concentration camp. It is a simple story. There is little to tell and it may sound as if I had invented it; but to me it seems like a poem.

This young woman knew that she would die in the next few days. But when I talked to her she was cheerful in spite of this knowledge. “I am grateful that fate has hit me so hard,” she told me. “In my former life I was spoiled and did not take spiritual accomplishments seriously.” Pointing through the window of the hut, she said, “This tree here is the only friend I have in my loneliness.” Through that window she could see just one branch of a chestnut tree, and on the branch were two blossoms. “I often talk to this tree,” she said to me. I was startled and didn’t quite know how to take her words. Was she delirious? Did she have occasional hallucinations? Anxiously I asked her if the tree replied. “Yes.” What did it say to her? She answered, “It said to me, ‘I am here—I am here—I am life, eternal life.’”

We have stated that that which was ultimately responsible for the state of the prisoner’s inner self was not so much the enumerated psychophysical causes as it was the result of a free decision. Psychological observations of the prisoners have shown that only the men who allowed their inner hold on their moral and spiritual selves to subside eventually fell victim to the camp’s degenerating influences. The question now arises, what could, or should, have constituted this “inner hold”?

Friday, March 20, 2020

Leader vs Manager


Management is a bottom line focus: How can I best accomplish certain things? Leadership deals with the top line: What are the things I want to accomplish? In the words of both Peter Drucker and Warren Bennis, “Management is doing things right; leadership is doing the right things.” Management is efficiency in climbing the ladder of success; leadership determines whether the ladder is leaning against the right wall.

You can quickly grasp the important difference between the two if you envision a group of producers cutting their way through the jungle with machetes. They’re the producers, the problem solvers. They’re cutting through the undergrowth, clearing it out.

The managers are behind them, sharpening their machetes, writing policy and procedure manuals, holding muscle development programs, bringing in improved technologies and setting up working schedules and compensation programs for machete wielders.

The leader is the one who climbs the tallest tree, surveys the entire situation, and yells, “Wrong jungle!”
But how do the busy, efficient producers and managers often respond? “Shut up! We’re making progress.”

As individuals, groups, and businesses, we’re often so busy cutting through the undergrowth we don’t even realize we’re in the wrong jungle. And the rapidly changing environment in which we live makes effective leadership more critical than it has ever been—in every aspect of independent and interdependent life.

We are more in need of a vision or destination and a compass (a set of principles or directions) and less in need of a road map. We often don’t know what the terrain ahead will be like or what we will need to go through it; much will depend on our judgment at the time. But an inner compass will always give us direction.

Habit 2

Habit 2: To Begin With The End In Mind



To begin with the end in mind means to start with a clear understanding of your destination. It means to know where you’re going so that you better understand where you are now and so that the steps you take are always in the right direction.

It’s incredibly easy to get caught up in an activity trap, in the busy-ness of life, to work harder and harder at climbing the ladder of success only to discover it’s leaning against the wrong wall. It is possible to be busy—very busy—without being very effective.

People often find themselves achieving victories that are empty, successes that have come at the expense of things they suddenly realize were far more valuable to them. 

People from every walk of life—doctors, academicians, actors, politicians, business professionals, athletes, and plumbers—often struggle to achieve a higher income, more recognition or a certain degree of professional competence, only to find that their drive to achieve their goal blinded them to the things that really mattered most and now are gone.

How different our lives are when we really know what is deeply important to us, and, keeping that picture in mind, we manage ourselves each day to be and to do what really matters most. If the ladder is not leaning against the right wall, every step we take just gets us to the wrong place faster. We may be very busy, we may be very efficient, but we will also be truly effective only when we begin with the end in mind.

If you carefully consider what you wanted to be said of you in the funeral experience, you will find your definition of success. It may be very different from the definition you thought you had in mind. Perhaps fame, achievement, money, or some of the other things we strive for are not even part of the right wall.

When you begin with the end in mind, you gain a different perspective. One man asked another on the death of a mutual friend, “How much did he leave?” His friend responded, “He left it all.” mind, you gain a different perspective. One man asked another on the death of a mutual friend, “How much did he leave?” His friend responded, “He left it all.”